ActaFabula
  • Anasayfa
  • Bülten
  • Haber
  • İletişim
ActaFabula
  • Anasayfa
  • Bülten
  • Haber
  • İletişim
Kategori:

Genel

Genel

Pekin’e göre yeni dünya düzeni

by Nadege Rolland 21 Şubat 2021
written by Nadege Rolland
Pekin’e göre yeni dünya düzeni

Yetmiş yıllık liberal düzenden ve otuz yıllık Amerikan tek kutupluluğundan sonra, liberal normlar ve değerlerle desteklenen ve bir dizi çok taraflı kurum etrafında örgütlenen mevcut kurallara dayalı uluslararası sistemin sonunda kökten farklı bir şeye dönüşebileceğini hayal etmek zor olabilir. Ancak Pekin’de siyasi ve entelektüel seçkinler, yeni bir dünya düzeni inşa etmek için yoğun tartışmalara girdiler.

Tatminsiz ve fırsatçı

Çin elitlerinin tasarıları iki ana temele dayanıyor. İlki, Çin’in var olan sistemden memnuniyetsizliği. Bu yeni değil. 1988’in sonlarında Deng Xiaoping, Hindistan başbakanı Rajiv Gandhi’ye “yeni bir uluslararası düzen kurmak için uygun yeni politikalar” düşünmenin ve artık işlevselliği kalmayan “hegemonizm, blok siyaseti ve anlaşma örgütleri” ne bir alternatif oluşturmanın zamanının geldiğini zaten işaret ediyordu. 1 Deng Xiaoping, “A New International Order Should Be Established with the Five Principles of Peaceful Coexistence as Norms”, in Selected Works of Deng Xiaoping, vol. 3, 1982–1992 (Beijing: Foreign Languages Press, 1994) Bugün Çin liderliği mevcut dünya düzenin adaletsiz ve mantıksız olduğundan sık sık şikâyet ederek küresel yönetim ve uluslararası sistem reformu çağrısı yapıyor. Pekin’in görünüşte bu yumuşak formülasyonlarının önemli çıkarımları yok değil. Çin 1970’lerin sonundan beri uluslararası kurumlara entegre olsa da inşasında yer almadığı Batı liderliğindeki sistem karşısında dışlanmışlık ve yabancılaşma hissini üzerinden atamadı. “Daha adil” bir düzeni desteklemek, Batılı ülkeler dışındaki ülkeler için daha fazla alan ve etki sağlayacak bir sistemi savunmak anlamına gelir. Çin liderliği, Çin’in nihayetinde Batı’nın uluslararası sistem üzerindeki hâkim rolünün ve etkisinin yerini alacağına dair umutları besliyor gibi görünüyor. “Daha makul” bir düzeni teşvik etmek, aslında Çin Komünist Partisi (ÇKP) tarafından sorunlu ve hatta tehdit edici olarak görülen normların kökünü kazımak anlamına geliyor. Bunlar, liberal demokrasi ve evrensel insan haklarını içerir; Çinli yöneticiler, dünya refahı ve barışının uygulanabilir kaynaklarından ziyade dünya çapında (eski Sovyetler Birliği’ndeki “renkli devrimlerden” Orta Doğu’daki kaosa ve şiddete) çatışma ve bozulma nedenleri olduğuna inanıyorlar.2 For a straightforward elaboration on these points by a senior Chinese official, see Fu Ying’s July 2016 speech at Chatham

 

Çinli seçkinler arasında yeni dünya düzeninin şekli ve biçimi hakkındaki aktif tartışmaların ikinci nedeni, Çin’in gücünü ABD’ye göre değerlendirmeleridir. En azından 2008’den beri, Çinli seçkinler, hem Çin’in artan maddi gücü hem de muhtemelen devam eden bir Amerikan düşüşünün kolaylaştırdığı küresel bir güç geçişinin başladığını varsaydılar. Over the course of the last four years, in particular, the Chinese leadership seems to have concluded that the US decline has accelerated, clearing the way for its own rise to predominance.3 Rush Doshi, “Beijing Believes Trump Is Accelerating American Decline”, Foreign Policy, 12 October 2020; Julian Gewirtz, “China Thinks America is Losing”, Foreign Affairs, November–December 2020 Xi Jinping, bu paradigma değişikliğine açık atıfta bulunmakta ve dünyanın “bir yüzyılda görülmemiş derin değişimlerden geçtiğini” iddia etmektedir.4 “Changes, Challenges and Choices: China is Driven by the Path It Takes,” Xinhua, 28 August 2019 Pekin, Çin’in maddi gücü ile uluslararası ilişkilerdeki otoritesi ve kontrolü arasındaki uçurum konusunda gittikçe sabırsızlanıyor. Çin, ABD’nin mevcut düzeni kendi amaçlarına hizmet etmek için kurduğuna ve Çin’in artık kendi tercihlerine ve çıkarlarına daha uygun bir sistem yaratacak kadar güçlü olduğuna inanıyor.

 

Dümende Çin ile Dünya Düzeni

Potansiyel karşı tepkileri körükleme korkusuyla parti-devleti, resmi olarak “insanlık için ortak bir gelecek topluluğu” inşa etme çağrısı dışında alternatif vizyonunu detaylandırmaktan kaçındı. Bununla birlikte, devam eden iç tartışmaların yakından incelenmesi, Çin’in dümeninde olduğu bir dünya düzeninin tanımlayıcı özellikleri hakkında bazı işaretler vermektedir.5 Nadège Rolland, “China’s Vision for a New World Order”, NBR Special Report 83, January 2020 Bu kolektif entelektüel çaba, ÇKP’nin Marksist-Leninist sisteminin unsurları ile birlikte çoğunlukla Çin’in felsefi ve tarihsel geleneklerinden ilham alıyor. Pekin bir hegemonya kurma niyetini resmi olarak reddetmesine rağmen, Çin, diğer ülkelerin otoritesini ve çıkarlarını zımnen tanıyıp saygı göstereceği Çin merkezli bir etki alanına hükmetmek istiyor gibi görünüyor. Bu alt sistem için, büyük ölçüde, Doğu Asya’nın çoğunda yüzyıllardır var olan farklı bir uluslararası ilişkiler modeli olan antik vergi sisteminden esinlenildi. Bu eski modelde Çin – askeri ve ekonomik egemen güç olarak – Çin, üstünlüğünü tanıdıkları ve tercihlerine uyum sağladıkları sürece vasallarına, tebasına, iç işlerini ve dış işlerini istedikleri gibi yönetmelerine izin verirdi. İmparator, vasalları üzerinde gevşek bir kontrol biçiminden memnundu, ancak aynı zamanda bazen askeri baskı veya askeri güç ile onları itaat etmeye zorlardı. Ticaret ve ondan elde edilen doğrudan maddi faydalar, vasal devletlerin sistem içinde kalmaları için güçlü bir teşvik sunuyordu, bu sistemden çekilmenin büyük bir ekonomik bedeli olacaktı. Vasal devletler ile Çin arasındaki açık askeri ve ekonomik asimetri göz önüne alındığında, sisteme güçlü bir konumdan meydan okumak neredeyse imkansızdı. Mevcut ÇKP liderliğinin aklındaki şey, Pekin’de bir imparator yerine bir genel sekreterin oturduğu 21. yüzyıl bağlamına uygulanmış olmasına rağmen benzer bir hiyerarşik düzen gibi görünüyor. Çin, egemen ekonomik ve askeri güç, yanı başındaki sınırlı bir coğrafi alan yerine, dünyanın dört bir yanında Pekin’in ekonomik, güvenlik ve siyasi çıkarlarının önceliğini kabul eden, dünyanın dört bir yanındaki ülkeleri içeren bir sistemin merkezinde mümkün olduğu kadar en üstünde yer alacaktı. Çin’in bu etki alanı üzerindeki kontrolü, doğrudan doğruya değil, ya teşvik olarak ya da zorlayıcı araçlar olarak kullanılabilecek bağımlılıkların yaratılması yoluyla gevşek bir şekilde uygulanacaktır. Hukukun üstünlüğünün önceliğine ve yasal olarak bağlayıcı anlaşma ve düzenlemelere dayanan “kurallara dayalı” bir düzen yerine, sistem, Çin’in orantısız gücünün gölgesinde yürütülen gayri resmi müzakereler, anlaşmalar ve ortaklıklardan yana olacaktı. Çin’in tasarladığı sistem aynı zamanda insan haklarının kutsallığını ve bunların evrensel olarak uygulanabilirliğini, kendi özel ihtiyaçlarına ve otoriter eğilimlerine uyarak, devletlerin kendi sosyo-politik gelişim yollarını takip etme hakkı lehine reddedecektir.

Vizyondan uygulamaya

Bu vizyonu gerçekleştirmek için ÇKP iki yönlü bir strateji izlemektedir. Pekin, mevcut sistemi tamamen ortadan kaldırmak yerine, bazı kurumları ve normları da dahil olmak üzere mevcut sistemin unsurlarını ele geçirmeyi, yıkmayı ve yeniden şekillendirmeyi amaçlamaktadır. Örneğin, BM İnsan Hakları Konseyi içindeki mevcut uluslararası insan hakları çerçevesine proaktif olarak meydan okumak yerine kendi tercih ettiği “kalkınma hakkı” kavramını teşvik ediyor.6 Andréa Worden, “China at the UN Human Rights Council: Conjuring a ‘Community of Shared Future for Humankind’?” and Malin Oud, “Harmonic Convergence: China and the Right to Development”, in Nadège Rolland (ed.), An Emerging China-Centric Order, NBR Special Report 87, August 2020, pp. 33–48 and 69–84 Ayrıca, BM’nin yönergeleriyle doğrudan çelişen Pekin, kendi siyasi ve dış politika hedeflerini desteklemek için bazı BM kuruluşları üzerindeki etkisini kullanıyor.7 United Nations International Civil Service Commission, Standards of Conduct for the International Civil Service (New York: United Nations, 2013) Buna paralel olarak, ÇKP, gündemi belirleyebileceği ve alternatif küresel yönetişim normları vizyonunu destekleyebileceği organizasyonlar yaratarak mevcut sistemi atlatmaya çalışıyor. 2013 sonlarında başlatılan Kuşak ve Yol Girişimi (KYG), ÇKP’nin Çin merkezli dünya düzeni vizyonunun belkemiğidir. KYG, yalnızca Çin’in arzu edilen etki alanının kavramsal haritasını çizmekle kalmıyor, aynı zamanda Çin liderliği tarafından öngörülen alt sistem, Çin’in ekonomik ve siyasi düzenin merkezinde olduğu ve aşırı bağımlı ülkelerden artan bir baskı uyguladığı sistem, için bir test ortamı işlevi görüyor. Çin’in arzu edilen etki alanı Doğu Asya’da bitmiyor, Kuşak ve Yol’un ekonomik koridorları boyunca Avrasya kıtasına ve bitişiğindeki sulara ve ötesine, gelişmekte olan ve yükselen dünyaya kadar uzanıyor. Güç asimetrisi ile karakterize edilen hiyerarşik bir düzen, bu koridorlar boyunca uzanan küçük ülkelerin çıkarına değil. Salgın sonrası şiddetli ekonomik gerginliğin yaşandığı bir zamanda, hükümetler için Çin’in yatırım tekliflerini ve artan ticari alışverişleri kabul etmek cazip gelebilir. Ancak Pekin’in ekonomik ‘armağanları’ nihayetinde demokratik Batı’nın çıkarlarına ters düşen stratejik bir paketin parçası.

Bu makalenin orjinali 17 Şubat tarihinde Uluslararası Savunma ve Güvenlik Merkezi’nde Nadège Rolland  tarafından yayınlanmıştır. Nadège Rolland, Ulusal Asya Araştırmaları Bürosu’nda (ABD) Siyasi ve Güvenlik İşleri Kıdemli Üyesi’dir.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
21 Şubat 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Aleksey Navalnıy Putin’e alternatif olabilir mi?

by Oğul Tuna 31 Ocak 2021
written by Oğul Tuna
ALEKSEY NAVALNIY PUTİN’E ALTERNATİF OLABİLİR Mİ?
Oğul Tuna

2014’ten bu yana Kırım ve Suriye başta olmak üzere dış müdahaleleriyle uluslararası gündemden düşmeyen Rusya, bu kez içerdeki gelişmeleriyle merak konusu. Paris’ten Vaşington’a Batı başkentlerinde Rus muhalefetinin simgesi ve Devlet Başkanı Vladimir Putin’in en büyük rakibi olarak sunulan Aleksey Navalnıy ise bu gelişmelerin merkezinde. Ağustos 2020’deki zehirlenme vakasından bu yana Kremlin’i en çok zorlayan kişi olduğu gerçek. Özellikle 23 Ocak 2021’de ülkedeki 100’den fazla şehirde on binlerce kişiyi sokaklara döken1 “Alexei Navalny: ‘More than 3,000 detained’ in protests across Russi”, BBC News, 24 Ocak 2021 tutuklanma olayıyla birlikte Navalnıy’ın siyasî varlığı bir mücadele konusu hâline geldi. ABD, Avrupa ve Rusya içinden yükselen Kremlin’e “yaptırım” çağrıları bu mücadelenin küresel boyutlarını ortaya koyuyor.2 “Parliament demands significantly tighter EU sanctions against Russia”, European Parliament, 21 Ocak 2021; Josh Rogin, “Alexei Navalny wants Biden to sanction Putin’s cronies”, The Washington Post, 29 Ocak 2021 Yurtdışında Navalnıy’ın dönüşü kendi başına tarihî bir olay gibi lanse edilirken, yurtiçinde de bu dönüş kâh Lenin’in 1917’de tarihin akışını değiştiren dönüşüyle kıyaslanıyor3 “Kospley İlyiça. Poçemu vozvraşenie Navalnogo b Rossiyu hapominaet put’ Lenina”, Snob, 15 Ocak 2021 kâh Lenin örneği ve kendi ağları üzerinden “Batı ajanı” olarak gösteriliyor.

 

Rusya, 31 Ocak 2021 günü eylemlerin ikinci haftasına girerken Kremlin’in içine saplandığı yolsuzluk iddiaları insanları sokağa çıkaran en önemli etmenlerden biri. 30 Ocak akşamına dek toplamda 103 milyon kez tıklanan ve Navalnıy ekibinin hazırladığı “Putin’in Sarayı” adlı video bardağı taşıran damlalardan biri olarak kabul edilmekte.4 “Dvorets delya Putina. İstoriya samoy bolşoy vzyatiki”, YouTube, 19 Ocak 2021 Bugün Navalnıy, 18 Ocak’ta tutuklansa bile 2011’de kurduğu “Yolsuzlukla Mücadele Fonu” (FBK) üzerinden kitlelerin öfkesini yönlendirebilme gücüne sahip. Fakat burada asıl soru, Putin iktidardaki 21. yılını geçirirken ve 2024’teki seçimlere şimdilik emin adımlarla yürürken, Navalnıy Putin için bir tehlike ya da alternatif arz edip etmediği.

Liberalizmden Irkçılığa ve Tekrar Aktivizme

Navalnıy, 1976’da Moskova’da doğdu. Her ne kadar toplumun büyük kısmı gibi5 Mike Eckel, “Poll: Majority of Russians Support Crimea Anneation, But Worry About Economic Effects”, RFE/RL, 3 Nisan 2019 Rusya’nın Kırım’a ilhakına olumlu yaklaşsa da Navalnıy “yarı Rus, yarı Ukraynalı” oluşuna dikkat çekmekte.6 Sergiy Prabovskiy, “Rusya Devrimi’nin Aynası Olarak Aleksey Navalnıy” – Ukraynaca, Day Kyiv, 14 Şubat 2012 Moskova’da hukuk ve ekonomi eğitimi alan Navalnıy, 2010 yılında da “Yale World Fellows” programıyla Yale Üniversitesi’nde okudu.7 “Alexey Navalny”, Yale Maurice R. Greenberg World Fellows Program Uzun yıllar özel şirketlerin avukatlığını yaptı ve nihayet 2000 yılında liberal Yabloko Partisi’ne katıldı.8 Navalnıy’ın detaylı ve güncel bir biyografisi: Oğul Tuna, “Uluslararası kamuoyunda Rusya Federasyonu’nun muhalefetinin yüzü olarak anılan, ülke genelinde onlarca şehirde protestolara neden olan, yolsuzluk karşıtı aktivist Navalnıy kimdir?”, EDAM, 28 Ocak 2021 Ancak Navalnıy’ın siyasî kariyerindeki önemli bir dönüm noktası aşırı milliyetçi ve ırkçı Narod (Halk) Hareketi’nin eş kuruculuğunu yaptığı 2007 yılıdır.

 

Navalnıy’ın “demokratik milliyetçi” olarak tanımladığı bu hareket, Rusya’daki Orta Asya ve Kafkasya’dan gelen göçmenlere karşı, kendini anti-Siyonist olarak adlandıran ve antisemit ögeler barındıran bir siyasi birliktelikti. Zaten hareketi kurduktan kısa süre sonra Navalnıy, liberal Yabloko’dan atıldı. O dönem Kafkaslı ve Orta Asyalıların Rusya’dan sınır dışı edilmesini savunan genç lider, yıllar sonra “Ben asimilasyon taraftarıyım, sınır dışı etmeye karşıyım” diyor, örneğin Tacik çocuğunun Rusya’da yaşıyorsa Ruslaşmasını, başka ad kullanmamasını öneriyordu.9 Navalnıy, Esquire. Navalnıy, önceden sınırdışı, tehcir taraftarı görüşleriyle bilinmekteydi: Robert Coalson, “Russia’s Aleksei Navalny: Hope of the Nation – or the Nationalists?”, 28 Temmuz 2013, RFE/RL Navalnıy, 2008 yılındaki Rus-Gürcü Savaşı’nda Gürcülere Rusça bir kelime oyunuyla “kemirgen” demiş ve Gürcüleri füzelerle vurmak istediğini söylemiş10 Gruzinı: Gürcü, grızunı: kemirgen: Andrey İllarionov, “Putin’e karşı ama İmparatorluk taraftarı. Muhalefetin karanlık tarafı” [Rusça], NV fakat Moskova Belediye Başkanlığı’na aday olduğu 2013’te bundan pişmanlık duyduğunu belirtmiştir.11 Navalnıy özellikle Kafkaslıları hedef olan ırkçı pek çok kelime kullandı. Bunların bir listesi: “Ethnic Slurs Haunt Alexey Navalny”, GlobalVoices, 25 Temmuz 2013, Ayrıca 2011’de “kara tenli Kafkas militanları hamamböceklerine” benzettiği bir video klipte oynamıştı: “NAROD za legalizatsiyu orujiya”, YouTube Irkçı çıkışları ve görüşleri zaman içinde evrilen Navalnıy, Rusya’da daha büyük makamlara hazırlandıkça bir tür pragmatizm benimsemiş gibidir. Nitekim kendisi Rusya’da “Black Lives Matter” hareketini açıkça destekleyen nadir figürlerden biridir.12 İvan Aleksandrov, “Rossiya b zerkale Black Lives Matter”, Eurasianet, 18 Haziran 2020 Bununla beraber Navalnıy’ın dış politikada ne tür bir politika benimsediği belli değil: İzolasyonizm mi, yayılmacılık mı? Kendisi “Kafkasları Beslemeyi Bırakın” adlı hareketi başlatmışsa da Kırım, Moldova ve Gürcistan’da Rusya’nın desteklediği ayrılıkçı hareketleri desteklemektedir.13 Tim Ogden, “Why Navalny may not be a friend of the West”, Spectator, 31 Ağustos 2020

 

Navalnıy, 2011’de bugün adının hemen yanında anılan “Yolsuzluğa Karşı Mücadele”yi (veya “Yolsuzlukla Mücadele Vakfı”, FBK) kurdu. Bu oluşumun içine 2010 itibariyle temelini attığı bir dizi başka projeyi kattı: kamu ihalelerinde suiistimale karşı RosPil (2010), yol sorunlarını çözmek için RosYama (2011), seçim gözlemi için RosVıborı (2012), seçim kampanyası “İyi Doğruluk Makinesi” ve komünal kontrol mekanizması RosJKH. Bu projeler ve FBK, 2010’lu yıllarda Kremlin’in ve Putin’in halkasında bulunan oligarkların başını çok ağrıttı. Eski cumhurbaşkanı ve başbakan Dmitriy Medvedev’den oligark Alişer Usmanov’a pek çok ismi karşısına aldı ve bugüne dek uzayan bir dizi önemli davanın öznesi haline geldi. Navalnıy, zehirlendikten sonra Avrupa Birliği’ne Putin’e yakın Rus oligarklara yaptırım uygulama çağrısında bulunuyordu ki bu çağrı önceki gün ABD Başkanı Biden’a seslenen ekibi bu çağrıyı yinelemiş oldu. FBK’nin ilk sponsorları arasında ekonomist Sergey Guriyev, oligarklar Aleksandr Lebedev ve Boris Zimin gibi isimler olması, Navalnıy’ın Kremlin’e karşı mücadelesinin arka planında aslında oligarklar arası çekişme olup olmadığı sorusunu da akla getiriyor. Keza 19 Ocak’ta yayınlanan “Putin’in Sarayı” videosunun şimdilik Putin’in gençlik arkadaşı milyarder Arkadiy Rotenberg tarafından sahiplenilmesi, bu mücadelede bir başka seviyeye geçildiğini gösterir gibi.14 “Arkadiy Rotenberg nazval sebya vladeltsem ‘dvortsa Putina’”, Deutsche Welle, 30 Ocak 2021

Muhalefetin Çıkmazı

Navalnıy, 2013’teki Moskova belediye seçiminden bu yanan Batı medyasında “Putin’in en çok korktuğu adam” olarak sunuluyor. Rusya’da muhalefet denince akla gelen ilk ve belki tek isim. Aralarında Cenk Başlamış’ın da bulunduğu pek çok uzman, bunun bir sebebinin de Rusya’da muhalefetin “yokluk” durumu olduğunu belirtiyor.15 Cenk Başlamış, “10 Soruda Navalnıy Krizi”, Medya Günlüğü, 26 Ocak 2021 Gerçekten de Sovyetler yıkıldığından bu yana ana akım haline gelmiş ve on yıllar içinde Duma’da “dinozorlaşmış” muhalefet partilerinin sadece sıfatı muhalif. Dış politikada neredeyse tamamen Putin’le aynı çizgide olan bu partiler Rusya Liberal Demokratik Partisi’nden (LDPR) Rusya Federasyonu Komünist Partisi’ne (KPRF) çeşitlik gösterse de son sözü söyleyen Putin ve de facto lideri olduğu Birleşik Rusya oluyor.16 “Peskov: Putin –  lider ‘Edinaya Rossii’”, Krasnaya Liniya, 7 Aralık 2018 Batı ülkeleriyle daha yakın ilişkiler içinde bulunan liberal muhalefetin yanı sıra dışarda destek bulamayan ve içerde Komünist Partisi’nin hegemonyasıyla mücadele eden sol muhalefeti ise göz ardı etmemek gerek. Hakan Güneş, sol cenahtan Navalnıy’a “sempati duyan tek bir insan dahi” bulunamayacağını belirtirken17 Şerif Karataş, “Doç. Dr. Hakan Güneş: Putin zorda ama süreci yönetecek desteği var”, Evrensel, 29 Ocak 2021 üçüncü bir cephe olarak Putin’e ve Navalnıy’a muhalefet eden “Sol Cephe”ye (Levıy Front) de dikkat çekiyor.18 “Navalnıy Protestoları: Putin Rusyası’nda Neler Oluyor?”, Sol Parti TV, 30 Ocak 2021, Twitter yayını

 

Muhalefetin işbirlikçi pozisyonunun gerisinde sol muhalefetin susturulması kadar Rusya’nın son 20 yılına damgasını vurmuş bir dizi cinayet de rol oynuyor. 2003’te liberal siyasetçi Sergey Yuşenkov ve gazeteci Yuriy Şekoçihin, 2004’te Forbes editörü Paul Klebnikov, 2006’da gazeteci Anna Politkovskaya ve eski casus Aleksandr Litvinenko, 2013’te oligark Boris Berezovskiy ve 2015’te muhalif lider Boris Nemtsov gizemli cinayetlere kurban gittiler. Eski çifte ajan Sergey Skripal 2018’de, Navalnıy’ın zehirlenme vakasında kullanıldığı Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW) tarafından kabul edilen Noviçok gazıyla zehirlendi.19 “OPCW Issues Report on Technical Assistance Required to Germany, OPCW, 6 Ekim 2020 Bunların içinde en simgesel cinayet Nemtsov’unkiydi: Navalnıy’a 2013’te desteğini de sunmuş olan Nemtsov, Kremlin’in birkaç yüz metre ötesinde öldürülmüştü. Bütün bu sürecin farkında olan Navalnıy da belki de bu yüzden ve aynı zamanda durumuna dikkat çekmek için tutuklandıktan hemen sonra “intihar etmeye meyilli olmadığının” altını çizdi.20 Andrew Osborn, “Jailed Kremlin critic Navalny, on protest eve, says has no plans to commit suicide”, Reuters, 22 Ocak 2021

 

Navalnıy’a gelirsek, kendisi her ne kadar “Rusya’nın Geleceği” isimli 2018’de kurulan bir başka liberal partinin lideri olsa da asıl insan kaynağını FBK üzerinden topluyor. Diğer oluşumlarla eşgüdümlü çalışa “Navalnıy Ekibi” ise 2017’de 80’den fazla şehirde büro kurduğundan beri önemli bir yapı. Öyle ki 23 Ocak eylemlerinde 110’dan fazla şehirde 10 binlerce insanı eş zamanlı olarak örgütleyebildiler. Liberal, Batı sempatizanı ve genç nüfus üzerinde göz ardı edilemeyecek bir etkiye sahip olan Navalnıy hareketi bir şekilde sağ kesim üzerinde birleştiriciliğe aday ve tahakküm sağlamaya çalışıyor. Navalnıy’ın adı anılmayan siyasî partisinin yerine bu sivil girişimin ön plana çıkması bir yandan da “tek adamlık” arzusunun ifadesi gibi. Ancak unutmamak gerekir ki 2011 ve 2017’deki sokak hareketlerini geride bıraktığı söylenen 23 Ocak eylemlerinde sokağa çıkan profilin tek derdi Navalnıy’ın özgürlüğü ya da Putin’in istifası değildi.

Rusların Navalnıy’a Bakışı

23 Ocak’ta sokaklara dökülen Rusya’daki muhalefetin yapısını en mütekamil bir biçimde analiz eden Hazal Yalın, “Rusya’da liberal muhalefetin sosyal zeminini teşkil eden orta burjuvazi, Türkiye’de iktidarın kayıtsız şartsız arkasında duruyor; oysa Türkiye’de sosyal muhalefetin sınıf zeminini teşkil eden küçük burjuvazi ve işçi sınıfı, Rusya’da iktidara kerhen de olsa destek veriyor. Bu sessiz destek, iktidarın siyasi meşruiyetini kazandığı rıza mekanizmalarının enerji kaynağı” diyor.21 Hazal Yalın, “Rusya: İktidarla kitleler arasında rıza ilişkilerinde bir kırılma mı?”, Gazete Duvar, 24 Ocak 2021Navalnıy ekibinin yayınladığı “Putin’in Sarayı” videosu, koronavirüsü krizine bağlı olarak ağırlaşan ekonomik kriz, özellikle taşrada -ki milyonlarca kilometrelik Sibirya ve Uzakdoğu Rusyası’ndan söz ediyor- kamu hizmetlerindeki köhnelik ve yozlaşmışlık insanların sokağa çıkma motivasyonunda önemli birer nokta. Yine de Navalnıy’ın bunca insanın öfkesini ve derdini tek bir noktaya kanalize edebilmesi henüz mümkün görünmüyor.

 

Bağımsız araştırma merkezi Levada’nın Aralık 2020’de yayımladığı araştırmaya göre Rusların ancak %2’si Navalnıy’ı cumhurbaşkanı adayı olarak görmek istiyor. Putin’e gelirsek bu oran  %55’e çıkıyor.22 “Cumhurbaşkanı seçimi oy oranı ve siyasetçilere güven seviyesi”, Levada, 10 Aralık 2020 Aynı araştırmaya göre Putin’e duyulan güven %32 seviyesindeyken, bu oran Navalnıy için %4. Yine Levada’nın Navalnıy’ın zehirlenmesine verilen tepkiyi ölçmek adına Kasım 2020’de yayımladığı bir başka anket de önemli. Buna göre araştırmaya katılanların % 20’si Navalnıy’ın eylemlerini desteklerken, % 50’si bunlara karşı çıkıyor.23 “Alexey Navalny”, Levada, 2 Kasım 2020 % 6’lık kesim ona “Batı ajanı” derken, % 18’lik kesim, Navalnıy’a saygı veya sempati duymaktadır. Tüm bu oranların yanında, % 30’luk genel kısım ise zehirleme olayının Kremlin’in işi olduğunu düşünüyor. Ayrıca not düşmek gerekir ki Navalnıy 25 yaş altı gençler arasında Putin’e göre daha popüler. Yine bu kesim içinde Navalnıy’ın Kremlin tarafından zehirlendiğini düşünenlerin oranı, orta yaşlılardan daha fazla.24 Peter Dickinson, “Navalny vs Putin: what next?”, Atlantic Council, 28 Ocak 2021 Rusların büyük kısmı hala devlet kanallarına ve medya aygıtlarına bağlı olsalar bile ömürlerinin tamamı Putin’in 21 yıllık iktidarında geçmiş TikTok neslinin “değişim” istediği ortada.

 

1990’lı yılların kaosundan ülkeyi çıkarıp bir uzun süreli “istikrar” dönemi yaşatan; uluslararası gelişmelere bağlı olarak Rusya’da ekonomik büyümenin öncülüğünü yapan; Gürcistan, Kırım ve Suriye’de “Rus gücünün döndüğünü” tescil ettiren Putin’in yolsuzluk ve içerde ve dışarda insan hakları ihlalleri iddialarına karşın gücünü kaybettiğini söylemek için henüz erken. Halkın Putin’e bakışında bir yıldır olumsuz yönde önemli bir değişim gerçekleşse de 2036 yılına dek devletin başında kalması hem Anayasal olarak hem anket sonuçlarına bakarak mümkün. Navalnıy ve taraftarları, belli ki Ağustos 2020’den bu yana Belarus’ta devam eden haftalık eylemlerle bir direniş hattı oluşturmaya çalışacak. Yine Belarus’ta eşinin tutuklanması üzerine muhalefetin lideri olarak yükselen Svetlana Tihanovskaya örneği, Navalnıy’ın eşi Yuliya için de dillendirilmekte. Putin’in ve Rusya’nın geleceği adına en kilit faktörlerden biri eylemlerde polis şiddetinin dozu olacaktır. Lukaşenko örneğinden ders alan Putin’in ülkesinde Belarus örneğinin tutması demografik ve coğrafi olarak kolay değilse de önümüzdeki günler Rus siyaseti için yeni olaylara gebe olabilir. Kremlin’in ve Kremlin’i izleyen uzmanların çoğunun düşüncelerinin aksine olur da Rubicon geçilirse, Rus liberallerinin “Putin’i devirmek” amacıyla Navalnıy ile kirli geçmişine ve söylemlerine rağmen iş birliği içinde hareket edebileceğini unutmamak gerek.25 Vladislav İnozemtsev, “Drugoy ili takoy je? Yavlyaetsya ili Navalnıy horoşey alternativoy Putinu”, Republic Mag, 4 Temmuz 2017

 

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
31 Ocak 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

An Unusual Allıance: On Unıqueness of Turkısh-Qatarı Relatıons

by Cemil Caca Arslan 29 Ocak 2021
written by Cemil Caca Arslan
An Unusual Alliance: On Uniqueness of Turkish-Qatari Relations

Cemil Caca Arslan

Turkish and Qatari strategic relationship is carrying significance in the region while also preserving its unique status in international relations. Both of these two states adopted a similar approach during Arab Spring and post-Arab Spring environment. This led to an increase in cooperation in 2010s most significantly. This cooperation turned into a strategic alliance. Supreme Strategic Council that has been established between Turkey and Qatar is the institutional body of this strategic alliance, and is leading by Sheikh Tamim and President Erdogan as its co-presidents.1 Türkiye – Katar Siyasi İlişkileri (Turkey-Qatar Political Ties) Regional political developments; most significantly coup d’etat in Egypt, created a new depth in Turkish-Qatari relations; UAE and Saudi Arabia openly supported and financed a putsch in Egypt by Abdel Fettah al-Sisi. Turkey and Qatar’s position has conflicted with UAE-Saudi influence in Egypt on this particular occasion. Afterward, two blocks have conflicted in Libya too by supporting different sides in the post-Gaddafi environment. Turkey’s relations have strained with the UAE-Saudi block; since it is revealed that UAE funneled money to Fetullahist terrorists through Mohammad Dahlan.2 UAE ‘ funneled money to Turkish coup plotters‘ In this event; Qatar stood by Turkey and legitimate Turkish government3 Qatar denounces military coup attempt in Turkey and after UAE-Saudi block announced illegal blockade to Qatar; Turkey was the one the first states which send necessary material aid to Qatar and declare its support to Qatar4 Turkey’s Erdogan condemns Qatar blockade ‘death sentence‘ ; besides its commitment to the alliance. Afterward, relations between the UAE-Saudi block and the Turkish-Qatari alliance have spilled all over the region. While the latter experienced a temporary setback, it managed to hold the line and launch a counter-offensive too. In Libya, Haftar’s putschist forces were driven back from the gates of Tripoli; while UAE’s normalization with Israel backfires and draw negative reaction even from Saudi Arabia; which led to lift of the blockade of Qatar, without even achieving one of their goals. The alliance also benefited from internal disputes within the UAE-Saudi block. Most importantly, UAE’s will to pursue an independent agenda from Saudi Arabia caused certain frictions. These frictions paved the way for Turkey and Qatar to regain their former advantages and achieve a more secure position.

 

Consequently, it is possible to argue that the Turkish-Qatari alliance managed to hold its position after a negative momentum, then begin to achieve its older gains. Right now, there is a stalemate between the Turkish-Qatari alliance and its regional rivals; but obviously, momentum is in favor of the alliance too. These successful outcomes are unique in many terms; first of all, the Turkish-Qatari alliance has a considerable within a regional security complex which is penetrated by numerous global actors by not bandwagoning any of them but also while avoiding making an enemy of those global actors. This alliance is proved to be quite effective outside of its region also with its joint effect in Somalia. This effectiveness proved that the alliance is quite able to penetrate other regions as well, such as the Horn of Africa. The Alliance’s capabilities and successful acts proving that certain rules of geo-politics can be changed with this sort of unique cooperation. What is the factors that make the Turkish-Qatari alliance so unique that enabling it to change certain rules of geo-politics and why it is working on the Turkish-Qatari alliance; instead of the UAE-Saudi block; despite the generous support that is presented to them by the Trump administration. This analysis is aiming to investigate the uniqueness of the Turkish-Qatari alliance by examining Turkey’s and Qatar’s geopolitical role and how are they fitting into it; besides examining possible strategical options for the alliance as well.

Historicizing

Understanding the international relations can be a challenging thing. If one is limit himself to the structural realm; he will surely miss certain factors that are more influential than they look. On the other hand, unit-level analysis, especially an ambitious one, usually tend to overlook the structural reality and taking the subject as an atomistic being; which is not possible if we are talking about a subject related to the social sciences. Thus, historicization of the subject is carrying great importance. Through historicization it is possible to identify the formation of self, other, and threat understanding of one subject. Historicization is an excellent analytical tool to observe the formation of identity without being limited to structural reality or unit-level realm. This is why, this analysis will try to historicize the relations between Turkey and Qatar.

 

Two states established bilateral relations in 1972, one year after Qatari declaration of independence. Yet, the relations between these two states are rooted way deeper than that. In 1550s, Ottomans managed to complete their administrative organization in Qatif, al Ahsa, Qatar, certain parts of Najd and Bahrain.5 Kurşun, Zekeriya, (2004), Basra Körfezi’nde Osmanlı-İngiliz Çekişmesi Katar’da Osmanlılar 1871-1916, Türk Tarih Kurumu Yayınları: Ankara, p.23 It is understood that Ottomans were intended to establish a sole sanjak6 An administrative body in Qatar; but they failed to do so due to Portuguese-backed Bahraini rebellion.7 ibid, 24-25 Even though attempts to establish a sole sanjak on Qatar has failed; Ottoman sovereignty on Qatar remained intact. Ottomans changed their attitude and choose to preserve traditional administrative structure that is acknowledging the autonomy of the Arab tribes in the region at some point; as long as Ottoman Sultan’s name mentioned in Friday sermons as ruler and taxes being paid.8 ibid, 25-28 This situation has continued until the first Saudi rebellion; due to Ottomans inability to quell the rebellion; they asked help from their governor of Egypt; but afterwards Ottomans experienced another conflict with the governor; resulting withdraw of Egyptian forces from Najd and surrounding area; eventually led to a power vacuum and British interest to the area as well.9 ibid, 30-31 During this era, Bahrain fell under British influence and British Indian administration send a fleet to Bahrain, under the alibi of fighting piracy; this event turned into an argument between British and Ottoman foreign ministries and eventually British gain a foothold in Bahrain.10 ibid, 41-42 To prevent British influence from expanding, to establish authority by forming administrative bodies and garrisons in Qatif, al Ahsa and Qatar; governor of Baghdad, Midhat Pasha launch a military operation.11 ibid, 43-45 In this operation, Ottoman strategy was focused on Qatar; since due to geographically close position of Qatar to Bahrain was driving British attention to Qatar and primary target was to prevent this situation; yet, directly invading Qatar won’t be an answer to the problem because of former power vacuum; thus, Qatari invitation was a must for Ottomans.12 ibid, 50 In 1871, Sheikh Jaseem bin al Thani invited Ottomans to the Qatar; as a result of that four Ottoman flags had been sent to Qatar and Sheikh Jaseem bin al Thani appointed as the kaymakam.13 ibid, 55-56 Following to this occasion, British come to Qatar to collect taxes in the name of puppet state Bahrain; in response of that, Sheik al Thani showed Ottoman flags as to prove Ottoman sovereignty over the Qatar and avoid paying taxes to British; as a result, British go back to Bahrain without achieving anything.14 ibid, 56 This particular event proving that skilled diplomacy of Qatari royal family. By inviting Ottomans to the peninsula, Qataris managed to hold back British-Bahraini influence and rule of al Thani family has been approved by the caliph itself; which boost the legitimacy of the family. Limited garrison on the island didn’t undermine the authority of the al Thani family; while it became a sign of force against other hostile Arab tribes around the region. Afterwards, Ottomans and al Thani relations were continued. Even though there are certain difficulties within this relationship, there never was a full-scale rebellion or oppression against Qataris. In 1913 Ottomans signed a treaty with British in 1913, to accept to leave Qatar; however ruling CUP15 Committee of Union and Progress delay the retreat16 Ottomans were reluctant to leave Qatar; due to Qataris positive attitude to Ottoman soldiers and their negative attitude towards an Ottoman retreat. Enver Pasha’s special envoy Major Ömer Fevzi Bey advised to forming a militia constituted by Qataris to fight against any British incursion (ibid, 150) and eventually making the treaty obsolete; yet Ottomans lose the peninsula anyway in 1916. According to Kurşun17 İbid, 151 , it was Jaseem al Thani’s will to keep Ottoman garrison on Qatar and he prevent numerous Saudi attempts to oust Ottoman garrison from Qatar.

 

Relationship between al Thani family and Istanbul, besides the fact that Qataris were not involved in the Saudi-Hashimi rebellion are quite important features in recent Turkish-Qatari alliance. This shared history without any sort of betrayal or serious conflict keeping the Turkish-Qatari page clean and differentiating Qatar from other Arab nations in the region in Turkish perspective. While Turkey is experiencing strained relations with Arab nations oftenly; Qatar was a never subject of this situation. It is mostly related with relatively peaceful and cooperative relations between two entities. As a result; Qatari otherness in Turkish perspective is constructed as amity instead of enmity. Absence of a big rebellion and relatively easy transition probably led to same construction at Qatari side also. This syndrome-free background considerably eases the situation for both states to create alliances and act in a cooperative manner.

Features

As it is already mentioned, what makes the Turkish-Qatari alliance unique is not its historical roots or a specific type of cooperation. Although, Turkey and Qatar constructed each other in a positive sense; they still have a long road to form a security community together or leading a security regime in the MENA region as well. Moreover, the Turkish-Qatari alliance is a pretty typical one that can be formed within a regional security complex if we are going to use regional security complex and balance-of-power as analytical tools to understand the uniqueness of this relation. I, take Turkey’s and Qatar’s hierarchical position as what make this relationship as unique.

 

Qatar is a small state. Especially in the military sense. It covers a little portion of land in the Gulf and can be easily overrun by Saudi Arabia or Iran. By being a peninsula, it looks like it is possible to turn Qatar into a fortress; but giving Qatar’s grand strategy, this option has been eliminated from start. On the contrary of its military weakness, Qatar is a skilled user of diplomacy and utilizing soft power tools since 90s. Besides, Qatar’s huge economy and use of the Qatar Investment Fund, mostly to diversify its economy and creating resilience to unstable energy markets. Consequently, Qatar became a key actor in international real estate, finance, investment and energy markets through these diversification efforts and this situation contributed Qatar’s soft power immensely.18 Miller, Rory, (2019), “Katar, Körfez Krizi ve Uluslararası İlişkilerde Küçük Devlet Davranışı”, Körfez Krizi Kıskacında Katar, (ed.) Rory Miller, (trn. Gökçe Katkıcı), Küre Yayınları: İstanbul, p. 99 Giving all these factors it is a challenging task to identify Qatar’s power ranking. Yes, it is small. Its population, its military, its land; they are all small; yet, by using its economic might smartly; Qatar managed to influence the region; especially during Arab Spring. It didn’t, and isn’t, act like a small state; refuse to bandwagon and to be bullied and created a sovereign foreign policy. This attitude of Qatar has also questioned the concept of power and made a lot of people to revisit soft power.

 

Turkey is also a challenging task; when it is come to identifying its position in the international hierarchy. Turkey is a serious military force in its region with a fragile economy but most importantly carrying a historical record. This historical record can be a miraculous advantage as well as a burden based on the interlocutor. Turkish historical ties, regardless from the region, sometimes labeled as neo-Ottomanism (negative) and sometimes as a protector (positive) figure. This situation isn’t making things easier for Turkish policy-makers since their sense of duty or moral obligations usually reflected as neo-Ottomanism within certain circles. Nonetheless, Turkish historical ties to a huge geographical area are a source of power and a burden at the same time. Regardless of our perception, Turkey cannot be a rival to big powers for the most part. This situation of Turkey deemed its position to middle power. To confirm this, during Cold War, Turkey was acted like a middle power indeed. Using collective security measures and international organizations in order to survive in a predatory world. Turkey’s inability to protect itself from a possible Soviet offensive and Soviet influence; but also, its geopolitical position and historical experiences urged Turkey to take sides with the Western alliance. This was a typical middle power behavior.19 Holbraad, Carsten, (1984), Middle Powers in International Politics, The Macmillan Press: London, p. 69 Turkey’s regional interests and influence also strengthened the understanding that perceive Turkey as a middle power.20 ibid, 73 Middle powers also draw power from their moral position.21 Cooper, Andrew F., Higgot, Richard A., Nossal, Kim, (1993), Relocating Middle Powers: Australia and Canada in a Changing World Order, Carlton, Victoria: Melbourne University Press, p. 19 Turkey’s moral position after World War 222 Turkish diplomats in Europe helped European Jews to escape and survive Holocaust, Turkey is a founding member of United Nations and in addition, Turkey showed its will to become a democracy in the after-WW2 environment also helped Turkey to adopt its position as a middle power. In other words, middle powers draw their powers from their contribution to the new world order. This non-atomistic approach will be used while explaining the uniqueness of the Turkish-Qatari alliance. More importantly, even though middle powers are able to create security alliances; they are more tend to follow those that have been established by great powers.23 Cooper, Andrew F., Higgot, Richard A., Nossal, Kim, (1993), Relocating Middle Powers: Australia and Canada in a Changing World Order, Carlton, Victoria: Melbourne University Press, p. 117-118 This situation is especially true for Turkey; since Turkey-led regional security alliances; such as Sadabad Pact and Balkan pact prior to World War 2 but it was even more enthusiastic to follow United Nations and NATO as well.

 

In a nutshell, Turkey is a middle power and Qatar is a small state in geopolitical terms. The cooperation of these two units within a regional security complex can be observed throughout the world. It is not a new thing. Especially considering Turkey’s and Qatar’s willingness to maintain their positive relations with the United States; it is quite easy to say that the Turkish-Qatari alliance is not a revisionist one; yet as it is going to be discussed, it is far from being a bandwagon to a superpower.

Analysis

The illegal blockade started in 2017 gave old school geo-political understanding a victory. Many lectured Qatar to adopt its position as small state and act like one; bandwagon and happily accept being bullied; in order to “survive” in an anarchic environment.24 Qatar: Big lessons from a small country Mahbubani’s claim was that Qatar’s middle-power-like actions and its denial its own position as small state led to its own demise; since small states can’t act like middle powers due to their lack of material capabilities to protect themselves from aggression. This conviction didn’t age well obviously. First of all, Qatar never forget its weakness in military sense. Qatar is enjoying good military relations with a superpower, United States, while it is also keeping its positive relations with other Western states, such as France and Germany.25 Lekhwiya, French National Gendarmerie sign agreement Doing this, Qatar is adopting a global protection; while cautiously sticking its sovereign foreign policy. Second, Qatar also formed strong non-Arab regional alliances. Unlike the lectures Qatar has received during the crisis; going outside of Gulf ensured Qatar’s survival in this case. Military base of a middle power, Turkey, in the peninsula became a deterrent for aggressors. Besides, unlike superficial advises of Mahbubani; it was wiser for Qatar to diversify its foreign policy options as UAE-Saudi block already acted as adversaries in 1996; while GCC was still intact.26 New details revealed on 1996 coup attempt against Qatar Mahbubani’s unwilling attitude to understand Gulf’s unique conditions led him to spill superficial advises. In fact, there was a trust problem between Qatar and rest of GCC and realizing that, Qatar has diversified its foreign policy options. For some time, it was a challenging effort for Qatar to diversify its foreign policy options within the region. Iraq was an adversary of the Gulf, Iran’s expansionist agenda as well as sectarian differences were constituting a limit to good relations between two states, Baathist Syria was an ideological adversary even though an open conflict was yet far from the scope, Egypt was a one of the supporters 1996 coup d’etat attempt while Jordan and Lebanon were also under Qatar’s adversaries’ influence. These hardships make Turkey is a perfect option for Qatar. Especially with Erdogan came to power. Turkey is a Muslim country without sectarian differences, enjoying institutional relations with Western bloc and has a strong military to deter its regional adversaries as well. This natural tendency has strengthened with the start of Arab Spring and with the reign of Sheikh Tamim bin Hamad al Thani.

 

Qatar isn’t acting like a small state that is correct; yet Mahbubani was right about one thing. Geo-politics will attempt to make a state pay; if that state isn’t accepting its position in the hierarchy. Yet, Qatar managed to survive this attempt with its skilled diplomacy and rationally selected allies. Qatar is benefiting Turkey from this aspect obviously. Turkish military presence in the peninsula and general Turkish diplomatic support is quite helpful to keep Qatar’s adversaries at bay and ensure its survival. Moreover, when Qatar’s soft power meets its limits, it can combine with Turkish hard power; which ensures Qatar’s and Turkey’s joint benefits can be achieved.

 

Turkey, on the other hand, adopted a more pro-active approach in its foreign policy during the last decade. This pro-active approach conflicted Turkey’s early position as a middle power. Moreover, it led to a problematic situation for Turkey too. Zero problems with neighbors policy of Davutoglu era has failed terribly when Arab Spring has come to an end in Syria. In addition to its former problems, Turkey has met with some new ones. Besides with the failure of the so-called Solution Process reflected to the transnational area. PKK has strengthened considerably during this process and turned into a bigger problem with its tentacles over Syria. To make it more complex, PKK’s Syrian branch draw considerable support from Turkey’s traditional allies and come to brick of legitimization in the international area. Moreover, Turkey has confronted with Russia, its historical and traditional adversary, on multiple fronts. Even though the view is looking like a complete mess; Turkey managed to cope, more or less, with Russia in three fronts, strike considerable blows against PKK and make sure Assad can’t reach a total victory; while also challenging Iran’s expansionism over Iraq and Syria. In addition, Turkey is trying to cope with the French-Greek axis in Eastern Mediterranean, upon the problem caused by long waiting maritime border issues. While those problems are happening, Turkey managed to obtain a military base in the Horn of Africa; far from the regional security complexes it engages.

 

View is showing us an intriguing point. Turkey’s independent presence on multiple fronts is completely opposing to the previous position that adopted by Turkey. In other words, Turkey isn’t acting like a middle power; yet its material capabilities and currently exhausted diplomatic relations are coming short to become a big power too. Yet, Turkey is succeeding while not acting as a middle power; since it can protect itself from a big power like Russia by engaging an indirect, hybrid war at multiple fronts against it. Still, it is not a big power and it needs allies. Despite certain difficulties, Turkey is managing to keep its traditional allies and keep being an active member of international organizations also. Yet, it is not sufficient; since Turkey’s traditional allies have already penetrated regional security complexes that Turkey is engaged and have their own agenda, which is conflicting with Turkey’s. Thus, Turkey’s need for a regional ally is clear. For both boosting its legitimacy and combine its power as well. In this aspect, Qatar is presenting a perfect choice for Turkey. Qatar’s immense soft power, its financial capabilities and extensive tribal connections around the Gulf are perfect tools to cope with the anti-Turkish ideological stance in the Arab World. Besides, Qatar’s diplomatic power and presence within international organizations, that Turkey is not participating in, are proved to be helpful to Turkish security operations.27 Qatar breaks ranks with Arab League to give full support to Turkey Moreover, Turkey’s and Qatar’s position in Palestine Issue is helping to improve and preserve their image in Muslim societies. Having an Arab partner, besides following a non-sectarian agenda, in this issue is making it harder to exclude and demonize Turkey; unlike Iran, which is adopting a similar but more radical stance in Palestine Issue, yet is being excluded and demonized throughout Arab World; except within small sectarian societies.

 

Turkey’s need for Qatar is quite similar to Qatar’s need for Turkey. Turkish military capabilities are in need to be combined with a considerable and foreign soft power. Even though Turkey has focused on the concept of power during the last decade; due to various reasons; Turkish soft power capabilities aren’t developed according to plan. It came short many times when it encounters with anti-Turkish propaganda. Most significantly PKK rhetoric and UAE-Saudi perception management attempts.

 

In a nutshell, Turkey is a middle power; which is not acting like a middle power and Qatar is a small state which is not acting like small state. In addition, they both are not claiming to be big powers and strictly avoiding revisionism too. So, they are not fitting their roles but also quite avoiding a drastic trample over geo-political lines and adopting revisionism. Yet, together they are overcoming the challenges that they are encountering. Mostly because their reluctance to adopt their hierarchical position. The alliance’s success in Somalia, Libya and Syria, within certain limits; besides surviving a brutal blockade without giving one compromise in the latter. Turkish-Qatari alliance is able to project its combined power to many fronts in MENA and Horn of Africa while competing with big powers and the same-scaled states; such as UAE and Saudi Arabia. This notion is making Turkish-Qatari alliance unusual in geo-political sense.

 

The negative effects of normalization within GCC to the alliance is questionable. As it is already discussed, it was the Gulf states and Egypt that make Qatar to look for allies outside of the Arab world at the first place. Moreover, albeit there are extensive tribal connections within Gulf, Qatar has already learned that other Gulf states are the primary threat to its survival; unless Qatar is going to compromise and obey the others. Turkey is also enjoying having a prestigious Arab ally with capabilities to enforce a strategy. Yet, the current status of relations is only the beginning.

 

Due to geographical position, not sharing any border, Turkey and Qatar can’t fulfil the potential of their alliance. To fulfill that potential; a shared border is necessary; this makes a third partner is also necessary. Making Turkey meet with the Gulf is a hard task. Even though conflicting in Syria, Iran’s position against Turkey and Qatar is not as negative as to Saudi Arabia, Iran’s ideological nemesis. Yet, Iran is primary responsible for cutting Turkey from the Gulf right now; especially with its expanding influence over Iraq. The possibility of an Iran-free Iraq has much to offer to the region. A potential Istanbul-Basra or Iskenderun-Basra railway can connect Turkey to Gulf, and Qatar, which will enable a stronger security alliance, development of economic cooperation and most importantly a much-needed third partner: Iraq. With geographical connection and the third partner; it will be much easier and much meaningful for the Turkish-Qatari alliance to institutionalize. A possible international organization constituted by Turkey, Qatar and Iraq will be enough to shape Gulf, Levant and Eastern Mediterranean at the same time; while it also creates new energy routes to Europe and other commercial routes to Gulf markets. Moreover, it can stabilize Iraq with positive economic outcomes and strong security cooperation; while creating a chance to keep China at the bay. Due to the current Iranian influence over Iraq, it looks like a long shot at the time, but it should be also remembered that ongoing popular disturbances in Iraq are mostly have anti-Iranian sentiment and change is always on the table.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
29 Ocak 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Prag Baharı’ndan Günümüze Rusya’nın Dış Politika Doktrinleri

by Acta Fabula 1 Ocak 2021
written by Acta Fabula
PRAG BAHARI’NDAN GÜNÜMÜZE RUSYA’NIN DIŞ POLİTİKA DOKTRİNLERİ
Levent Kemal - M. Çağatay Cebe

Bugün çok konuşulan Avrasyacılık1 Bkz: Vladimer Papava; The Eurasianism of Russian Anti-Westernism and the Concept of Central Caucaso-Asia; November 2013; Russian Politics and Law Vol. 51(No. 6):45-86 –  Natalia Morozova; Geopolitics, Eurasianism and Russian Foreign Policy Under Putin; 2009, Volume 14, Issue 4, The Geopolitics Journal – Mark Bassin; Classical  Eurasianism and The Geopolitics of Russia Identity; Department of Geography University College London – Bassin, Glebov, Laruelle; Between Europe and Asia: The Origins, Theories, and Legacies of Russian Eurasianism; 2015, University of Pittsburgh Press – Rus Jeopolitiği – Avrasyacı Yaklaşım; Aleksandr Dugin, Küre Yayınları – Meşdi İsmayılov, Avrasyacılık, Doğu-Batı Yayınları. ve Avrasyacılığın başını çeken Rusya’nın dış politikası her zaman dönemsel ve birbirini takip eden doktrinlerin çevresinde şekilleniyor. Bu doktrinlerin temelinde Napolyon’u mağlup ederek kendisini Avrupa’ya uyum2 Kyle M. Lascurettes, The Concert of Europe and Great-Power Governance Today What Can the Order of 19th-Century Europe Teach Policymakers About International Order in the 21st Century? RAND Publication, February 2017 ile kabul ettiren Çarlık dönemi ile, Sovyet devrimi ve devrime muhalif aydınların entelektüel müktesebatı ve iki kutuplu soğuk savaş döneminin etkileri yatıyor.

 

Napolyon’un Çarlık Rusya’sı tarafından durdurulmasından yaklaşık yüz otuz yıl sonra Rusya bu sefer Sovyet iktidarında Nazi güçlerine karşı giriştiği mücadele ile kendisini Avrupa’nın ortasında buldu.3 II.Dünya Savaşı’ndan sonra, Sovyetler Birliği kontrolünü Doğu Avrupa’ya genişletti. Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Macaristan, Doğu Almanya, Polonya, Romanya ve Yugoslavya’daki hükümetleri devraldı Bağımsızlığın ardından ABD’nin dünya siyasetine etkin şekilde müdahil olması ve art arda gelen dünya savaşları nedeniyle Avrupa dünyanın merkezi olmaktan çıkmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde ise kıta Sovyet Rusya-ABD soğuk savaşında arada kalmış haldeydi. 

 

Bu dönem aynı zamanda ülkenin merkezi olarak nitelenebilecek kesiminin, Komünist ideoloji sayesinde kimlik bunalımını geri bırakıp böylece Rusya’nın rekabetçi bir çizgiye yerleştiği dönemdi. Artık Batı ve onun kapitalizmi özenilecek bir odak değil, her yönden alt edilip geride bırakılacak bir düşmandı. I. Petro’nun Avrupalılaşma girişimi ile temelleri sarsılan Çarlık döneminin mesihçi-dini düzen ve idealleri Sovyet komiteleri tarafından alaşağı edilmişti. En azından Sovyet deneyiminin 1945’ten sonraki üç on yılı bu şekilde düşünüyordu. Karşıtında da bir şekilde Sovyet parti bürokrasisi ile aynı şekilde yankı bulan bu düşünce, Avrupa ve ABD güvenlik yaklaşımlarını derinden etkilemişti. Çift kutuplu dünya çeşitli mücadele alanları içinde git-geller yaşıyordu.

 

Ne var ki bu durum çok uzun sürmedi. Gorbaçov döneminin Glasnost ve Perestroyka politikaları ile Rusya geçmişinin hesabı öderken sancılı bir geçiş dönemine girdi. Bu süreç siyasal, askeri ve yapısal olduğu kadar Sovyetler sonrası dönem için Moskova’nın kendisini yeniden bir kimlik, güvenlik ve dış politika bunalımının içinde bulmasına neden oldu.

 

Ancak bu bunalım Moskova’nın ilk bunalımı, dış politika perspektifi konusunda yeni siyasal ortamdan dolayı oluşan boşluğu doldurma ihtiyacında bocaladığı ilk dönemi değildi. Sovyet devri için çokça ifade edilen, devrim ihracı olarak basit şekilde isimlendirilmiş Sovyet dış politikası, İkinci Dünya Savaşı ile ciddi şekilde değişmişti. Savaş, Maoizm’in doğuşu, ulusal karakterdeki sosyalizm mücadeleleri ve Sovyet sisteminin bürokratik bir diktatörlüğe dönüştüğü4 Bu konudaki genel eleştiriler Sovyet devriminin erken döneminde Troçki ve takipçileri tarafından dile getirilmiştir. Bu konuda Troçki’nin 4. Enternasyonel Girişimi notlarına ve dönem eleştirilerine bakılabilir. Diğer yandan Sovyetlerin parti diktatörlüğüne dönüşmesi ile ilgili eleştiriler Stalinizm çevresinde odaklansa da 1980-90’larda dünyadaki pek çok sosyalist hareket parti seçkinciliğine dayanan Sovyetik sistemi eleştirmiş, demokratik olmadığını ifade etmeye başlamıştır şeklindeki eleştiriler ve benzeri etkiler Sovyet sistemini kendi sınırları içinde bile zorlar hale gelmişti.

 

İkinci Dünya Savaşı öncesinde, çevresindeki ülkelere göre daha demokratik olarak nitelenebilecek olan5 Antoine Marès, History of the Czechs and Slovaks, Paris, Perin, s. 397 Çekoslovakya bu minvalde Rus dış politikasında müdahaleci doktrinlerin inşasına etkisi bakımından önemli bir yer tutmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı sonuçları nedeniyle otoriter-faşist rejimlerin yaygınlaştığı Avrupa’da nadir demokratik rejimlerinden birine sahip olan Çekoslovakya hem kendi tarihini hem de Rus siyasi yaklaşımını İkinci Dünya Savaşı sonrasında sürdürmeye çalıştığı demokrasi ile değiştirmiştir. Çok partili Çekoslovak siyasi yaşamındaki politik zenginlik 1945 sonrasındaki Sovyetik etki ile kaybolmuş, siyasi hayat negatif manada basitleşmiştir.6 Ateş Uslu, Prag Darbesi’nden Prag Baharı’na: Çekoslovakya’nın yirmi yılı (1948-1968), Devrimci Marksizm, 6-7: 150-177, 2008

 

Nazi işgali döneminde Nazilere karşı mücadeleleri nedeniyle öne çıkan Komünistler Çekoslovakya’nın siyasi hayatında, Sovyetlerin de etkisi ile, öne çıkmıştı. Ancak ülkenin önünde ciddi sorunlar vardı. Uzun süre bu sorunları çözmekte başarısız olan Çekoslovakya, Moskova’da Stalin’in liderliğe geçmesi ile sert bir Stalinizasyon dönemi yaşadı. 1960’lı yılların ortasına kadar Çekoslovakya Komünist Partisi Stalin döneminin sert uygulamalarına devam etti. 60’ların ikinci yarısında ise ülkede bir çözülme evresi yaşanmaya başlandı. Bu süreçte Stalin dönemiyle doğrudan bağlantısı olan parti ve devlet yöneticileri görevden alındı. 1952-53 yıllarında siyasi polisi yöneten Karol Bacílek Slovak Komünist Partisi birinci sekreterliğinden azledildi ve yerine Alexander Dubček getirildi.7 A.g.m. Dubček daha sonra Çekoslovak Komünist Partisi sekreteri oldu ve hızla reformlara yöneldi. Stalin döneminin ve Moskova’nın tercihi olan baskı mekanizmalarını kaldırmaya başlayan Dubček’in bu hareketi Moskova’da sosyalizm düşmanlarının güçlendirilmesi olarak nitelendi.8 Jon Bloomfield, The “Prague Spring” Re-assessed, Marxism Today, May, 1978

Sovyetler Birliği Dış Politikası: Breznev Doktrini

Sovyetler Birliği’nin uluslararası ilişkilere olan bakış açısı işte bu sırada, 1968 yılında, değişti. Çekoslovakya’nın başkenti Dubček’in reformlarını bastırmak isteyen Sovyet ve Varşova Paktı askerleri tarafından işgal edildi. Prag’ta işgal karşıtı başlayan halk gösterileri işgalci askeri birlikler kullanılarak bastırıldı.9 Chapple, Amos. “Invasion: The Crushing Of The Prague Spring.” Radio Free Europe / Radio Liberty Bu gelişmeyle birlikte Sovyetler Birliği, 1968 yılının Kasım ayında “Breznev Doktrini” adıyla da bilinen dış politika modeliyle yeni bir yapılanmaya gitti.

 

Başka ülkelerde Sosyalizm ve Moskova ile olan bağların zayıflamasının bütün bir sisteme yönelik tehdit olduğu düşünen Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Leonid Breznev, Batılı devletlerin geliştirmiş oldukları taktik ve stratejilere cevap olarak kendi doktrinini oluşturmuştu. Sosyalist kanadın güçlenmesini isteyen Breznev, içinde bulunulan Soğuk Savaş halini sıcak bir savaşa çevirmemek amacıyla diğer ülkelerde “devrim ihracı” ile güçlenmeyi hedefledi. Bu yaklaşım Rusya’nın Sovyetler sonrası döneminde uygulayacağı askerlik dışı unsurların askerileştirilmesi ve savaşın yeniden tasarlanması fikrine öncülük edecek. Rusya Federasyonu sıcak savaştan kaçınma stratejisini sürdürecek ancak araçları değiştirecektir.

 

Barışçıl bir atmosferde ilerlemesi planlanan Breznev’in devrim ihracı, diğer ülkelerdeki mevcut hükümetlerin ideoloji temelli bir şekilde devrilmesini ve karşı devrim hareketlerini bastırmayı amaçladı. Bu faaliyetlere ise en çok “sosyalist bağın zayıf olduğu ülkeler”de odaklanıldı.10 Mitchell, R. (1972). “The Brezhnev Doctrine and Communist Ideology.” The Review of Politics, Vol. 34, No. 2, s. 202 Ülke yönetimlerinin sadece proleter devrim11 Proleter devrim, Karl Marx ve Friedrich Engels’in sosyo-ekonomik düzlemde geliştirdikleri bir siyaset bilimi teorisidir. Halkın devrim yaparak devletin yönetim araçlarını ele geçirmesini temel alır. bkz. Blackburn, R. (1976) “Marxism: Theory of the Proletarian Revolution,” New Left Review, No. 97 ile gelen Sosyalist bir rejimle yönetilmesi gerektiğini savunması sebebiyle Breznev Doktrini aynı zamanda batı dünyasında “Sınırlı Egemenlik Doktrini” olarak da anıldı.12 Baroch, C. (1971). “The Brezhnev Doctrine.” American Bar Association Journal, Vol. 57, No. 7, s. 688

 

Breznev Doktrini’ne göre karmaşık bir bürokrasi ağ yapısına sahip olan Sovyetler Birliği, kendisini dünyanın merkezine yerleştirdi. Dünya güçlerinin bağıntısında13 Güçlerin Bağıntısı; Sovyetler Birliği dış politika planlamasında yer alan en önemli kavramlardan bir tanesi. Dünyadaki askeri, siyasi ve ekonomik anlamda karşı karşıya gelmelerin tanımlanmasında kullanılır. bkz. Sivonen, P. (1987) teoriler, yaşanan niteliksel değişim, uluslararası ilişkilerin yeniden yapılanmasındaki ana unsur olarak görüldü. Bu niteliksel değişimin en büyük tamamlayıcısı olarak kendisini gören Sovyetler Birliği, bu küresel değişimin merkezinde istikrarlı bir güç olarak yine kendini yerleştirdi. Özetle bu doktrin; doğu bloğunun dışında gerçekleşen devrim hareketlerinin Sovyetler Birliği’ni güçlendirmesini ve kapitalist yapılara karşı baskın bir hale gelmesini amaçlıyordu.14 Mitchell, R. (1978). “A New Brezhnev Doctrine: The Restructuring of International Relations.” World Politics, Vol. 30, No. 3, s. 389 Sovyetler Birliği, devrimci değişimin büyümesi ve batı karşıtı bir kurtuluş mücadelesi olarak Orta Doğu’daki ülkelere hem koruyucu oldu hem de müttefik olarak destek verdi.15 Chubin, S. (1982). “Gains for Soviet Policy in the Middle East.” International Security, Vol. 6, No. 4, s. 131

 

Ancak bu sert müdahale bölge ülkelerini çok uzun süre Sovyet şemsiyesi altında tutamadı. Silahlanma yarışı, işgal girişimleri, uluslararası sistemi ülkeler bazında sosyalist devrimlerle etkileme girişimlerinin maliyetleri, ekonomik krizler ve Baltık’tan yükselmeye başlayan bağımsızlık sesleri Sovyet Moskova’yı zorluyordu.

 

İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında fiili genişleme yaşayan Sovyetlerin dönüştüğü federasyon cumhuriyeti, merkez ve çevrenin ilişkisini artık bir arada tutamayacak kadar zayıflamıştı. Yevgeniy Primakov’un Sovyetlerin yıkılışını sorguladığı paragrafın ilk sorunsalı da budur: “Sovyetler Birliği’nin varlığı neden sonlandı? Bu soruya tek bir cevap vermek mümkün değil. SSCB’nin çökmesinin nedenlerinden bir kısmı federal yapısının mükemmel olmamasından, öznel beceriksizliklerden ve Sovyet yöneticilerinin hatalarından kaynaklanmaktadır. Son olarak da Gorbaçov ile Yeltsin arasındaki karşıtlık durumun bu yönde gelişmesine son derece olumsuz etki etmiştir. ABD ve NATO’daki müttefikleri de başlıca olmasa da belirli bir rol oynamışlardır.”16 Yevgeniy Primakov, Politikanın Mayınlı Tarlası, Selis Kitaplar, 2008, s.112

 

Primakov Perestroyka’nın acıklı sonu başlığını taşıyan bölümde zayıf federalizmin yanında pek çok sorun sayar. Bunların başında parti ile devletin iç içe geçtiği siyasal sistemin sorunlara çözüm bulamayışı, merkez-çevre ilişkisindeki ekonomik akış ve işleyişin siyasal sistemden etkilenişinin getirdiği bozukluklar da dahildir.17 A.g.e., s.112-131

 

Primakov’un bahsettiği tehlikelerin bir kısmı Breznev döneminde öngörülmüştü. Bu nedenle Breznev bir yandan sosyalist ülkeleri Moskova’ya bağlı tutmaya çalışırken bu amaç diğer taraftan Batı ile kısmi bir yumuşama siyaseti yürütüyordu. Daha çok askeri konular ve sınırların zorla değiştirilmesi içeriklerine odaklansa da bu dönem yumuşama (detant) politikası18 Prof. Dr. İsmet Giritli, Detente’e dair, İstanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası Cilt: XLII Sayı 1-4, 1977 Sovyetlerin ekonomideki ciddi sorunları için görece iyileşme getirmişti.19 Prof.Dr. İsmail Özsoy, Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihî ve Evrensel Dersler, Bilig / Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi. 2006; 0(39): 163 – 194. Ancak ne Kruşçev ne de Breznev dönemindeki ekonomik planlar tam olarak başarılı olmuştu. Çünkü “şu veya bu fabrikanın inşaatı konusu bile çoğunlukla ekonomi temelinde değil, politik motiflerle ele alınmıştı.”20 Yevgeniy Primakov, Politikanın Mayınlı Tarlası, Selis Kitaplar, 2008, s.113

 

Bu dönem dış politikada Sovyetler Baltık’ta ve güney şeridi olarak anılan Türki cumhuriyetlerdeki bağımsızlık düşünceleri ile baş etmeye çalışıyordu. Diğer yandan ileri karakol olarak görülen Doğu Almanya da birleşme düşüncesi demokratik reform talepleri ile dillendirilmeye başlanmıştı. 1958 Berlin bunalımı, 1961 duvarın başlangıcı, Batı Almanya’nın Hallstein Doktrinini21 Bkz: Hallstein Doctrine terk ederek Doğu ile iletişime geçme çabalarını takip eden Breznev’in yumuşama dönemi ve ardından gelen açılımcı Gorbaçov dönemi Moskova’da pek çok şeyi değiştirecekti.

 

Gorbaçov iktidarının ilk yılında “ekonominin temel probleminin merkezî ve katı bir planlamadan kaynaklandığını tespit etmiştir. Dünyaya kapalı kalmasının bir sonucu olarak çağ dışı kalan ve hantallaşan sistemin ve toplum hayatında yaşanan durgunluğun ancak köklü hamlelerle çözülebileceği kanaatini taşıyan Gorbaçov, Şubat 1986’da Perestroyka (Yeniden Yapılanma) ve Glasnost (Açıklık) politikalarının kabul edilmesini sağladı.”22 Prof.Dr. İsmail Özsoy, Sovyet Sisteminin Çöküşünden Tarihî ve Evrensel Dersler, Bilig / Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi. 2006; (39): 163 – 194. Gorbaçov’un serbest piyasaya geçiş ve çözülme, 9+1 anlaşması ile Sovyetlere son verip Bağımsız Devletler Topluluğu’na geçiş girişimine karşı ordu, KGB ve SBKP’nin muhafazakâr kesiminin darbe planı başarısız oldu. Gorbaçov, darbe girişiminin ardından istifa etti ve Sovyetler Birliği resmen sona erdi.

İç içe doktrinler döneminin miladı: Yakın Çevre Doktrini

Primakov’un doktrini esasen Andrei Kozyrev, Pavel Graçev ve Evgeni Ambartsumov’un imzasını taşıyan Yakın Çevre Doktrininin genişletilmiş bir hali idi. Yakın Çevre Doktrini bu isimle 1993 yılının sonunda Rusya Federasyonu’nun ilk resmi dış politika doktrini olarak ortaya çıkmıştır. “Perestroykayla beraber Rus Dış Politikasının önceliği olarak görülen Batıyla ilişkiler, bu tarihten itibaren yerini merkezi Avrasya’yı hedefleyen yaklaşıma bırakmıştır. Rusya’nın yeni dönemde resmi bir dış politika oluşturması beklenen bir durumdu, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra meydana gelen politik gelişmeler Yakın Çevre Doktrini”nde Avrasyacı yaklaşımın izlerinin belirgin olmasına neden olmuştur.”23 A. Sait Sönmez, Yakın Çevre Doktrini Bağlamında Yeltsin Dönemi Rusya Federasyonu’nun Bağımsız Devletler Topluluğu ülkeleri ile ilişkileri, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2010

 

Yakın Çevre Doktrini esasen erken dönemleri için savunmacı bir doktrin olarak değerlendirilebilir. Çünkü ortaya atıldığı dönemde küresel güç dengesi Moskova’nın aleyhineydi. Büyümeye başlayan Çin’in genişlemeci bakış açısı, Avrupa’nın bağımsızlığını kazanan Varşova ülkelerindeki hızlı yapılanmaları ve Kuzey Kutbu’nda kaybedilmek üzere olan mücadele gibi acil sorunlarla yüz yüze olan Moskova Yakın Çevre Doktrini ile öncelikle ileri savunmayı ve Sovyetler döneminde merkezi temsil eden yeni Rusya’yı güçlendirecek stratejik çıkarları hedefliyordu. Ancak bu yaklaşımın ana ekseni genel olarak güney çeperi olarak düşünülüyordu. “Sovyet sonrası dönemde Güney Kafkasya bölgesi, etnik çatışmalar, Hazar’daki enerji kaynakları ve petrol boru hattı güzergahları gibi konularla uluslararası politikada öne çıkmıştır. Yeltsin yönetiminin Güney Kafkasya politikası genel olarak, etnik gerginliği kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak, Hazar’daki enerji kaynaklarının Rusya üzerinden Batı piyasalarına taşınmasını sağlamak ve Doğu Karadeniz’deki limanları kontrol altına almak şeklinde özetlenebilir. Yeltsin yönetimi döneminde yukarıda belirtilen hedefe ulaşmak için iki önemli strateji geliştirilmiştir: güç kullanımı doğrultusunda bölgedeki Rusya’nın bölgedeki etkisinin artırılması (stratejist grubun yaklaşımı), Hazar ve çevresinde Rusya’nın ekonomik çıkarlarının korunması (ekonomik pragmatist grubun yaklaşımı). 1992 yılına kadar daha ziyade ikinci grubun yaklaşımı Rus Dış Politikasına hâkim olmuşken, özellikle Yakın Çevre Doktrininin ilanından sonra birinci grubun yaklaşımı öne çıkmıştır.”24 A.g.m.,

Rusya’nın Değişen Dış Politikası ve Primakov Doktrini

Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte Boris Yeltsin dönemi başladı. Sovyetler Birliği’nin dış politikasının tam ters bir çizgide, batı yanlısı bir politika izlemeye başlayan Yeltsin ve ekibi, Avrupa’ya dönüşü amaçlıyordu.25 Malcolm, N. (1994). “The New Russian Foreign Policy.” The World Today, Vol. 50, No. 2, s. 29 Ancak Yeltsin’in yeni dış politika yaklaşımı Duma Meclisi’nde yaşanan sorunlar sebebiyle zorlanıyordu. Dışişleri Bakanı’nın makamında yetersiz kalması yüzünden Yeltsin, yeni bir bakan seçme yolunu tercih etti.26 Freedman, R. (2001). “Russian Policy Toward The Middle East: The Yeltsin Legacy and the Putin Challenge.” Middle East Journal, Vol. 55, No. 1, s. 61 Orta Doğu uzmanı olan, daha sonra dış istihbarat şefliği ve Başbakanlık da yapacak27 Gould, Paul. “Yevgeny Primakov, Kremlin Politician, 1929-2015.” Financial Times, 26 June 2015 olan Yevgeniy Primakov, 1996 yılında Rusya Dışişleri Bakanlığı’na getirildi. Sovyetler Birliği’nin dış politikasındaki ideolojik temel yerine pragmatist olmayı tercih eden Primakov tek kutuplu dünyaya karşıydı. Rusya’nın kısa zamanda ilişkilerini kuvvetlendirerek oyuna dönmesini isteyen bakan, Amerika’nın karşısında bir güç olarak Moskova’nın yer almasını istiyordu.28 Pihla Bernier, (2018).  “Yevgeny Primakov’s Operational Code and Russian Foreign Policy”, Master’s Thesis in International Relations, University of Tampere s. 30

 

Primakov’un dış politikadaki en baskın görüşü ise eski Sovyetler Birliği’ne bağlı çevre ülkelerle daha yakın ilişkiler güdülmesi, Amerika ve genişleyen NATO ile bağlantılı kurumlara karşı adımlar atılması Çin ile işbirliği yapılması yönündeydi.29 Rumer, E. (2019). “The Primakov (Not Gerasimov) Doctrine in Action.” Carnegie Endowment for International Peace, s. 4 Amerika’nın Orta Doğu ve Avrasya’daki politikalarına karşı olup, Rusya’nın bu iki bölgedeki nüfuzunu artırması için Rusya-Hindistan-Çin üçlü iş birliği fikriyle BRICS ve Şanghay İş birliği Örgütü oluşumlarının temellerini 1990lı yıllarda attı.30 Simha, R. Krishnan. “Primakov: The Man Who Created Multipolarity.” Russia Beyond, 27 June 2015 Primakov döneminde Irak ile ilişkiler kaldığı yerden devam ettirilmeye çalışıldı. Irak’a uygulanan petrol ambargosunu kaldırmak için uğraşan Rusya, böylece Bağdat’ın kendisine olan borçlarını ödemesini ve yeni anlaşmalar yapmasını amaçladı.31 Primakov’s Foreign Policy, The Washington Institute for Near East Policy Yevgeniy Primakov’un siyasi hayatındaki son dönemleri ise Vladimir Putin’in Dış İlişkiler Danışmanı ve Özel Elçisi olarak sürdü.

 

1968 yılından beri Saddam Hüseyin ile tanışıklığı32 Ex-Russian FM Sympathizes with Kurds, Warns against Relying on Moscow, Kurdistan24, 4 Feb. 2018 olan Primakov, 2003 yılında Amerika’nın Irak’ı işgal etmesinden hemen önce Putin’in mesajını iletmek üzere Bağdat’a gitti. Amerika’nın Irak’ı işgal etmesini önleyebilmek için Saddam Hüseyin’e istifa etmesi ve elindeki kimyasal silahları Birleşmiş Milletlere (BM) teslim etmesini kapsayan bu teklif, Saddam tarafından

 

reddedildi.33 Ramani, Samuel. “Yevgeny Primakov- The Ideological Godfather of Putinism.” HuffPost, 14 July 2016 Her ne kadar Primakov daha sonra yaşamını yitirse de oluşturmaya başladığı dış politika adımları Putin döneminde uygulanmaya devam etti.

 

Güçlü ve uluslararası kamuoyunda etkili bir Rusya) amacı güden Primakov Doktrininin askeri alandaki ilk uygulaması 1998 yılında Abhazya’daki çatışmalarda görüldü. Devamı ise Çeçenya (1999), Güney Osetya/Gürcistan (2008), Ukrayna (2014) müdahaleleri ile gelirken34 The Primakov Doctrine: Shaping Russian Foreign Policy Orta Doğu’da bu uygulama Suriye’de yaşanıyor. Breznev Doktriniyle de benzerliği olan Primakov Doktrini, sadece Sosyalist veya yakın bir ideolojiye sahip ülkelere yardım etmek ve bu ideolojiyi ihraç etme amacı gütmüyor. Bunun yerine çıkarlarına uygun olarak herhangi bir ülkeye destek vermeye hazır bir yaklaşım sunuyor. Yevgeniy Primakov’un Rus dış politikasını şekillendirmesindeki bu yaklaşımının “Primakov Doktrini” olarak anılması gerektiğini ise 2014 yılında yapılan anma töreninde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov dile getirdi.35 Lavrov Predicts Historians May Coin New Term: the Primakov Doctrine

Eski Çar Öldü, Yaşasın Yeni Çar: Vladimir Putin

1998 yılında neredeyse iflasa sürüklenen Rusya36 Aris, B., Remembering Russia’s 1998 Financial Crisis , Vladimir Putin’in 2000 yılında devlet başkanı seçilmesiyle seyir değiştirmeye başladı. İki yıl gibi kısa bir sürede alınan dış borçlarda düşüklük yaşanması ekonomi alanında oldukça olumlu gelişmelere yol açarken, her geçen yıl yurtiçi hasılada da yükseliş devam etti. Öyle ki sadece kendi ülkesinde istihdam sorunu çözülmedi, eski Sovyetler Birliği ülkelerinden binlerce insan Rusya’ya iş aramak için gelmeye başladı.37 Fakiolas, T., & Fakiolas, E. (2009). “Domestic Sources of Russia’s Resurgence as a Global Great Power.” Journal of International and Area Studies, Vol. 16, No. 2, s. 93 Komşu ülkelerle bu ilişkiler sadece halkın iş aramak için Rusya’ya gitmesiyle de sınırlı kalmadı. Yevgeniy Primakov’un eski Sovyetler Birliği ve Asya ülkeleriyle iş birliği yapılmasına yönelik politikaları, Primakov ve Yakın Çevre doktrinleri, Putin tarafından stratejist bakış açısını tamamlamak için ekonomik fayda temelinde güçlendirilerek devam ettirildi.

 

Atlantik bireyciliği yerine ortaklaşmacılığı savunan Putin38 Putinism and EU Federalism: What’s the Difference, International Policy Digest, 13 Feb. 2019 , Orta Asya ülkeleriyle güvenlik ve ekonomik alanlarda anlaşmalar imzalayarak, çeşitli organizasyonlar kurdu.39 Torbakov, I. (2004) “Russia’s Eastern Offensive: Eurasianism Versus Atlanticism.” The Jamestown Foundation Eurasia Daily Monitor Volume, Vol. 1, Issue, 38 Kremlin’in geçmişteki bağlar üzerinden Asya ülkeleriyle kurduğu bağlar sebebiyle “Avrasyacı” bir tavır ortaya çıktı.40 Klump, D. S. (2011) “Russian Eurasianism: An Ideology of Empire.” Wilson Center Böylece Amerika’nın bölgede oluşturmayı amaçladığı nüfuzu engellemek için eski Sovyet bağları kullanıldı. Bu bağlar ve coğrafya Putin’in düşüncesine göre hem bir fırsat hem de riskti.

 

Putin’in ikinci kez seçilmesi41 Seth Mydans; As Expected, Putin Easily Wins a Second Term in Russia ve gücünü pekiştirmesi ile Rusya’nın sürdürdüğü politika doktrinlerine Putin Doktrini de ekleniyordu. Putin’e göre NATO’nun eski Sovyet ülkelerine doğru genişlemesine sessiz kalınmamalıydı. Rusya enerji piyasasının arz kısmındaki gücünü transit rotaların ve gaz projelerinde de göstermeli, sınırları dışında da olsa Rusya’nın çıkarına ters olan herhangi bir enerji transfer projesine izin vermeyecek şekilde çevre etkinliğinin gerçekleştirilmesi gerekiyordu.42 Salih Yılmaz, Putin Dönemi Rusya Dış Politikası ve Güvenlik Doktrinleri, Nobel, 2019, s.56 Özellikle Afganistan işgali sebebiyle Amerika’nın bölgedeki askeri varlığı şüphesiz Rusya için potansiyel bir tehdit unsuruydu.43 The U.S. War in Afghanistan 1999 – 2020 Timeline, CFR Amerika ve NATO karşıtı bir çizgide dış politika sürdüren Putin, 2008 yılında bu konuda ilk sınavını verdi. Gürcistan’ın NATO üyeliğinin gündemde olduğu dönem Gürcistan’ı Batı yanlısı bir çizgiden uzaklaştırmak adına tıpkı Çekoslovakya örneği gibi, Yakın Çevre ve Yevgeniy Primakov’un yaklaşımı doğrultusunda askeri müdahale gerçekleştirdi. 2011 yılında konuşan dönemin Rusya başbakanı Dimitri Medvedev, yapılan bu askeri müdahale sonucunda NATO’nun genişlemesini önledikleri söyledi.44 Dyomkin, Denis, Russia Says Georgia War Stopped NATO Expansion, Reuters 2008 yılındaki bu müdahaleyle birlikte askeri anlamda yetersiz kaldığını gören Rusya, aynı yıl içerisinde silahlı kuvvetlerinde modernizasyona gitme kararı aldı. Niceliksel olduğu kadar niteliksel de değişim yaşayan Rus Silahlı Kuvvetleri, yurt dışındaki hedeflere yönelik hızlı müdahale için yeniden yapılandırıldı.45 Maxim Pyadushkin, Russia’s Military Modernization Under President Putin, Aviation Week, 2015 Bu yapılandırma Putin’in ikinci kez iktidarı ele geçirmesinden sonra çizdiği doktrinin gerekirse askeri güç kullanmaktan çekinilmeyeceği ifadesinin gereği idi.

 

Putin’in özellikle Baltık ve Karadeniz ülkeleri ile güney çeperdeki ülkeleri hedefleyen doktrini kendiliğinden bir şekilde tek kutuplu dünyaya da bir karşı çıkıştı. Bu de facto pozisyon 2007 yılında Putin’in Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma ile resmi bir hal aldı.

 

“Tek taraflı ve çoğu kez gayri kanunlara aykırı olan tedbirler hiçbir sorunu çözememiştir. Ayrıca, bu tedbirler insanlık için yeni trajedilere neden olmuş ve yeni gerilim noktaları yaratmıştır. Kendiniz değerlendirin: savaşlarla yerel ve bölgesel çatışmalara son verilememiştir. Bugün, uluslararası ilişkilerde askeri gücün sınırsız kullanımına şahitlik etmekteyiz. Bu güç dünyayı daimî çatışmalara sürüklemektedir. Uluslararası hukukun temel ilkelerinin her geçtiğimiz gün önemini kaybettiğinin şahidi olmaktayız. Aslına bakıldığında, bağımsız yasal normlar bir devletin hukuk sistemine benzemektedir. Bu tek devlet en başta ABD, her yönden ulusal sınırlarının ötesine çıkmıştır. Bunun kanıtı ABD’nin diğer halklara dayattığı ekonomik, siyasi, kültürel ve eğitimsel politikalardır. Bu son derece tehlikeli bir durumdur,”46 Speech and the Following Discussion at the Munich Conference on Security Policy, President Of Russia diyen Putin bu konuşma sonrasında askeri müdahalelerin yanı sıra ekonomik ve siyasi entegrasyon projelerine de hız verdi. Bu esnada 2008 yılındaki Gürcistan müdahalesi sırasında Rus siyasetçi Medvedev tarafından Rusya’nın eski Sovyet ülkelerinde güç kullanma hakkı olduğunu savunan bir strateji belgesi ortaya çıkmıştır. Medvedev doktrini olarak gündeme gelen bu yaklaşıma göre Rusya vatandaş/soydaşlarının yaşadığı veya Rusya’nın ekonomik çıkarlarının tehdit edildiği bölgelere yönelik herhangi bir taarruza cevap verecekti.47 George Friedman, The Medvedev Doctrine and American Strategy, Stratfor, Sep 2, 2008

 

Ancak askerî açıdan Rusya’nın yanı başındaki eski Sovyet ülkelerine müdahalesi kolay olsa da tümünü askeri olarak elde tutmanın zorluğu ortada idi. Bu nedenle Putin 2011 yılında yazdığı bir makale ile 2012 yılında Belarus ve Kazakistan ile uygulanacak gümrük birliğinin genişletilerek Avrasya Birliği’ne dönüştürme düşüncesini ifade etti.48 Vladimir Putin, A new integration project for Eurasia: The future in the making, Izvestia, 3 October 2011 Yeni oluşumun Avrupa Birliği’ni aşacak bir entegrasyon seviyesini hedeflediğini belirten Putin, önerisinin Sovyetler Birliği’ni diriltme girişimi olmadığının da altını çizdi: “Geçmişten bir şeyi kopyalama veya yeniden hayata geçirmeye çalışmak saflık olur. Yeni bir siyasi ve ekonomik temelde daha güçlü entegrasyon ve yeni değerler sistemi oluşturulması bu çağda kaçınılmaz.”49 A.g.m.,

 

Putin bu amacını gerçekleştirmek için askeri yapılandırmanın ve yeni tip askeri araçların dizaynı döneminde eski Sovyet ülkelerine Finlandizasyon50 Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin Finlandiya’nın politikalarına etkisini tanımlamak için kullanılan terim. Bkz: Finlandization in Action: Helsinki’s experience with Moscow; August 1972; CIA Report  politikası uyguladı. Örnek olarak “Güney Kafkasya’nın iki devletine Azerbaycan’a ve Gürcistan’a, aynı zamanda Ukrayna’ya karşı sert politikalar” izlemiş ve “Kremlin’in bu devletlerin Batı’yla dış politik ilişkilerinde Rusya’nın çıkarlarına öncelik tanınması şartı” koşmuştur.51 Elnur İsmayılov, 21. Yy’da Rusya Dış Politika Doktrinlerinde Güney Kafkasya ve Orta Asya değerlendirmesi, Marmara Üniv. Siyasal Bilimler Dergisi 2013, cilt I, sayı I, s.98

 

Bu yaklaşım, Yakın Çevre Doktrininin özünü korumakla beraber ekonomik olarak enerji üzerinde yükselen Rusya’nın savunmacı durumdan iddia ettiği gibi çok kutuplu dünya oluşturmak için ileri evreye geçtiği dönemi getirmiştir. Bu eşik aynı zamanda Rusya’nın ABD ve NATO’ya karşı ticari olarak süper güç haline gelen Çin ile ilişkilerini geliştirerek küresel ölçekte cepheleşmeyi gerçekleştirdiği dönemdir. Bölgesel bir iş birliği girişimi olarak varlığını müphem bir zeminde göreli ilişki inşaları için sürdüren Şangay İş birliği Örgütü bu dönemde Rusya için önemli bir araç haline gelmiştir. “Rusya başından beri ŞİÖ’yü çok kutuplu uluslararası ilişkiler sistemine yönelik bir bölgeselleşme örneği olarak görmektedir. 2012 dış politika belgesinde, ŞİÖ ve benzeri bölgesel örgütler çok yönlü diplomasi çerçevesinde ele alınmaktadır. Söz konusu belgede Rusya ŞİÖ’nün bölgesel rolünü Rus dış politikası açısından hayati öneme sahip bir yapılanma olan Avrasya Birliği düşüncesiyle desteklemektedir.”52 Yrd. Doç. Dr. Halit Mammadov, Rus Dış Politikasında Stratejik- Zihinsel Süreklilik ve Putin’in Dış Politika Doktrini, 2014, s.49

 

Bu ticari genişleme ve Çin ile rekabete rağmen güney çeperdeki eski Sovyet ülkelerinin ticari bağımlılığının arttırılması ve Putin’in deyimi ile mevcut küresel sistemin içine girdiği türbülans Rusya için bir ileri evreye geçiş için uygun şartları sağlamıştır. Sovyetlerin yıkılmasının ardından yaşanan kimlik, güvenlik ve dış politika bunalımının atlatılmasında kilit rolü olan Putin, 2010 sonrasında inşa ettiği üstün Rus kimliği ve post-Sovyet alanlara pragmatik şekilde nüfuz ile NATO’nun sınırlandırılması yaklaşımını pro-aktif hale getirmiştir. Artık yeni bir konsept oluşmuştur. “Yeni konseptte çok kutuplu uluslararası sistemin inşası Avrasyacı öğeler ile desteklenmektedir. Avrasyacılar Fransız siyasetçi Charles De Gaulle’nin ‘Atlantik’ten Urallara’ (from the Atlantic to the Urals) jeopolitik içerikli geniş Avrupa fikri çerçevesinde Rusya’nın stratejik önemine atıfta bulunmaktadırlar. Bu bağlamda Avrasyacılar Avrasya kıtasının kuzeyinin stratejik, jeopolitik, ekonomik entegrasyon projesi olarak tanımlanmasının, halkların ve kültürlerin iç içe geçmesinin zaruretini vurgulamaktadır. Avrasya’nın batısında Almanya ve Fransa, doğusunda ise Çin Rusya’nın ittifak ve koalisyon inşa edebileceği geniş Avrasya’nın esas kara güçleridir.”53 A.g.m., Ancak Rusya’nın bir Avrasya devleti haline gelebilmesinin yegane temeli Belarus ve Ukrayna gibi devletlerin kontrol altında tutulmaları ve NATO genişlemesinin bu ülkelere ulaşmamasını sağlamaktır. 1997’de Brzezinski Büyük Satranç Tahtası eserinde bu konuda şunları ifade etmiştir: “Baltık devletleri 1700’lerden bu yana Rusya’nın kontrolündeydi. Riga ve Talin limanlarının kaybı Rusya’nın Baltık Denizi’ne ulaşmasını sınırlıyor, Rusya’yı kışın dona tabi hale getiriyordu. (…) Ukrayna’nın kaybı hepsinden daha çok sorun yaratıyordu. (…) Ukrayna’nın bağımsızlığı Rusya’yı Karadeniz’deki hâkim konumundan da yoksun bıraktı. Odessa, Rusya’nın Akdeniz ile ve onun ötesindeki dünya ile ticaretinin geçiş kapısıydı. (…) Ukrayna’nın kaybı, Rusya’nın jeo-stratejik seçeneklerini belirgin olarak sınırlandırdığı için, jeo-politik açıdan çok önemliydi. Rusya, Ukrayna üzerinde kontrolü elinde bulundurarak, Baltık devletleri ve Polonya bile, eski Sovyetler Birliği’nin güney-güneydoğusundaki Slav olmayan halklara egemen iddialı Avrasya İmparatorluğunun lideri olma çabasını sürdürebilirdi. (…) Rusya’nın azalan doğum oranı ile Orta Asyalılardaki doğum patlaması göz önüne alındığında Ukraynasız salt Rus gücüne dayanan yeni Avrasya mevcudiyeti kaçınılmaz olarak her geçen yıl daha az Avrupalı, daha fazla Asyalı olurdu.”54 Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası: Amerika’nın küresel üstünlüğü ve bunun jeo-stratejik gereklilikleri; İnkılap Yayınları, 2005, s.133-134

 

Putin döneminin çıkarım ve hamleleri düşünüldüğünde gerek Primakov ve yakın çevre gerekse Putin doktrinleri Rusya’yı Ukrayna’ya müdahaleye itiyordu. Ukrayna konusunda endişeler yükselirken Rusya’nın 2010 yılının şubat ayında kabul ettiği Rus Askeri Doktrini Moskova için Kafkasya’daki bağımsızlık hareketleri ve NATO’nun doğuya doğru genişlemesi artık askeri bir tehdit olarak görülmüştür.55 Salih Yılmaz, Putin Dönemi Rusya Dış Politikası ve Güvenlik Doktrinleri, Nobel, 2019, s.60 Doktrin belgesinin sekizinci maddesi “Başlıca dış askeri tehditler” başlığını taşımaktadır ve maddenin ilk bendi NATO’nun genişlemesi ile ilgilidir. Bentte “bloğu genişletmek de dahil olmak üzere NATO üyesi ülkelerin askeri altyapısını Rusya Federasyonu sınırlarına yaklaştırması” temel tehdit olarak yorumlanmıştır.56 The Military Doctrine of the Russian Federation” approved by Russian Federation presidential edict on 5 February 2010 – Carnegie 2000 yılında Putin’in iktidarının erken döneminde ilan edilen askeri doktrin57 Nikolai Sokov, Russia’s 2000 Military Doctrine, NTI NATO genişlemesi ihtimaline karşılık Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nü58 Karena Avedissian, Fact Sheet: What is the Collective Security Treaty Organization?, Oct 06 2019, EVN Report ve Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi devletleri askeri ve siyasi olarak güçlendirmeyi hedefliyordu. 2010 doktrini ise bunun ötesinde savunma iş birliğini aşarak Rusya’ya, amaçladığı gibi, hami devlet statüsünü kazandıracak bir seviyede tasarlanmıştır. Metinde başlıca askeri tehditler kapsamında sıralanan maddeler içinde geçen “Rusya Federasyonu ve müttefiklerine karşı bölgesel iddialar ve onların içişlerine müdahale” ifadesi Moskova’nın kendisini de facto şekilde eski Sovyet ülkeleri üzerinde hak sahibi gördüğüne işaret ediyordu. Diğer yandan Rusya doktrin metnindeki “Rusya Federasyonu, Silahlı Kuvvetlerden ve diğer birliklerden kendisine ve (veya) müttefiklerine yönelik saldırıyı püskürtmek, barışı sürdürmek (yeniden sağlamak) için BM Güvenlik Konseyi veya diğer toplu güvenlik yapılarının bir kararına uygun olarak yararlanmanın meşru olduğunu düşünür, ayrıca Rusya Federasyonu sınırları dışında bulunan vatandaşlarının genel kabul görmüş uluslararası hukuk ilke ve normlarına ve Rusya Federasyonu uluslararası anlaşmalarına uygun olarak korunmasını sağlar” ifadesi ile ‘yakın çevredeki eski Sovyet ülkelerine müdahale yolunu’ açık tutuyordu. Bu ifade aynı zamanda Putin’in Rusya enerji piyasasının arz kısmındaki gücünü transit rotaların ve gaz projelerinde göstermek ve sınırları dışında da olsa Rusya’nın çıkarına ters olan herhangi bir enerji transfer projesine izin vermeme tezini sağlama alıyordu. Tam da bu durumda Karadeniz erişiminin yanı sıra enerji transfer güzergahı üzerindeki Ukrayna, Moskova’nın temel sorunu haline geliyordu.

 

Yüksek nüfusu ve yüzölçümü ile demografik ve fiziki olarak Rusya’yı Asya kıtasına hapseden Ukrayna konusundaki yaklaşım Putin döneminin kimlik inşa politikaları çerçevesinde milliyetçi bir temelde örülmüştür.59 Bu konuda bakınız: Ed. Marlène Laruelle; Russian Nationalism, Foreign Policy and Identity Debates in Putin’s Russia; Ibiden Press; April 2012 – Monica Hanson-Green; Russian Foreign Policy and National Identity; 2017; University of New Orleans – Astrid Tuminez; Russian Nationalism and Vladimir Putin’s Russia; April 2000; PONARS Policy Memo 151; American International Group, Inc. and Council on Foreign Relations – Sergey Gitalov; The Threat of Nationalism in Putin’s Russia; March 15, 2019; University of Colorado  Genel olarak bu minvalde iki tip Rus milliyetçiliğinden söz edilebilir. İlki tüm eski Sovyet sahasındaki kapsayan ayrımsız olarak kapsayan milliyetçilik türüdür; ikincisi ise çok daha özel ve hatta ırkçı bir etnik Rus milliyetçiliğidir, diğer etnik kökenlerden halkları veya en azından Slav olmayanları kirlenmiş saymaktadır, bu tip milliyetçilik arınmış saf bir Rusya’ya bağlılık duyar.60 Henry E. Hale, Nationalism and the Logic of Russian Actions in Ukraine, George Washington University, Carnegie Perspective, August 2014  Ukrayna müdahalesi ve Kırım konusundaki konuşmalarında Putin dil olarak bu iki milliyetçilikten ilkine atıf yapan kelimeler seçmiştir. Irkçı şekilde Rusluğu tabir eden “Rossisskii” kelimesine bağlı kalmak yerine, Rus dilinde etnik olarak Rus olan birine atıfta bulunmanın yolu olan “Russkii” ifadesini kullanmıştır.61 Kimberly Marten, Vladimir Putin: Ethnic Russian Nationalist, March 19, 2014; Washington Post Bu yaklaşım hiç kuşkusuz rastgele olan yahut milliyetçi tepkileri mas etmeyi amaçlayan bir seçim değildir. Primakov, Yakın Çevre ve Putin doktrinleri ile süzülüp gelen 2010 askeri doktrini ile pratik biçimini alan Moskova’nın temel yaklaşımının dile yansımasıdır.

Gerasimov Doktrini

Ancak Putin’in söylemi ne olursa olsun Rusya’nın Ukrayna pratiği aşırı milliyetçi, çoğunlukla Rus Nazileri62 Кatepnha Kobannehko, Fight for the white race, Zaborona, June 2020; Huseyn Aliyev, Is Ukraine a hub for international white supremacist fighters?, Russia Matters tarafından domine edilen bir yeni tip savaşa dönüştü. Bu yeni durum “kuvvetlerin savaşı icra etme şeklinin” değiştiği bir ortamı tanımlıyordu.63 Peter R. Mansoor, “Introduction: Hybrid Warfare in History”, Williamson Murray ve Peter R. Mansoor (der.), Hybrid Warfare: Fighting Complex Opponents from the Ancient World to the Present, New York, Cambridge University Press, 2012, s.3 Bu anlayış Ukrayna Savaşı ile gündeme gelse de temelleri Ruslar için oldukça eskiydi. 1977-1984 yılları arasında Sovyet genelkurmay başkanlığını yürüten Nikolay Ogarkov askeri yaklaşımın üçüncü dalgasını, askeri işlerde yeni bir devrimi yürürlüğe koymayı amaçlıyordu. Keşif ve uzun menzilli vuruşları, hassas mühimmatları, sensörler ve uzun menzilli radarları bilgisayarlı bir iletişim sistemi ve durumsal kontrolünden oluşan tutarlı ve kapsamlı bir sistemde birleştirmeyi.64 Jacek Bartosiak; The Revolution in Military Affairs; The concept is becoming relevant once again; November 25, 2019; Geopolitical Futures Ancak Ruslar bunu teorik alanda geliştirdi ya da çok küçük ölçekli pratik sınamalarla sınırlı kaldılar. Askeri İşlerde Devrim (RMA) Ruslar için teorik düzeyde devam etti. “1990 yılına kadar, yeni fikrin nasıl yapıldığına dair kesin bir kanıt yoktu. Teknolojiler pratikte işe yarayabilirdi. Neyi başarabileceklerine dair yalnızca göstergeler vardı, örneğin, İsrail tarafından 1982’de İsrail’in Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde ve aynı yıl Falkland operasyonunda kullanılması gibi. 1980’lerde çok silahlı çatışmalar görülmesine rağmen, taraflar gelişmiş silah türlerine yalnızca sınırlı erişime sahipti.”65 The origins of the RMA, The Adelphi Papers, 38:318, 1998, s.28 / 19-32 RMA’nın ilk pratik-doğrudan uygulama Körfez Savaşı sırasında ortaya çıktı. Ogarkov ve Sovyet teorisyenlerin fikri ABD tarafından uygulanma fırsatı bulmuştu. Operasyon kara ağırlıklı olacaktı ve hassas atış kapasiteleri denenecek olan savaş uçakları destek güç olarak tanımlanmıştı. Ancak operasyon oldukça farklı şekilde cereyan etti.66 Bu konuda bazı ‘sonuçlar bakımından değişikliklere rağmen’ bakınız: Gulf War Airpower Survey volume 1-2, ABD Savunma Bakanlığı Yayınları, Kongre Kütüphesi “Washington’daki üst düzey askeri yetkililer, Körfez Savaşı’nın geleneksel tarzda gelişmesini bekliyorlardı. Aralık 1990’da muhtemelen savaş tarihindeki en büyük tank savaşını içeren şiddetli bir kara mücadelesi öngörüyorlar. Kara kuvvetlerinin belirleyici olması bekleniyordu. Hava gücü, destekleyici bir unsur olacaktır. Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi, 15.000 ABD zayiatı öngördü. Bazı tahminler çok daha yükseldi. Çöl Fırtınası Operasyonunun gerçekliği çok farklıydı. Hava gücü saldırıyı 17 Ocak 1991’de sabah 3’te başlattı. Şafak vakti Irak’ın komuta ve kontrol ağı yok edilmişti. 38 günlük bir hava harekâtı Irak kuvvetlerini sersemletti ve tutarlı operasyonlar yürütemedi. 100 saatlik, dört günlük bir kara harekâtı ile tamamlandılar. Müttefik koalisyon için kayıplar 247 ölü ve 901 yaralıydı, ABD kayıpları toplamın yaklaşık yarısını oluşturuyordu. Hassas vuruşlar ve bilgi üstünlüğü, etkinlik için yeni bir standart belirleyerek, koalisyon hava gücünün ilk gün 150 ayrı hedefi vurmasını mümkün kıldı. Buna karşılık, II. Dünya Savaşı’ndaki Sekizinci Hava Kuvvetleri, 1943’ün tamamında yalnızca yaklaşık 50 hedef setini vurdu. 1992’de Pentagon Ağ Değerlendirme Bürosu, Rusların haklı olduğu ve Askeri İşlerde Devrimin sürmekte olduğu sonucuna vardı.”67 John T. Correll, The Counter-Revolution in Military Affairs, Air Force Magazine, 2019 Bunun hemen ardından 1997’de, Ağ Değerlendirme Ofisi’nin uzun süredir başkanı olan Andrew Marshall, Sovyetlerin bu yeteneklerin savaşın gidişatında devrim yaratacağını düşünmekte haklı olduğunu söyledi.68 Jacek Bartosiak; The Revolution in Military Affairs; The concept is becoming relevant once again; November 25, 2019; Geopolitical Futures

 

ABD’nin bu uygulamalarına rağmen Sovyetlerin çöküşü ve ardından gelen bocalama ve ekonomik kriz dönemi nedeniyle fikrin mimarı olan Ruslar bu düşünceyi pratiğe geçirememişlerdi. Putin dönemindeki enerji bazlı ekonomik iyileşme ve Moskova’nın dış politikada re-aktif döneminin pro-aktif döneme evirilmesi ile Ogarkov’un mirası güncellenmiş bir şekilde yeniden gündeme geldi: Gerasimov Doktrini.

 

Şubat 2013’te, Rusya Genelkurmay Başkanı General Valery Gerasimov, haftalık Rus dergisi Military-Industrial Kurier’de “Öngörüde Bilimin Değeri” başlıklı 2000 kelimelik bir makale yayınladı.69 General Valery Gerasimov, Chief of the General Staff of the Russian Federation, The Value of Science in Prediction, Military-Industrial Kurier Makale geçmiş tüm Rus doktrinlerinin özünü ifade eden cümleler ile başlıyordu: 21. yüzyılda savaş durumları ile barış arasındaki çizgileri bulanıklaştırma eğilimi gördük. Artık savaşlar ilan edilmiyor ve başladıklarında tanıdık olmayan bir şekilde devam ediyorlar.70 A.g.m.,

 

Rusya son yirmi yılını NATO genişlemesi ve ABD ile yeniden çok kutuplu dünyada yerini bulmak için örtülü bir savaş içinde geçirmişti. Avrupa ülkeleri üzerinden NATO’nun Rusya’nın batı sınırına yerleşmesi, Kafkasya ve Orta Asya’daki Amerika veya müttefiklerinin girişimleri Moskova için bir savaşı tanımlıyordu. Gerasimov’un makalesinin girişi bu nedenle özü ifade ediyordu. Gerasimov yeni bir savaş dönemi olarak tanımladığı evrede askeri olmayan unsurların da Rus askeri kapasitesi içinde değerlendirileceğini ifade etmişti. Bu bir anlamda Ogarkov’un fikrinin yeni dönem siber ortamların oluşturduğu fırsatları askerileştirme-güvenlikleştirme fikriydi. “Gerasimov Doktrini ile ortaya konan prensipler dahilinde Rusya Federasyonu; askerî niteliğe sahip olmayan yöntemleri, askerî kapasitesine dahil ederek, daha az konvansiyonel güç (dolayısıyla da daha az insan kaybı ve maliyet) ile sıcak çatışma süreçlerini yönlendirmeyi ve yönetmeyi amaçlamıştır. Bu bağlamda askerî bir müdahale öncesinde; hedef bölge, ülke, topluluk ya da devlete yönelik olarak siber saldırılar ile avantaj sağlanması, hedefin yıpratılması, psikolojik savaş yöntemleri ile baskı altına alınması, moralinin bozulması, savunma direncinin kırılması, kritik altyapılarına zarar verilerek, ekonomisinin zarara uğratılması ortaya konmak istenen hedefler arasında yer almaktadır.”71 Ali Burak Darıcılı, Barış Özdal; Rusya Federasyonu’nun Siber Güvenlik Kapasitesini Oluşturan Enstrümanların Analizi, Bilig, Güz 2017/Sayı 83; s.125-126 / 121-146 Gerasimov’un yaklaşım siber gerilla yaklaşımıdır. Ogarkov’un dönemindeki siber ortamın yaşadığı değişimleri gözlemlemiş ve araçlar çeşitlendirilmiş biçimde askerileştirilmiştir. Gerasimov’un ifade ettiği operasyon çeşitli aktör ve araçlarla tüm cephelerde yürütülür. Bilgisayar korsanları, medya, iş adamları, sızıntılar, sahte haberler, ayrıca geleneksel ve asimetrik askeri araçların hepsi artık askeri olmayan unsurlar olarak askerileşmiştir.

 

Bu operasyonel varlıkların yanında Gerasimov Arap Baharı’nı örnek göstererek “Siyasi ve stratejik hedeflere ulaşmak için askeri olmayan araçların rolü arttı ve çoğu durumda, etkinlikleri açısından silahların gücünün gücünü aştılar,” demiş ve ardından “Silahlı çatışmalarda düşmanın avantajlarının geçersiz kılınmasını sağlayan asimetrik eylemler yaygınlaştı. Bu tür eylemler arasında, düşman devletin tüm topraklarında kalıcı olarak faaliyet gösteren bir cephe oluşturmak için özel harekât kuvvetlerinin ve iç muhalefetin kullanılması ve ayrıca sürekli olarak mükemmelleştirilen bilgi eylemleri, araçları ve araçları bulunmaktadır,” 72 General Valery Gerasimov, Chief of the General Staff of the Russian Federation, The Value of Science in Prediction, Military-Industrial Kurier sözleri ile savaşın doğasındaki değişimi ifade etmiştir. Bu sözler teorik olmanın ötesinde Moskova’nın Ukrayna müdahalesinde pratik şekilde karşılık bulmuştur.

 

Gerasimov’un yeni doktrinini hızlı şekilde bir savaş doktrini haline gelmesi uzun sürmemiştir. Bu savaşın karakteristiği konusunda Gerasimov’un doktrinini destekleyen kişi Alexander Vladimirov’dur. Vladimirov, “Savaşın Genel Teorisi” isimli kitabında savaşı bir “sosyal fenomen” ve “millî olarak var olmanın kritik bir parçası” olarak nitelendirmektedir. Böylece Vladimirov da “savaşla barış arasındaki çizginin ortadan kalktığını teyit etmekte ve millî varlığın devam ettirilebilmesi için sürekli savaş hâlinin doğal bir durum olduğu sonucuna varmaktadır. Savaşla barış arasındaki çizgi, ‘güvensizlik’ ve ‘savaş korkusu’ ile dolu belirsiz bir geçiş sürecine dönüşmüştür.”73 Karabulut, Ali Nedim “Eski Savaş, Yeni Strateji: Rusya’nın Yirmibirinci Yüzyıldaki Hibrit Savaş Doktrini ve Ukrayna Krizi’ndeki Uygulaması”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 13, Sayı 49, 2016, s. 25-42

 

Bu sürekli ve ilan edilmemiş savaş durumunda, Vladimirov’a göre, ordu en son ve nihai darbeyi vuracak güçtür. Bu evreye gelene kadar tüm araçlar kullanılacaktır. Ukrayna müdahalesi bu araçların kullanımının laboratuvarı haline gelmiştir. Uygulamadaki başarı Gerasimov ve Vladimirov’un yaklaşımının 2014 yılının son toplantısında Rus güvenlik konseyi tarafından Rus askeri doktrini olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Breznev döneminden süzülerek gelen sıcak savaşsız savaş fikri bu dönemde Rus genelkurmay başkanı Gerasimov ve General Vladimirov’un çalışması ile hibrit savaşa dönüşmüştür. “Hibrit savaş olgusunu, askeri ve askeri olmayan araçların ve unsurların devletler veya devlet dışı aktörler tarafından önceden zayıf noktaları analiz edilen hedeflere yönelik sistematik ve yüksek derecede koordineli bir biçimde diplomatik, ekonomik, teknolojik imkanların, medya, manipülasyon, terör ve suç örgütleri ile askeri önlemlerin eşgüdümlü kullanımı olarak açıklamak mümkündür.”74 Dr. Orhan Gökçe, Abdullah Şengönül, Ukranya Krizi Işığında Hibrit Savaş, Mediterranean International Congress on Social Sciences (MECAS II), October 2017, s.479 Bu uygulama Ukrayna özelinde ülkedeki Rus milliyetçilerini ayrılıkçı bir muhalif hareket haline getirmek ve bu sivil unsurları özel askeri şirketler75 Özel Askeri Şirketler: Savaşın bir sektöre dönüştüğü küresel ortamda, Acta Fabula üzerinden milis güçlere dönüştürmek stratejisi ile medya ve sosyal medya araçlarının manipülasyon ve sahte haberler ile dizayn edilmesi stratejisini eş zamanlı olarak yürütmüştür. Gerasimov’a atfedilen dış politika ve dolayısı ile askeri doktrinin aslında Primakov doktrininin şekil ve araç değiştirmiş hali olduğu hususunda itirazlar da bulunmaktadır.76 Eugene Rumer, The Primakov (Not Gerasimov) Doctrine in Action, June 2019, Carnegie Ya da Gerasimov doktrininin atfedilen önem kadar yer tutmadığına dair itirazlar oldu.77 Mark Galeotti, I’m Sorry for Creating the ‘Gerasimov Doctrine’, March 2018, Foreign Policy Ne var ki, 1990’lı yıllardan bugüne devam eden Yakın Çevre doktrini ile ardı sıra ortaya çıkan tüm doktrinler birbiri içine geçmiş durumdadır.

 

Rus dış politika doktrinlerinin temeli Rus milli güvenlik kaygıları ve amaçları çerçevesinde re-aktif dönem ve pro-aktif dönem olarak iki ayrı dönem içinde bir öncekinin üzerine inşa yöntemi ile geliştirilmiştir. Yakın Çevre doktrini bu manada halen geçerliliğini devam ettirirken doktrin pro-aktif politik ayak izlerini Primakov’un düşüncesinden askeri ve güvenlik pratiklerini ise 2010 ve Gerasimov düşüncesinden almaktadır. Aynı şekilde Primakov’un Rusya’nın tekrar ABD ve NATO karşısında yükselmesi ile ilgili düşüncesi diğer doktrinlerle iç içe şekilde uygulanmaktadır. Tüm bu yaklaşımların kimlik olarak temelinde Sovyetik komünizmin yerini Ortodoks ve iki eksenli Rus milliyetçiliği almıştır. Hedef NATO ve ABD’yi durdurmak ve karşılarında bir güç olarak yükselmek, Rus kimliğinin bulunduğu alanları ve Sovyetik coğrafyayı müttefikler de dahil olmak üzere diğer devlet ve küresel kuruluş etkilerine kapatmak, bu faaliyetler sırasında Rus enerji arz potansiyelini hem ekonomik hem de siyasi bir güç olarak konsolide edebilmek için enerji transfer hatları ve bölgelerinde etkin olabilmektir. Araçlar ise psikolojik harp operasyonları, muhalif hareketlerin desteklenmesi ya da bastırılması, medya ve sosyal medya operasyonları, dijital güvenlik alanlarında saldırılar ve blokajlar, özel askeri şirketler ile askeri maliyetlerin düşürülmesine karşılık konvansiyonel etkinin devamlılığını sorumluluk almadan yürütebilme olarak karşımıza çıkmaktadır.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
1 Ocak 2021 0 Yorum
1 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

From Overseas Bases to Excessıve Armament: Escalatıon ın Russıan Mılıtary Actıons

by Emine Yıldırım 18 Aralık 2020
written by Emine Yıldırım
From Overseas Bases to Excessive Armament: Escalation in Russian Military Actions
Emine Yıldırım

In the contemporary world, although military power is not the only instrument that promotes an increase in a country’s level of influence, it still emerges as one of the most significant components when considering the nature of ongoing conflicts and the foreign policy dispositions of some major players in the international area. Russia is undoubtedly one of the countries that attaches primary significance to military power. In recent years, it has taken destabilizing steps towards its neighboring countries and occured as a player in the unstable war environments of the countries that are not close to its geopolitical field. More specifically, Russia comes into the forefront with its illegal annexation of Crimean Peninsula from Ukraine in 2014 alongside its interventions in conflict areas such as Syria and Ukraine’s Donbass region. Besides, Russia continues to arm itself at full speed in almost every corner of its territory. One of the most recent precedent for this is the arming of the Kuril Islands in the Pacific Ocean. It is reported that Russia has added the S-300 and S-400 air defense systems as an addition to the Tor M-2 missile systems that were previously deployed in the Kuril Islands which is a disputed area that Japan also claims territorial rights on the island.1 Russia deploys missiles to Pacific islands claimed by Japan However, it has an offensive level of armament and a tendency to consolidate its military strength in almost all its territories, from the Kaliningrad exclave in European geography to the Arctic.

 

Prioritizing military strength in its foreign policy, Russia is in an effort to increase its military activity not only within its national borders but also in many regions internationally. In addition to activities such as regional excessive armament and involvement in conflict areas, Russia continues to add new military bases to its existing military bases overseas. As of 2018, Russia reportedly has more than 20 military bases abroad.2 Russia’s Military Compared to the U.S.: Which Country Has More Military Bases Across the World? It is obvious that the boost of military power is extremely crucial for Russia that efforts to expanse its military power by obtaining military bases in strategically important areas outside its borders as well. Especially the geopolitics of Africa and the Middle East, which countries such as the United States and China try to keep under direct and constant influence through various instruments, are also extremely significant for Russia. In this context, Russia has carried out a strategic initiative that can be considered a clear confirmation of this situation. With the agreement signed with Sudan, Russia obtained a military base in a strategically important geography like the Red Sea. This situation has the potential to affect international relations both regionally and globally and generate new dynamics to emerge in the region.

New Russian Naval Base Deal in Sudan: “A Key to Africa”

While the world has been struggling with Covid-19 pandemic, Russia on the other hand signed an agreement with Sudan in mid-November which granting permission to Russia for establishing a new naval military base at Port Sudan. According to this agreement, Russia will be able to deploy 4 military ships, including nuclear ones, in Port Sudan. It is stated that 300 personnel will be employed in the facility, which will be used as the ‘logistics base’ of the Russian navy. It is also stated that the agreement was signed for a period of 25 years, and when this period expires, an extension of 10 years can be made.3 Russian Naval Base in Sudan: Extending Moscow’s Influence in Middle East and North Africa  

 

Port Sudan, where Russia will build its military base, is in a strategic location in the Red Sea. Mediterranean Sea is accessible through the Suez Canal in the north, and the Gulf of Aden and the Indian Ocean are reached in the south through the Bab al-Mandab Strait. Due to the economic, military and strategic significance of the region, the Red Sea Basin has become attractive for countries such as the United States, Russia, China, France, and the UK which want to fill the power gap that has become apparent especially after the Arab Spring process; and, these countries have tried to acquire military bases in the region or tried to reinforce their existing bases.4 Kızıldeniz Raporu: Ortadoğu’da Çekişmenin Görünmeyen Cephesi

 

Russia’s acquisition of a military base in Sudan could be interpreted from various perspectives. One of these different approaches was presented as to the potentiality of Russia’s volition of seeking raw materials in Sudan which is known for its gold mine reserves. Russian military journalist Alexander Golz who made this remark to DW also stated that Russia might “close the trade routes” in case of a possible conflict with the West.5 With Sudan naval base, Russia may have a ‘key to Africa’ Considering the nature of relations between Russia and the European countries, it is possible for the European countries to perceive the establishment of the new Russian naval base in Sudan as a threat to the international trade routes. In addition, it is another possibility that Russia would take advantage of the ongoing tensions in the Eastern Mediterranean and contribute to the instability of the region.

 

On the other hand, the idea of ​​establishing a Russian military naval base in Sudan was put forward by the then-Sudanese president Omar al-Bashir who met with Putin in Sochi in 2017. It is reported that the former Sudanese president al-Bashir described Sudan as “Russia’s key to Africa” ​​and demanded Russia to establish a military base in the borders of his country with an anti-US attitude.6 Russia Scales Up Military Presence in Africa With New Naval Base in Sudan For now, it is difficult to say which doors Russia will open with this ‘key’ or for what purpose. Nevertheless, the impacts and reflections of Russia’s acquisition of a naval base in the Red Sea basin, as well as the fact that it has gained it for a period of 25 years, could become visible in the region and in the international area in the long term. However, it has become more prominent with this initiative that Russia is trying to expand and strengthen its ‘military network’ on a global scale by adding a new one with the planned naval base in Sudan to its overseas military bases.

Excessive Armament of Kaliningrad and Arctic

In addition to Russia’s acquisition of military bases overseas and taking part as a player in military conflicts in areas such as Ukraine and Syria, it is observed that it has gone to excessive armament in the Kaliningrad exclave, which is a Russian territory within the borders of the European Union. The relations between Europe and Russia, which have already been tensed with the annexation of Crimea, continue to proceed negatively with Russia’s ongoing efforts to consolidate its military power by excessive armament in this regions. Kaliningrad, which is home to the main headquarters of the Baltic Fleet (a part of the Russian Navy), is a region where Russia and NATO confront each other and where military friction is experienced between the two forces at intervals. In fact, the statements of Baltic Fleet Admiral Alexander Nosatov were cited in the way that the excessive military reinforcement in the region was ‘a response to NATO’ and the Western military alliance had recently deployed an armored tank unit and several multinational tactical and other offensive units.7 Russia adds firepower to Kaliningrad exclave citing NATO threat In other words, Russia claims that this extreme armament situation is a ‘preventive’ move against the NATO threat in the Baltic region. On the other hand, it is referred that “Russia is pioneering unregulated new technologies, has greatly expanded its arsenal of precision-guided, dual-capable missiles, and has deployed advanced weaponry into new territories such as Kaliningrad, High North (Arctic), and Crimea” in a report published by NATO with the title of ‘NATO 2030: United for a New Era’.8 NATO 2030: United for a New Era [/af]

 

Another region where Russia tries to maximize its physical military power and which has recently come to the forefront as a new competition area for the ‘great powers’ is the Arctic region. In 2018, China published a white paper describing itself as a ‘near-Arctic state’, while making a spurt as if to remind that Russia is not the only actor in the geopolitics of Arctic.8 China, Russia, and Arctic Geopolitics
For now, while China-Russia relations stand out in the Arctic region with its economic dimension and progress within this framework, what kind of characteristics this relationship will have in the future and whether it will turn into a power struggle for domination in the region is another content of debate. On the other hand, the increasing influence of Russia and China in the Arctic geopolitics alarmed the US immediately and caused precautionary policies and initiatives towards the region to be acquired currency in the foreign policy of the US in the recent years. In 2019, a highly detailed report outlining the Arctic Strategy was published by the US Department of Defense. In this report, it is stated that Arctic region currently comes to the forefront as a “strategic competition” area. In addition, the Greenland-Iceland-UK-Norway gap is also discussed as a ‘strategic corridor’ for naval operations between the Arctic and the North Atlantic.9 2019 Department of Defense Arctic Strategy

 

According to the latest statement by Northern Fleet Chief of Staff Vice-Admiral Vladimir Grishechkin, Russia is not facing any threat that would force it to use military force in the Arctic, yet Russian military consolidation in the region continues at full speed. However, the admiral’s statements are conveyed that Russia’s Northern Fleet has received advanced weapons, including frigates, amphibious attack ships, coastal air defense systems, anti-submarine warfare aircrafts and support ships, as well as nuclear powered underwater cruisers. 10 Russia sees no challenges in Arctic that require use of military force — Fleet’s top brass Russia basically claims that it is carrying out this impetuous and excessive military armament in the Arctic region against a potential attack from NATO. As a matter of fact, this kind of armament of Russia against a “potential NATO attack” seems more than a defensive reflex. Likewise, the 50 Soviet-era military bases that were previously closed but reopened with air and naval early warning and defense systems frame the military presence of Russia in the Arctic region. Russia’s military presence in the region was integrated by renovating 13 air bases, 10 radar stations, 20 border outposts and 10 integrated emergency rescue stations. Russia is also conducting nuclear-powered submarine drone firing tests in the Arctic.11 The Ice Curtain: Russia’s Arctic Military Presence That is to say, Russia’s military activities in the Arctic are ‘one step further’ than merely defensive.

 

Consequently, overseas base expansions and excessive armament activities in its own environmental geopolitics point out that Russia is not only in a defensive tendency, but as a step further than this, these actions also have an offensive aspect. Anyway, with the annexation of Crimea in 2014 and its attitude towards the territorial integrity of Ukraine, Russia has shown that it is not a country acting exclusively within the context of defense policies. In addition to its regionally destabilizing moves, Russia has the potential to threaten international security at the global level with its additional acts on its military strength by acquiring new military bases overseas and arming excessively in many strategically important regions. Already continuing its military presence in the Middle East with its involvement in the Syrian war, Russia has gained the opportunity to demonstrate itself as a military actor in African geopolitics and to influence this geography with its new naval military base. From now on, Russia will recognize the opportunity and right to intervene in any conflict that may arise in the African geopolitics, especially in countries neighboring the Red Sea basin. By highlighting the NATO threat in Europe and the Arctic and trying to normalize its armament level, Russia will be able to implement any destabilizing action it has planned just like it did in Crimea.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
18 Aralık 2020 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Yenilgi ve Umut arasında Suriye İhvanı

by İsmail Çoktan 5 Aralık 2020
written by İsmail Çoktan
Yenilgi ve Umut arasında Suriye İhvanı
İsmail Çoktan

Orta Doğu siyasetinin hiç şüphesiz en önemli politik aktörlerinden biri İhvan-ı Müslimin hareketi olmuştur. Mısır’ın İsmailiyye kentinde 1926 yılında genç bir öğretmen olan Hasan el-Benna ve yedi arkadaşı tarafından kurulan bu örgüt, ilerleyen yıllarda hem Mısır’ın bütün şehirlerine hem de Orta Doğu’nun pek çok ülkesine yayıldı. Hareketin Suriye tecrübesi ise diğer ülkelerden biraz daha dramatik bir seyir izledi. İhvan hareketi, Suriye’deki ilk faaliyetlerine 1936 yılında başlasa da ülkedeki resmi kuruluşu cemaatin ilk kongresinin yapıldığı 1937’ye tarihlenir.

 

1930’lu yılların başında el-Ezher Üniversitesi’nde eğitim almak üzere Kahire’ye giden Mustafa el-Sibai ve Muhammed el-Hamid gibi isimler, burada cemaatin ana kadrosuyla tanışmış ve 1936 yılında Suriye’ye döndüklerinde cemaatin örgütlenmesini Suriye’ye de taşımıştır.1 الإخوان المسلمون في سوريا 1936 yılı ile Suriye’nin bağımsızlığını kazandığı 1946 yılı arasında cemaatin faaliyetleri farklı isimlere sahip küçük gruplar tarafından sürdürülüyordu. Bunun sebebi Fransız mandasının ülkede yerel örgütlenmelere kurduğu baskıyla açıklanabilir.2 Raphael Lefavre, Ashes Of Hama, Oxford Üniversitesi, 2013, s.23-24

 

İmparatorluk sonrası Orta Doğu’nun siyasal ortamı İhvan olarak anılan cemaat örgütlenmesinin temsil ettiği İslamcılık düşüncesi ile Arap milliyetçiliği ve Nasyonal-Sosyalizmle rekabet içine girmiştir. Fransız mandası sonrasındaki dönemde Suriye’deki durum da bundan farklı değildi. İslamcı düşüncenin Suriye’deki kökenleri 19. Yüzyıla dayanmaktadır. 19. yüzyılda imparatorluğun batı karşısında yenik düşmesi, İstanbul’u çeşitli reformlara yöneltmişti. Suriye’de bu reformların fikri alandaki etkisi ulemanın geleneksel otoritesinin zayıflamasına ve fikri reform hareketlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştu.3 David Dean Commins, Son Dönem Osmanlı Suriyesi’nde Islahat Hareketleri, Mahya yayınları, 2014, s.21 Yüzyıl boyunca Müslüman kesimlerde dini modernleşme hareketleri öne çıkarken özellikle yüzyılın sonunda büyük oranda Hristiyanlar arasında Arap milliyetçiliği ve Arap kimliğinin yeniden inşası gibi düşünceler etkili olmuştur. 20’inci yüzyılda ise Arap milliyetçiliğinin yanına bir de sosyalist düşünce eklenmiştir. Dolayısıyla bu ideolojiler, Suriye’de bağımsızlık sonrası dönemde iktidar-muhalefet ilişkisinin ideolojik zeminini oluşturdu.

Baas Partisi ve İhvan

İhvan-ı Müslimin hareketi, 1936-1946 arası dönemde yukarıda da işaret ettiğimiz gibi açık örgütlenme olmadan farklı isimlerdeki gruplar üzerinden faaliyetlerini sürdürürken Fransızların Suriye’den çekildiği 1946 yılından itibaren İhvan-ı Müslimin ismini kullanmaya başladı. Bağımsızlık sonrası dönemde Suriye’de çok sesli bir siyasal hayat görülmekteydi. İhvan hareketi, Mısır’daki ana merkezde olduğu gibi gücünü pazar esnafları, bürokratlar ve öğretmenler gibi orta-alt sınıftan almaktaydı. İhvan’ın dışında daha radikal selefi düşünceleri savunan İslamcı gruplar da bulunmaktaydı. Buna karşılık ülkede güçlü siyasi partiler ortaya çıkmıştır. Örneğin bağımsızlık sonrası Suriye’de Cumhurbaşkanlığı yapmış Şükrü Kuvvetli ve Haşim el-Attasi liderliğindeki Halk Cephesi parlamentoda çoğunluğu elde etmiştir. Bununla birlikte, Lübnan Komünist Partisi, 1930 yılında Komünist siyasetçi Halit Bektaş’ın partiye katılmasıyla birlikte Suriye genelinde güç elde etmiştir. Ayrıca Şibli Şumayil ve Mustafa Satı el-Husri gibi Sosyalist ve Arap milliyetçisi düşünürlerin etkisiyle Suriye’de sosyalist ve Arap milliyetçisi oluşumlar da görülmekteydi. Baas Partisi de tıpkı İhvan gibi bağımsızlık öncesi entelektüel hareketken bağımsızlık sonrası Hristiyan Mişel Eflak ve Sünni Salah Bitar tarafından kurulmuştu. Partiye asıl ismini veren kişi ise Zeki Arsuzi olmuştur.

 

Suriye’deki bu çok sesli siyasal atmosferde İhvan hareketi, Mısır’daki ana merkezden farklı olarak politik bir karşı çıkıştan çok misyoner bir yapı halindeydi. Ancak bu çok seslilik Suriye’de çok fazla sürmemiş ve Manda sonrasını takip eden 3 yılın ardından Suriye’nin sonraki 20 yılına damgasını vuracak darbeler dönemi başlamıştır. 1949 yılında Hüsnü Zaim, Sami Hınnavi ve Edip Çiçekli tarafından birkaç aylık aralarla yapılan askeri darbeler, Suriye’deki siyasi düzenin ordu tarafından yönlendirileceğini ortaya koymuştu. Ancak Suriye ihvanının politik bir hüviyet kazanması ve bir nevi muhalefet rolüne geçmesi Baas Partisi’nin giderek güçlenmesi ve 1958 yılındaki Mısır-Suriye Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla olmuştur. Hareket, Mısır’daki baş düşmanı Cemal Abdunnasır’ın Suriye’de etkin olmasına karşı çıkmıştır. Bu noktada Suriye’de Baas Partisi ve İhvan, rekabet etmeye başladı. İki taraf arasındaki ilk rekabet ‘50’li yılların başında dinin Suriye’deki yeri tartışmasıyla başlamıştı. İhvan, “İslam, yalnızca bir din değil aynı zamanda devlettir” fikrini savunurken, Baas Partisi “Din Allah’ın, devlet herkesindir” sloganını bayraklaştırıyordu.4 Raphael Lefavre, Ashes Of Hama, Oxford Üniversitesi, 2013, s.44

 

Baas Partisi ile İhvan arasında daha sonra dört kopuş noktası ortaya çıktı. Bunlar İhvan açısından Suriye’deki muhalefetin önemli bir parçası olmak, azınlık yönetime karşı Sünni öfkenin odağı olmak ve nihayet sahadan silinmek, ardından yeniden küllerinden doğmak fırsatı veren kopuşlardı. 1963 yılındaki Baas darbesinin ardından Suriye’nin İslamcı muhalefetinin odağına oturan İhvan, 1970 yılındaki darbeyle Nusayri azınlığın iktidarı ele geçirmesiyle Nusayri azınlığın iktidarına karşı Sünni öfkenin temsilcisi olmuştur. 1982’deki Hama katliamı ise İhvan hareketini ve beraberinde bütün muhalefeti sahadan silmiştir. Aslında bu kopuşların seyrini tayin eden temel mesele İhvan’ın tavrından çok Baas Partisi’nin ideolojik yönelimini değiştiren hadiseler olmuştur. Zira en başından beri İhvan’ın durduğu nokta değişmemiştir. Baas partisi ise yaşanan her darbenin ardından ideolojik değişimlere uğramış ve nihayet Hafız Esed ile birlikte mezhepçi bir aile ve etrafındaki müttefik grupların partisi haline gelmiştir.

 

Öte yandan, Suriye-Mısır arasında kurulan birliğe İhvanla birlikte ordudaki muhafazakâr subaylar da karşı çıkıyordu. 1961 yılında Abdulkerim el-Nahlavi liderliğinde yapılan askeri darbe bir taraftan birlik döneminde iyice güçlenen Nasyonal-Sosyalist bloğa karşı muhafazakâr kanadı yeniden sahneye çıkarırken diğer taraftan birliği bitirmişti. Baas Partisi, darbeye karşı çıkıyordu ancak darbeciler İhvan üyesi Maruf el-Devalibi’yi Başbakanlık koltuğuna oturtmuştu.5 Sabahaddin Şen, Ortadoğu’da İdeolojik Bunalım, Birey Yayınları, 2004, s.221 Muhafazakarların ve dolayısıyla İhvan’ın bu zaferi çok uzun sürmedi. Baas Partisi’nin iki kurucusu Eflak ve Bitar, her ne kadar iktidarı güç kullanarak ele geçirme seçeneğini istemese de partiye bağlı subaylar 1963 yılında yeni bir darbe yaptı. Bu darbe, muhafazakâr kesimi ezip geçerken İhvan ile Baas arasındaki ilk kopuşa da yol açtı. Ayrıca bir ay evvel Irak’ta yaşanan bir darbeyle orada da iktidara Baas Partisi gelmişti. Suriye’deki darbenin ardından İhvan’ın Baas iktidarına karşı ilk kitlesel kalkışması Hama’da yaşandı ve bu kalkışma İhvan’ı Baas hükümetine karşı muhalefetin odağına oturttu.

 

Dönemin Hama Valisi Abdulhalim Haddam tarafından okullarda anti seküler ve Baas partisi aleyhine propaganda yaptıkları gerekçesiyle üç öğrencinin ülkenin doğusundaki Deyr-i Zor kentine sürülmesini protesto eden kentteki Sultan Camii imamı Şeyh Muhammed el-Hamid, partiden “İslam düşmanı” olarak söz etmişti. Daha sonra sokağa taşan öfkeli kalabalıkta yaşanan arbedede Baas partisi yandaşı bir genç öldürülünce hükümet Hama’ya kuvvet sevk etti. Bu sırada İslamcı gençler de Sultan Camii’ni bir üsse çevirmişti. Cami bombalandı ve karışıklıklar kontrol altına alındı. Bu İhvan ile hükümet arasındaki ilk ciddi sürtüşmeydi. Parti içindeki bazı çevreler cemaatin yasaklanması ve güç kullanılmasından yana olsa da o günlerde parti yönetiminde bulunan Eflak ve Bitar bunu kabul etmedi. Zira Bitar’ın kendisi de Sünni idi ve bu sebeple Sünni tabanı kaybetmek istemiyordu.6 Raphael Lefavre, Ashes Of Hama, Oxford Üniversitesi, 2013, s.44-45 Ancak daha sonra önce Bitar, ardından Eflak partiden tasfiye edilecek ve her ikisi de ülkeden kaçmak zorunda kalacaktı.

 

İhvan ile Baas arasındaki mücadelenin sertleşmesi aslında Baas’ın giderek Nusayri-Alevi subayların kontrolüne girmesiyle olmuştur. Bu durum İhvan’ı Suriye’deki çoğunluk Sünnilerin rejime karşı itirazının odağına dolayısıyla ana muhalif oluşum noktasına taşımıştır. 1966 yılında Salah Cedid ve Hafız Esed liderliğinde Nusayri ve az da olsa Dürzi subayların oluşturduğu cunta yönetime el koydu. Cedid döneminde Suveyde’de yaşanan bir Dürzi isyanıyla Dürziler de partiden tasfiye edilmiş ve nihayet 1970 yılında Hafız Esed’in darbesiyle Nusayri-Alevi tabanlı Esed rejimi kurulmuştu.

 

İhvan Cemaati, 1970-1980 döneminde rejimin baskılarına karşı yer altı örgütlenmeye gitmiştir. Hafız Esed’in 1970’teki darbesi, Baas Partisi’nin ideolojisini ve karakterini değiştirmiş partide, resmi olmasa da Nasyonal-Sosyalizm’den Esedizm’e geçiş süreci yaşanmıştır. Esed iktidarı boyunca iki önemli politika izledi; 1- Yönetimine herhangi bir tehdide izin vermemek, 2- Politikalarına geniş bir kitle desteği sağlamak.7 Sabahaddin Şen, Ortadoğu’da İdeolojik Bunalım, Birey Yayınları, 2004, s.270 Öyle anlaşılıyor ki Nusayri-Alevi rejime karşı çıkan Sünnilerin çoğu bu süreçte İhvan’ın arkasında saf tutuyordu. 1979 yılında Halep’teki Askeri Akademi öğrencilerinin bir isyan başlatması rejim ile İhvan arasında gerilimi zirveye taşıdı. İhvan her ne kadar silahlı bir yapı olmasa da Esed rejimi döneminde Said Havva, Ali el-Beyanuni ve Adnan Saadeddin gibi İhvan liderleri “Cihat” temelli bir hareket tarzı benimsemiştir. Bu söylem, Nusayri rejime karşı taraftar bulmakta zorlanmazken İhvan hareketini de giderek farklı Sünni grupların azınlık iktidarına karşı muhalefetinin amiral gemisi haline getirdi. Sünni muhalif gruplar, İhvan’ın ağırlıklı olarak içinde bulunduğu İslami Cephe’de bir araya gelmiştir.

 

Hafız Esed, 1979’daki isyandan İhvan’ı sorumlu tutarak cemaat üyesi 15 tutukluyu idam ettirdi. Rejimin süren baskılarının ardından 1980 yılının haziran ayında Hafız Esed’in son anda kurtulduğu bir suikast düzenlendi. Bu suikastın ardından rejim Tedmür hapishanesinde çok sayıda muhalifi katletti. Rejimin artan baskılarına karşı Suriye’de şiddet de giderek artıyordu. 1982 yılının başında Hama’da patlak veren isyan bunu rejime açıkça göstermişti. İslami Cephe’ye bağlı silahlı gruplar kısa sürede kentin bir kısmını kontrol altına alınca Hafız Esed, Hama’ya kardeşi Rıfat Esed komutasında kuvvet göndererek buradaki isyanı bastırdı.

 

Rıfat Esed’in Hama ve civarında yürüttüğü askeri operasyonlar sonucunda binlerce insan öldürülmüş ve İhvan cemaati darmadağın olmuştur. Ülkedeki tek örgütlü ve geniş tabanlı oluşum böylece yok edilmiştir. Çünkü İhvan liderlerinin çoğu ya yurtdışına kaçmış ya hapsedilmiş ya da öldürülmüştür. Dolayısıyla bundan sonraki yaklaşık 20 yıllık süreçte İhvan dahil Suriye’de ciddi bir muhalefet görülmemiştir.

Muhalefetsiz dönem ve Beşşar Esed

Hama isyanı, Hafız Esed’i hem rakipsiz hale getirmiş hem de iktidarını sağlama alma şansı vermiştir. Buna karşılık isyanın başarısızlığı İhvan cemaatini bölmüştür. Said Havva ve arkadaşlarının hareket tarzı eleştirilere maruz kalırken sonuçta 80li ve 90lı yıllar boyunca Suriye’de açık bir muhalefet hareketi görülmediğinden İhvan’ın Suriye muhalefeti içindeki etkisi üzerine bir tahminde bulunmak oldukça güçtür.

 

İhvan hareketi, bu dönemde faaliyetlerini başta Ürdün ve Avrupa olmak üzere yurtdışında sürdürmekle birlikte ılımlı bir dil kullanmıştır. Zira artık hareket, rejimin muhalefete nasıl bir karşılık vereceğini anlamıştı.8 Tuba Yıldız, yüksek lisans tezi “Sünni muhalefet hareketi olarak İhvan-ı Müslimin”, s.117 Bu sebeple, hareket 70’li ve 80’li yıllardaki anti-Nusayri politikasını değiştirerek daha ılımlı bir dil kullansa da Hama’nın ardından aldığı yara hiçbir zaman kapanmadı. Zira Suriye’de harekete karşı ciddi bir güvensizlik oluşmuştu.

 

Açıkçası Suriye’de İhvan’a karşı olan bu güvensizliği Türkiye’de Hizbullah’a karşı olan güvensizlikle kıyaslamak mümkündür. Türkiye’de domuz bağı gibi uygulamalarla adı anılan Hizbullah gibi Suriye’de de ihvan deyince akla hep Hama ve arkasından hapishanede yaşanan sahipsizlik ve kötü hatıralar geliyor. Elbette Suriye’deki muhalefetin sahadan çekilmesinin tek sebebi bu değildi. Hafız Esed, Hama olaylarının ardından İhvan cemaatine üye olmayı idamla cezalandıran bir kanun değişikliği de yaptı ve bu kanun halen yürürlükte.

 

Hafız Esed’in 2000 yılındaki ölümü muhalif oluşumlara rahatlama umudu vermiştir. Zira yerine Cumhurbaşkanlığına getirilen oğlu Beşşar Esed, batıda eğitim görmüş modern ve özgürlükçü bir görünüm veriyordu. Beşşar Esed dönemi hapishanelerdeki muhaliflerin affedilmesi ve yeni açılımlarla başlamıştı. Suriye’deki çok sayıda siyasetçi ve entelektüel Şam Deklarasyonu’nu yayımlamış rejime bazı reform önerileri sunmuştu. Bu iklim içinde zaten Hama’dan sonra daha ılımlı bir politika izleyen İhvan hareketinin de umutlandığı görülüyor. Cemaatin o dönemki lideri Ali Saadeddin el-Beyanuni, 17 Temmuz 2000 tarihinde el-Cezire’ye verdiği röportajda, “Beşşar Esed, kendisinden önce yaşananlardan sorumlu değildir. Onun sorumluluğu Cumhurbaşkanlığı yeminini ettikten sonra başlar”9 Hanlie Booysen, “Surviving The Syrian Uprising: The Syrian Muslim Brotherhood”, New Opposition in the Middle East (pp.151-175), Eylül 2018, s156 demiştir. Şiddet ve bastırılmayla geçen 30 yıllık sürenin ardından İhvanla birlikte Suriye muhalefeti yeni bir açılım bekliyordu ancak muhalefet bu beklentiyle de bir 10 yıl daha geçirdi. Beşşar Esed hiçbir açılım yapmamakla birlikte beklenilen hiçbir reformu da hayata geçirmedi.

Suriye Devrimi ve İhvan

Suriye’de birçok kesim Beşşar Esed’in reform vaatlerinin gerçekleşmesini umutsuzca beklerken 2010 yılının aralık ayında Tunus’ta başlayan Arap Baharı, Suriyelilerin beklentilerine farklı bir boyut kazandırmıştır. Arap Baharı ile başlayan isyan silsilesi 15 Mart 2011’de Suriye’ye ulaştı. İlk protestoların ülkenin güneyindeki Dera’da başlamasının ardından yapılan bütün reform çağrılarına, rejimin yine şiddet ve katliamlarla karşılık vermesi zaten umutsuz olan reform beklentilerini sona erdirmiş “halk reform istiyor” sloganları yerini “halk rejimin yıkılmasını istiyor”

 

İhvan’ın Suriye’deki isyana olan yaklaşımı umut ve şaşkınlık arasında şekillenmiştir. Zira isyan hareketi halk tabanlı olarak beklenmedik bir şekilde kısa sürede Suriye şehirlerinin tamamına yayılmıştır. İhvan hareketi, henüz Tunus’taki isyan sonlanmadan Facebook aracılığıyla açtığı “Suriye devrimi” sayfasıyla Suriye’de rejime karşı hareketlilik çağrıları yapıyordu. 15 Mart 2011’de Suriye devriminin başlamasının ardından bu sayfa Suriye’de yaşananları dünya kamuoyuna taşıma çabalarına girişti.

 

Sayfanın kullandığı dil her ne kadar bütün Suriye’ye hitap etme iddiası taşısa da “İslam fütuhatlarına” ve “Suriye’nin İslami kimliğine” yapılan vurgular, hareketin 70’li yıllardaki diline benziyordu. Zira hareket, sürgünde kaldığı otuz yılda Suriye halkıyla olan bağlantılarını yitirmişti. Devrimin başlangıçta açık olarak İslami bir muhalefet şeklinde değil de rejime karşı duyulan halk öfkesi şeklinde yayılması Cemaatte bir şaşkınlık yaratmıştır. Kısa sürede açılan sayfanın ismi “Beşşar Esed’e karşı Suriye devrimi” şeklinde değiştirildi.10 عودة إخوان سوريا من بوابة فيسبوك 2011

 

Suriye devrimi, Esed rejiminin sert yöntemleri nedeniyle kısa sürede silahlı bir harekete dönüşünce sözün hükmü çok fazla kalmamıştır. Bu kez muhalefet, İhvan üzerinden değil halka silah doğrultmayıp ordudan ayrılan ÖSO subayları üzerinden yürüyordu.

 

İhvan kısa sürede isyanı kendisine mal edemeyeceğini anlamış ve 15 Eylül 2011’de kurulan Suriye Ulusal Meclisi’ne muhalif bir hareket olarak katılmıştı. Ancak devrimin giderek silahlı bir hareket haline dönüşmesi İhvan açısından sahaya giriş imkânı bırakmamıştır. Buna rağmen ilk dönemde kurulan Ahraru’ş Şam ve Nusret Cephesi gibi silahlı muhalif oluşumların kurucularının büyük oranda Hama katliamı sonrası hapishanelere atıldıktan sonra devrimin ardından serbest kalan kişilerden oluşması dikkat çekicidir. Ayrıca, Feylaku’ş Şam gibi başka silahlı gruplar da İhvan’a nispet edilmiştir. Suriye’deki İslamcı muhalefetin kökeninin büyük ölçüde İslami Cephe’ye dayanması sebebiyle devrim sonrasında ortaya çıkan silahlı İslamcı grupların İhvan’a nispet edilmesi doğal bir durum olmakla birlikte süreç içerinde İhvan’ın herhangi bir silahlı grubu sahiplenmemesi örgütün Hama sonrası takındığı ılımlı tavır ile örtüşmektedir. Öyle görülüyor ki Hama sonrası örgüt içinde yaşanan bölünmeler söz konusu grupları doğurmuş ancak bu grupların çoğunun üyeleri hapishanede olmaları sebebiyle devrim sonrası sahne alabilmiştir. Bunun yanında Suriye Ulusal Meclisi’nin de çoğunluğu İhvan hareketine üye olmak suçlamasıyla hapis yatmış kişilerden oluşuyordu. Bunun temel sebebi Esed rejimi döneminde örgütlü tek muhalefetin İhvan hareketi olması ve rejimin bütün muhaliflerine ihvan yaftası yapıştırarak tasfiye etme yoluna gitmesidir. Devrim sonrası kurulan muhalif oluşumlar İhvan hareketiyle bağlantılı olan oluşumlardan çok yerel silahlı komitalar şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu da İhvan’ın sahayla çok fazla irtibat kurmasına olanak vermemiştir.

 

Buna rağmen devrimin ilk yıllarında çeşitli platformlarda etkin bir şekilde rol üstlenen İhvan hareketi, Mısır’da Abdulfettah es-Sisi’nin yaptığı darbenin ardından yaşanan gelişmeler ve Esed rejiminin Suriye’de şiddeti daha fazla artırarak krizi uluslararası bir sorun haline getirmesinin ardından etkisini iyice yitirmiştir. 2012-2016 arasındaki dönemde sahadaki silahlı grupların büyük çoğunluğu İslami bir dil kullansa da bu dil, İhvan’ın İslami dilinden çok el-Kaide gibi selefi örgütlerin İslami dilidir. Zira bunun sonucunda da el-Kaide’den doğan ancak çok daha radikal ve terörist bir yapılanma olan DAİŞ terör örgütü sahada ciddi bir ağırlık kazanmıştır. Bunun sebebinin şiddetin yükselmesiyle birlikte insanların savaşı dini duygu ve söylemlerle sürdürmesi olduğunu söylemek mümkündür.

 

Öte yandan İhvan, süreç içerisinde Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’na (SMDK) dönüşen çatı siyasal muhalefete de eleştirilerini artırmıştır. Bugün İhvan cemaati, SMDK içinde sadece Faruk Tayfur ve Ahmed Seyyid Yusuf tarafından temsil edilmektedir. Cenevre’de süren Anayasa Komitesi’nde ise SMDK üzerinden temsiliyeti vardır. Gelinen aşamada devrimin uzamasıyla birlikte İhvan Cemaati’nin de silahlı olmayan pek çok yapı gibi ağırlıklı olarak insani yardım faaliyetleri üzerinden Suriye ile bağlantı kurduğu söylenebilir. Bununla birlikte yıllardır sürgünde yaşayan cemaat üyeleri bazı araştırma merkezleri ve dernekler üzerinden de faaliyet gösteriyor. Bu da aslında uzak kalınan sahayı anlamlandırma çabası olarak öne çıkıyor.

 

Hiç şüphesiz 70’li yıllar boyunca İhvan üzerinden ifade bulan Suriye’deki azınlık Nusayri-Alevi rejime karşı Sünni çoğunluğun öfkesi katlanarak sürmüştür ancak kendisini ifade edecek başka kanallar da bulmuştur. Bunun yanında Arap Baharı’nın diğer birçok ülkesinde olduğu gibi gerek radikal İslamcı oluşumlar gerekse İslamcı olmamalarına rağmen Esed rejimine karşı İslamcı gruplarla iş birliği yapan seküler gruplar Suriye’de de İhvan’ı geride bırakmışa benziyor. Hiç şüphesiz ideolojik bir hareket olarak İhvan-ı Müslimin hareketinin Suriye’de nasıl bir seyir izleyeceğini görmek için Esed rejiminin yıkılması ya da en azından çok sesliliği kabul ederek muhalefetin politik alanda önünü açması gerekmektedir. Rejimin doğasına baktığımızda ikinci seçeneğin imkansızlığını görebiliriz. Bununla birlikte mevcut aşamada Suriye’de ideolojik hareketlerin barışçıl bir rol oynamasının önünde başka engeller de vardır. Zira Suriye’de hala silah ve şiddet egemen konumdadır. Şiddetin sona ermesi ve politikanın önünün açılması için ancak rejimin yıkılmasıyla mümkün olabilecek silah egemenliğinin sona ermesi gerekmektedir.

 

İhvan hareketi ise burada da bahsettiğimiz gibi sahanın geçirdiği dönüşümlere ayak uyduramamış ve adeta hala Hama öncesindeki Suriye’de kalmıştır. Ancak yalnızca Suriye’de değil Orta Doğu’nun tamamında Arap Baharı öncesi oluşan ancak Arap Baharı ile gün yüzüne çıkma şansı bulan bir toplumsal ve siyasi dönüşüm olduğu açıktır. İhvan hareketinin sadece Suriye’de değil örgütlendiği neredeyse bütün ülkelerde bu toplumsal ve siyasi dönüşümü doğru bir şekilde okuduğuna dair ise ciddi şüpheler bulunmaktadır. Dolayısıyla İhvan hareketinin Suriye’deki geleceğinin ne olacağına dair bir tahminde bulunmanın güç olduğunu söyleyebiliriz.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
5 Aralık 2020 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Çin, Suriye’yi yeniden inşa edecek mi?

by Dr Hüseyin Korkmaz 1 Aralık 2020
written by Dr Hüseyin Korkmaz
ÇİN, SURİYE’Yİ YENİDEN İNŞA EDECEK Mİ?

Dr. Hüseyin Korkmaz

Son yıllarda ivmelenen yükselişi ile beraber daha pro-aktif bir dış politika sürdüren Çin’in Ortadoğu ölçeğinde “temkinli” bir yaklaşımı tercih etmesi ve bölgede yerleşik olan ABD menşeli güvenlik mimarisine ilişmeden ‘kalkınma’ odaklı bir söylem tutturması uzun zamandır dikkatleri üzerine çekmiyordu. Ancak ABD-Çin arasında şiddetlenen küresel rekabet ve beraberinde hemen her alanda yaşanan ‘Soğuk Savaş’a benzeyen yeni sürtüşme Ortadoğu’ya da sıçramış durumda. Küresel rekabet açısından olası anlaşmazlık bölgelerinden birisinin de Suriye olacağını söylemek mümkün.

 

Yaklaşık on yıldır Suriye’de vekil özneler üzerinden yaşanan savaş ülkeyi derin bir kaosun içerisine sokmuş durumda. Suriye her ne kadar Ortadoğu’nun diğer petrol zengini ülkeleri gibi Çin’in iştahını kabartmasa da Kuşak ve Yol Projesi açısından Akdeniz’e çıkacak bir hat üzerinde yer alıyor olması ya da alternatif hatlar için opsiyonlar içermesi bakımından şu anlık Çin’in bölge ile ilgilenmesine yeterli bir sebep olarak görünüyor. Fakat bütün bunlardan önce ülkenin yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Peki Çin, söz konusu inşa faaliyetinin içerisinde yer alacak mı? Bugüne kadar bu konuda bazı hamleler yapılmış durumda ancak net bir ilerleme sağlandığını söylemek pek mümkün değil. Bölgede devam eden istikrarsızlık Çin’i yatırım yapma konusunda temkinli bir pozisyona sürüklüyor. 

“Suriye’de ABD varlığı artık ihtimal bile değil…”

Öncelikle ABD ve Avrupa’nın Suriye’nin yeniden inşa sürecinde herhangi bir rol oynamayacağı ortada. Tahminen 400 milyar doları bulan yeniden inşa maliyeti konusunda öne çıkan ülkeler Rusya, İran ve Çin. Rusya ve İran’ın ekonomik açıdan yaşadığı sorunlar göz önüne alındığında geriye bu işi yapabilecek sadece Çin kalıyor1 Nicholas Lyall, China in Postwar Syria, The Diplomat . Suriye tarafı geçmiş dönemde bu yeniden inşa konusunda Çin’i işaret eden son derece net açıklamalar yaptı. Örneğin Esad, 2019 yılında yaptığı bir açıklamada “Kuşak ve Yol Girişimi uluslararası ilişkilerde dünya çapında bir dönüşüm. Suriye’de ABD varlığı artık bir ihtimal bile değil” 2 President al-Assad: “The Belt and Road Initiative” constituted worldwide transformation in international relations, SANA derken Çin ile girilecek bir ekonomik angajmanın belirtilerini vermişti. Aynı açıklamasında “Suriye’nin yeniden inşasında Çin’den ve diğer dost ülkelerden gelen desteğin terörle mücadele kadar önemli” 3 President al-Assad: “The Belt and Road Initiative” constituted worldwide transformation in international relations, SANA  olduğundan da dem vurmuştu. 

 

Bu arada Nisan 2019’da Pekin’de gerçekleşen Kuşak ve Yol’un ikinci zirvesine Çin’in daveti ile Suriye’nin de katıldığını not etmek gerekiyor. Çin’in Suriye özelinde yoğun bir yardım diplomasisi üzerinden ilerlediği görülüyor. Yine 2019 yılında Suriye’nin Planlama ve Uluslararası İş birliği Komisyonu (PICC) ile Şam’daki Çin büyükelçiliği arasında bir ekonomik iş birliği anlaşması imzalandı4 Medha Nibhanupudi, China’s support to Syria: In Conflict and Redevelopment, The Peninsula Foundation . Özellikle COVID-19 salgını ile beraber büyük problemler yaşanan ülkeye gerek test kiti ve diğer tıbbi malzemeler olmak üzere yoğun bir sevkiyat söz konusu. Dolayısı ile Çin’in Suriye’de yumuşak güç üzerinden bir söylem inşası oluşturmaya çabaladığını söyleyebiliriz. Bu çabaların toplumsal bir karşılığı da var. Temmuz ayında konu ile ilgili yayınlanan bir rapor Suriye’de Çin ile ilgili algının olumlu olduğunu ancak bölgede ABD ve Avrupa ülkeleri gibi aktörlerin de yoğun bir faaliyet içerisinde olduğunu gösteriyor5 Yahia H. Zoubir, China’s ‘Health Silk Road’ Diplomacyin the MENA, KAS Regional Program Political Dialogue South Mediterranean, July 2020 .

 

Çin’in Suriye’de odaklandığı iki temel husus bulunuyor. Birincisi bölge Çin’in terörle mücadele perspektifi açısından büyük önem arz ediyor6 Giorgio Cafiero, China plays the long game on Syria, Middle East Institute, February 2020 . Bu nedenle Suriye hükümeti ile ciddi ve yoğun bir istihbarat paylaşımı da söz konusu. Çin, söz konusu bölgede bulunan radikal unsurların Çin’i hedef almanın daha kolay olacağı Afganistan, Tacikistan ve Pakistan’a yönelebileceğinden çekiniyor. Bu arada 2015 yılında Çin’in çıkardığı terörle mücadele yasasına göre7 China passes controversial new anti-terror laws, BBC Çin denizaşırı ülkelerde ortak terörle mücadele operasyonları yürütme imkanına sahip. Hatta Suriye’nin Tartus limanında Çin özel kuvvetlerinin bu amaçla birlik bulundurduğu iddia ediliyor8 Nicholas Lyall, China in Postwar Syria, The Diplomat .

Suriye, Kuşak ve Yol Girişiminde alternatif bir hat olarak görülüyor

Öte yandan Çin, Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) bir parçası olarak Suriye ile ilişkilerini derinleştirmek istiyor. Bunun sebebi de Süveyş kanalında yaşanacak bir problem durumunda Akdeniz’e çıkmak için Suriye hattının öne çıkması. Çin ayrıca Suriye’nin Akdeniz kıyısındaki Tartus ve Lazkiye limanlarına erişim sağlamakla da yakından ilgileniyor. Bununla beraber Lübnan’ın Trablus limanını Suriye’nin Humus şehri ile demiryolu aracılığı ile bağlayıp limanlar ağını artırmak gibi bir hedefi de bulunuyor9 Nicholas Lyall, China in Postwar Syria, The Diplomat .

 

Fakat Çin, Suriye meselesinde dış politikasının genel prensipleri doğrultusunda ideolojik bir angajmana girmek istemiyor. Konu ile ilgili Rusya ve İran gibi doğrudan bir rol almak yerine daha temkinli ve pragmatik bir siyaset yürütmeye çabalıyor10 Abdullah Al-Ghadhawi, China’s Policy in Syria, Chatham House, March 2020 . Pekin’in yaklaşımı “Suriye’nin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı duyulmalı” çerçevesinde ortaya çıkmış durumda. Rusya ve İran’ın ise Suriye’yi yeniden inşa edebilecekleri bir projeksiyon içerisinde olmadıklarını söylemek mümkün. Buna ekonomik açıdan özellikle de salgın döneminde güçleri yetecek gibi değil. Bazı anlaşmalar yapılmış olsa da Çin’in yeniden inşa konusundaki tavrı belirleyici olacak gibi görünüyor. Çin’in geçmiş dönemlerde aralarında Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Yemen’in bulunduğu ülkelere 91 milyon dolarlık yardım yapacağını açıklaması diğer ülkeler düşünüldüğünde Suriye açısından çok ufak bir katkı11 Sophie Zinser, A New Phase for China’s Ping-Pong Diplomacy in Syria, The Diplomat, October 2020 .

 

Çin’in son yıllarda Suriye’ye yaptığı insani yardımların toplamda 44 milyon doları bulduğu ifade ediliyor12 Dr. James M. Dorsey, Syria Is Tempting, But Will China Bite?, BESA Center Perspectives Paper No. 1,648, July 17, 2020 . Bununla birlikte Çin’in Suriye’nin savaş sonrası ekonomik yeniden yapılanmasında önemli bir ekonomik rol oynaması pek olası değil. Çin’in masrafları karşılama kapasitesi olmasına rağmen, Suriye’deki siyasi ve ekonomik çıkarları, Çin’in Suriye sonrası toplumda önemli bir “yatırımcı” olacağı anlamına gelmiyor. Şam, ülkeyi yeniden inşa etmenin 195 milyar dolara mal olabileceğini hesaplarken, Dünya Bankası bunun 250 milyar dolara kadar çıkabileceğini tahmin ediyor13 Guy Burton, China and the Reconstruction of Syria, The Diplomat, July 2018 . Ancak diğer tahminler bu rakamların çok üzerinde. Öte yandan Mayıs 2017’de Çin’in Suriye büyükelçisi Qi Qianjin, Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) bir parçası olarak Suriye’nin 8,7 milyar dolarlık insani yardım alacağını duyurduğunu not edelim. Sonrasında bu yardım sürecinin nasıl ilerlediğine dair ayrıntılı bilgi ise bulunmuyor.

 

Pekin’in Temmuz 2018’deki Çin-Arap Devletleri Forumu’nda Kuşak ve Yol finansmanı ile birlikte Ortadoğu’ya 20 milyar dolarlık14 China’s Xi pledges $20 billion in loans to revive Middle East, Reuters, July, 2018 altyapı kredisi vaat ettiğini hatırlatmakta fayda var. Bu taahhüdün içinde Suriye ve Yemen’e 100 milyon dolarlık insani yardım da bulunuyordu. Ancak bugün gelinen noktada yapılan insani yardımların dışında henüz atılmış somut adımların olmadığı görülüyor. Ya da sürecin çok yavaş ilerlediğini gösteriyor. Bunu asıl sebeplerinden birisi de bölgedeki istikrarsızlığın devam etmesi olarak gösterilebilir. Çin’in aslında bölgede İran ve Suriye gibi ülkelerle sıkı bir ilişkisi varmış gibi algılansa da sahadaki rakamlar bunun algılanan boyutta olmadığını gösteriyor.

Çin, geleneksel Amerikan müttefikleri ile daha yoğun bir ilişki içerisinde

Çin, geleneksel Amerikan müttefikleri olan Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE gibi ülkelerle ekonomik ve diplomatik açıdan daha yoğun ilişkiler içerisinde. Mısır’da zaten güçlü bir varlığı var. Keza İsrail’deki varlığını ABD baskısına ve müdahalesine rağmen pekiştiriyor. Diğer yandan Suriye’de muhalefetin geri dönme ihtimali ve Esad hükümetinin zayıflığı gibi olasılıklar, şiddetin bitmediği bir yeni normal ile beraber Çin sermayesini bölgeden uzaklaştırarak daha güvenli olan körfez ülkelerine yöneltiyor.

 

Zaten Çin dışişleri bakanı Wang Yi de geçmiş dönemlerde Suriye meselesi ile ilgili siyasi çözüm ve muhalefetle diyalog konusunu birkaç kez gündeme getirmişti15 Guy Burton, China and the Reconstruction of Syria, The Diplomat, July 2018 . Bu arada Çin’in telekomünikasyon devi Huawei’nin 2015’te Suriye’nin telekomünikasyon sistemini 2020 yılına kadar yeniden inşa taahhüdü verdiğini ve Çin Ulusal Petrol Şirketi’nin (CNPC) Suriye’nin en büyük iki petrol şirketi olan Syrian Petroleum Company ve Al Furat Petroleum’da büyük bir hisseye sahip olduğunu16 Nicholas Lyall, China in Postwar Syria, The Diplomat da belirtelim.

 

ABD’de Trump yönetimi tarafından Aralık 2019 tarihinde yayınlanan Sezar Yasası (The Caesar Syria Civilian Protection Act) Suriye hükümeti ile iş yapan işletmeleri hedef alıyor17 US Department of State, Caesar Syria Civilian Protection Act, June 2020 . Söz konusu yasanın hükümlerinden biri Suriye rejimiyle uğraşan ülke, şirket ve şahıslara yaptırım uygulanmasını öngörüyor ve Çinli şirketler de ülkeye girmeleri durumunda bu yasak kapsamına girecek. Öte yandan Esad rejimi özellikle Çin ile iş birliğine değer veriyor çünkü Suriye’ye uygulanan yaptırımın yakın zamanda kaldırılması imkânsız gibi görünüyor. Ancak Çin’in de zaman zaman ortaya çıkan verilere göre Esad hükümetinden çok da memnun olduğu söylenemez. Daha doğrusu bölgede yaşanan istikrarsızlığın Çin’in memnun olmadığı konuların başında geldiğini söylemek mümkün.

 

Basitçe söylemek gerekirse Çin, Suriye’yi yeniden inşa edebilecek bir iradeyi gösterebilmiş değil. Bundan sonra göstereceğine dair bir emare de görünmüyor. Kuşak ve Yol girişiminin opsiyonel hatları üzerinde yer alan Suriye bundan sonra da Çin’in gündeminde olmaya devam edecektir ancak Beşar Esad’ın medya danışmanı Buseyna Şaban’ın dediği gibi “İpek Yolu Suriye, Irak ve İran’dan geçmezse ipek yolu değildir18 Dr. James M. Dorsey, Syria Is Tempting, But Will China Bite?, BESA Center Perspectives Paper No. 1,648, July 17, 2020 ” sözlerinin ne kadar doğru olduğunu önümüzdeki dönemde göreceğiz.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
1 Aralık 2020 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

The geopolıtıcs of Ethıopıa-Tıgray conflct

by Abdirashid Diriye Kalmoy 27 Kasım 2020
written by Abdirashid Diriye Kalmoy
The geopolitics of Ethiopia-Tigray conflict
Abdirashid Diriye Kalmoy

Ever since Abiy Ahmed, the Prime Minister of Ethiopia, announced a military operation against the TPLF (Tigray Peoples’ Liberation Front), which governs the Northern Tigray state, concerns were raised about the human casualties and the looming humanitarian crisis in the event of a full blown-out war.

 

As of today, thousands of Ethiopian refugees escaped into Sudan1 UN says planning for 200,000 Ethiopian refugees in Sudan with approximate 200, 000 more on their way.

 

The world has witnessed the worst humanitarian catastrophe in neighbouring Yemen with its complex proxy war that has deepened over the years. Ethiopia, which is also part of the Red Sea region, is glaring into a Yemen-esque scenario in the event the conflict in Tigray is not resolved immediately politically and diplomatically.

 

Moreover, the Ethiopia-Tigray war will have a geopolitical ramification that will reconstitute the geopolitics of the region – a region that has become of interest over the years to world powers like the US, China, Turkey, Britain and most recently Russia, which will have its first naval base in Sudan.

Abiy Ahmed’s geopolitical logic

Ethiopia had become a geopolitical powerhouse in the Horn of Africa since the ‘‘war on terror’’ commenced in the early 2000s. The US, which was concerned about the threat of Al-Qaeda and other radical groups in Somalia and Sudan funded and modernized Ethiopia’s vast army. Indeed, Ethiopia became the US’s prime geopolitical interlocutor in the region. This played into the hands of Ethiopia which was then worried about both nationalist and radical groups in Somalia, Secessionist rebel groups, the Eritrean regime and the neighbouring Gulf States.

 

However, the ascent to power by Abiy Ahmed recalibrated Ethiopia’s foreign policy and geopolitical agendas. Prime Minister Abiy Ahmed took these geopolitical re-orientations in considerations of Ethiopia’s internal politics, which he wanted to restructure.

 

Tasked with a transition that many expected to propel Ethiopia into democracy and stability after years of anti-government protests and ethnic violence, Abiy Ahmed took bold steps both in internal politics and in foreign policy2 Abiy Ahmed: America’s Checkmate in East Africa’s Geopolitical Chessboard .

 

However, reforms were impossible in the face of threats from the old-guard TPLF and the Eritrean regime. The Prime Minister had to be pragmatic and equally swift.

 

With abrupt and surprising visits to Eritrea, bonds were strengthened with Asmara. This also played into the hands of Eritrea, a country that was a geopolitical pariah for decades and slammed with numerous sanctions by the US. Moreover, in late 2018, Ethiopia, Somalia and Eritrea undertook their first tri-partite talks about regional politics and security. Diplomatic rapprochements in the horn surprised many. Nevertheless, sceptics questioned the substantiality of these warming ties given the regions’ persistent conflicts and capricious politics.

 

Abiy Ahmed and Isaias Afewerki, the President of Eritrea, both visited Saudi Arabia and the United Arab Emirates (UAE) simultaneously and together. Both leaders were awarded medals of honours; this was more than a symbolic gesture. The Horn of Africa and the Red Sea region were undergoing tectonic shifts in terms of geopolitics. Gulf States worried about Chinese and Turkish geopolitical ventures into the region were prepared to counter. UAE installed a military base in Eritrea and planned a naval post in the break-away region of Somaliland. The Horn of Africa became a geopolitical battle-ground.

 

With Eritrea and Somalia on his side, the Prime Minister was less worried about threats from the TPLF and their political maneuverings. However, the TPLF would become a stubborn thorn in the Prime Minister’s flesh. Moreover, there was a bigger geopolitical threat: talks with Sudan and Egypt about the Grand Ethiopian Renaissance Dam (GERD) were in stalemate. Even a possible and inevitable military confrontation was on the mouths of diplomats and regional observers in the event the talks fail. President Donald Trump’s tweet that Egypt could bomb the dam was a realistic concern and not a diplomatic gaffe.

Ethiopia, Sudan, Egypt and the GERD dam

On November 21, Sudan boycotted the GERD talks3 Sudan Boycotts Talks Over Ethiopia’s Mega-Dam for the first time. This is unprecedented and given its time will have geopolitical ramifications. Negotiations between Sudan, Ethiopia and Egypt have been stalled for years since each country had its own entrenched un-negotiable demands. A deal seems to be out of reach for all countries and this is an unpleasant situation for the whole region.

 

The rights to the Nile river waters have been contested for decades. The first treaty on the Nile waters 4 Arthur Okoth-Owiro, The Nile Treaty, State Succession and International Treaty Commitments: A Case Study of The Nile Water Treaties, Konrad Adenauer Foundation, Nairobi, 2004 was signed in May, 15, 1902 by Ethiopia and colonial Britain which was acting on behalf of Anglo-Egypt and the Anglo-Sudan. Ever since then, the waters of the Nile have been the bone of contentions for Sudan, Egypt and Ethiopia. The latest deal5 The limits of the new “Nile Agreement” was signed in March 23, 2015 between Omar al-Bashir (Sudan), Abdel Fattah al-Sisi (Egypt) and Hailemariam Desalegn (Ethiopia). The Khartoum Declaration, as it was called, emphasised on the preservation, maintenance and use of the Nile waters efficiently and in sustainable ways agreed upon by all the riparian nations that the Nile River pass through.

 

However, sentiments changed as the GERD dam approached its finishing line. A revolution in Sudan in 2019, Abiy Ahmed coming to power in 2018 and Egypt’s economic crisis complicated matters. Although 85% of the Nile waters come from the Blue Nile which has its source in the Ethiopian highlands, the majority of the water is used by and flows into Sudan and Egypt and then into the Mediterranean Sea. The economies and livelihoods of the majority of Egyptians and Sudanese people depend on the Nile waters. This has rendered the GERD talks a national security issue for both Sudan and Egypt; while Ethiopia also claims of sovereign rights to waters within its borders.

 

GERD talks spearheaded by the US broke-down6 Trump and Africa: How Ethiopia was ‘betrayed’ over Nile dam after Ethiopia protested the impartiality of the US in the talks. The US was leaning towards the Egyptian and Sudanese position regarding the dam. Ethiopia moved on to fill the dam amid diplomatic protests from Sudan and Egypt. This raised the tensions. In retaliations the US cut aid funds to Ethiopia7 Nile dam row: US cuts aid to Ethiopia .

 

The African Union (AU) took the initiative to lead the talks but with Sudan’s boycott, these efforts seem to fail. Trump suggestion that Egypt could bomb the GERD dam and the recent military confrontation in Northern Ethiopia, which borders Sudan, seems to compound the talks and the politics of the GERD.

The looming guerrilla-proxy war in Ethiopia

On November 22, the federal troops of Ethiopia surrounded Mekelle8 ‘Save yourselves’: Ethiopia warns Tigrayans of Mekelle attack , the regional capital city and power seat of the beleaguered TPLF. Although the government has ‘‘liberated’’ many cities and town from the TPLF fighters, this military confrontation is far from over. The Tigray region is a rough and rugged region with mountain ranges and difficult road – it is similar to the Southern Turkey and Northern Iraq.

 

Moreover, the TPLF, a guerrilla rebel group that come to power in Ethiopia in 1991 and ruled the country for three decades will not be easily dislodged or defeated. TPLF took control of the Ethiopian army’s northern command and its heavy weaponry and ammunitions; they even have the capabilities of firing rockets to neighbouring Eritrea and Amhara region. The TPLF is armed to the teeth even if it is militarily over-powered.

 

A guerrilla war with the potential of morphing into a proxy war that pulls-in regional countries is in the making in Ethiopia. This is dangerous and will have far-reaching geopolitical and humanitarian consequences. Reports indicate Eritrea is already fighting the TPLF in the Ethiopia-Eritrea borderlines9 Fears of regional conflict in Horn of Africa after rocket attacks on Eritrea . Moreover, the TPLF claimed that UAE drones10 Tigray: UAE drones supports Ethiopia based in the Eritrean port city of Assab targeted their positions in the front-line. The Ethiopia-Tigray conflict is taking a geopolitical dimension.

 

Egypt and Sudan have stakes in Ethiopia with regards to the GERD dam. In the event of a failed talks and a prolonged conflict in the Tigray region, it is not unlikely that both Sudan and Egypt will participate in this active theatre of war seeking their own interest in its outcome. The Ethiopia-Tigray war could ignite the whole region into violence and humanitarian catastrophes. And given the TPLF and Abiy Ahmed’s hard stance, this is a possibility unless the AU and UN and otherglobal powers intervene diplomatically.

 

Ethiopia is in unexpected war it never wanted. In an overnight, a political impasse between political adversaries culminated into a full-fledged military war. Ethiopia is a country with a volatile and complex political history rife with violence and brutalities. There are no easy solutions to this conflict which might get prolonged and engulf the whole region. In the words of Awol Allo11 Check out Awol Allo’s tweet , a legal scholar and political analyst, ‘‘this war has already depleted our chances of peaceful co-existence. Further bloodshed will only make things worse’’. Ethiopia hangs on the balance; and the stakes are high politically, geopolitically and in terms of the human toll in this war.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
27 Kasım 2020 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

A hope for peace ın the South Caucasus

by Cemil Caca Arslan 18 Kasım 2020
written by Cemil Caca Arslan

I. Legacy of the Soviet Union

Southern Caucasus became a conflict formation with the dissolution of the Soviet Union. Conflicts spill all over the region and Nagorno-Karabakh is especially a problematic issue. With the collapse of the Soviet Union, violence between two communities turned into a full-scale war and ended with a ceasefire in 1994. Still, from this point on, certain clashes happened between Armenian and Azerbaijani forces. Clashes resurfaced in 2020 and escalated to a full-scale war again. It ended with a treaty that ending most of the occupation in Nagorno-Karabakh, establishing a land connection between Azerbaijan proper and Nakhichevan under Russian control and deployment of Russian forces, and possibly Turkish forces, to Nagorno-Karabakh as peacekeeping forces. Numerous factors are contributing to the conflict and reproducing it constantly.  This is why Nagorno-Karabakh is presenting unique importance for regional security. Understanding the historical dynamics of the Nagorno-Karabakh conflict presenting a challenge; due to the unique features of the Southern Caucasus, but it is necessary if we are willing to discuss the possible peace in the region.

 

Disagreements and clashes over Nagorno-Karabakh begin with the dissolution of Tsarist Russia. During the interim period between Tsarist Russia and Soviet Russia; Nagorno-Karabakh was a region of the Republic of Azerbaijan. In this period, relative peace was achieved through the active cooperation of Azerbaijani forces and Turkish general Nuri Pasha; who was present in the region. In April 1920, the Sovietization of the Southern Caucasus begun and swiftly, Soviet rule over Azerbaijan has been declared.1 Saporov, Arsene, (2014), From Conflict to Autonomy in the Caucasus: The Soviet Union and the making of Abkhazia, South Ossetia and Nagorno Karabakh, London: Routledge, s. 95 After one-month, Soviet rule over Nagorno-Karabakh also established. By December 1920, all of the Southern Caucasus was Sovietized. Due to the timely and successful actions of Azerbaijani leadership; Azerbaijan managed to hold its position over Nagorno-Karabakh during and after Sovietization.2 ibid, 109 Yet, Azerbaijani leadership was forced to grant some autonomy to Mountainous Karabakh; thus, dividing the historical Karabakh region.3 ibid, 115 Eventually an autonomous region was created in Karabakh within Azerbaijani SSR. Land claims of SSR’s formed on the bases of old administrative divisions and demography.4 ibid, 121 It should be noted that Turkic presence in the region never counted properly and always underestimated due to pastoral nomadism way of life among Turkic people there. Armenians made some appeals to attach Nagorno-Karabakh to the Armenian SSR during the 60s, 70s, and finally in the Gorbachev era; which concluded with a full-scale war. It is interesting that there are not any objections or complaints about grievances in Nagorno-Karabakh against Azerbaijani SSR rule, unlike South Ossetian or Abkhazian stance against Georgian SSR.5 ibid, 159 We should remember, in the Soviet Union, due to repression policies, many ethnic and national groups were using academic-cultural institutions to voice their political stance. Armenian SSR also turned its academic institutions into political voice and actively worked for attaching Nagorno-Karabakh Autonomous Region to Armenian SSR; while Nagorno-Karabakh Autonomous Region within Azerbaijani SSR stood silent in these matters and neglect its so-called relations with Armenian SSR. Armenian land-grabbing attempts successfully fend off by Azerbaijani leadership. In the 1960s, Armenian nationalism became more prominent in the Armenian SSR and mass demonstrations that call for annexation of some parts of Turkey and Nagorno-Karabakh have happened. This sort of blow-outs happened throughout all of Armenian SSR history; due to Armenian SSR’s radical politicization of history and academia. These provocations and constant propaganda of the Armenian SSR eventually led a tense situation between Azerbaijani leadership and Armenians of Nagorno-Karabakh.6 ibid, 165

 

The latest Armenian attempt to attach Nagorno-Karabakh Autonomous Region to Armenia turned violent. After Armenians took advantage of glasnost and began to mobilize to attach Nagorno-Karabakh to Armenia; Azerbaijanis protested these attempts and walk from Agdam to Hankandi; a clash occurred and two Azerbaijani were killed. After a direct rule of Moscow over Nagorno-Karabakh; Gorbachev restored Azerbaijani rule over the region; Armenians failed to recognize the situation.7 ibid, 167

 

II. Conceptual background of the analysisç.

This analysis will use the regional security complex to make sense of the Southern Caucasus’ security climate. Thus, it is important to present a brief introduction to the concept. Buzan and Weaver8 Buzan, Barry and Weaver, Ole, (2003), Regions and Powers: The Structure of International Security, Cambridge: Cambridge University Press, s. 3-4 argued that there is a different security level between system-level and sub-system level of local units and claiming there is another structure: regional security complexes. In other words, regional security complexes creating more depth for security studies; going beyond national and global levels of security. Regional Security Complex Theory uses a blended approach. While it is close to neo-realism by acknowledging the importance and role of the distribution of power and bounded territoriality; it also recognizing historical context; which is definitive in the formation of regional security climate.9 ibid, 4 It is also more welcoming while spotting the effects of geographical interaction and its effects of security sectors. While great powers can penetrate certain adjacent regions, small powers are locked into their own complex and superpowers have a global reach.10 ibid, 46 Through this rationale and simple balance-of-power logic, regional security complexes are affecting global security as well. The regional level is crucial for global security because while through balance-of-power notion, great powers are penetrating to the complex and projecting its own agenda; the regional security complex also shaping the behavior of great power; thus, reproducing global security. It is important to remember that regional security complex is an analytical term which is relying on a constructivist approach too. It is shaped by the actions of security actors in the region.11 Buzan, Barry and Weaver, Ole, (2003), Regions and Powers: The Structure of International Security, Cambridge: Cambridge University Press, s. 41

 

According to Buzan and Weaver12 ibid, 53-54 ; there are insulator states, which are occupying weak interaction zones. They are facing more than one world, yet are not powerful enough to unify them; thus, facing the problem of many worlds. In this theory, an insulator means that a location that stands between more than one regional security complex. Such as Turkey; which is at the crossroads of Balkans, Caucasus, and the Middle East; in addition to its borders with the Eastern Mediterranean and the Black Sea. There are two views in the literature; while first is arguing that regional security complexes can overlap; the latter is claiming they are mutually exclusive. The first understanding will be employed in this analysis; due to challenges presented by the subjected region and to take advantage of balance-of-power dynamics too.

 

A regional security complex can be seen in three forms: conflict formation, security regime, and security community. A security regime means an environment that forces nations to strain their behavior because of the belief that other nations will reciprocate.13 Jervis, Robert, (1982), “Security Regimes”, International Organization, V. 36, N. 2, s. 357 If security interdependence between actors of the region is at the enmity level, actors are identifying each other negatively and actors in the region are securitizing each other; then we are talking about a conflict formation.14 Vural, Ebru, (2010), The Middle East As A Regional Security Complex: Continuities and Changes in Turkish Foreign Policy Under The JDP Rule, Yayınlanmamış Doktora Tezi, s. 21 Security community, on the other hand, is a position that is achieved when actor states are completed their de-securitization processes of each other and cannot think to use violence against each other to solve the problems. At that point, inter-state problems are perceiving as fully political issues rather than security issues, mostly connected to survival problems.

III. Analysis

Southern Caucasus presenting an example of a regional security complex which includes Iran, Russia, Turkey, Armenia and Azerbaijan notably. The securitizing process between Turkey and Azerbaijan is working differently than the process between Russia and Armenia; and Iran is acting in a different fashion also. Yet, Iran and Russian-Armenian block is acting quite similar when it comes to the Turkish-Azerbaijani block. It is possible to say that Southern Caucasus is a bipolar regional security complex by the securitization of the environment in the region. It is important to note that while Turkey and Azerbaijan completed the process of de-securitization of each other; situation is not the same for Iran, Russia and Armenia. Thus, we are talking about a standard but bipolar, because of the complex securitization processes, regional security complex. Moreover, the presence of a deterrent force in the region is questionable; as it is already obvious in the recent conflict. This situation is making it easier for us to qualify the region as conflict formation. In addition, due to the recent treaty that ending the occupation of Nagorno-Karabakh, the Armenian side begin to grow some kind of grudge against Russia; which is marginalizing the conflict in the region further.

 

Historical background in Southern Caucasus, as it is discussed, is the main reason of the Nagorno-Karabakh conflict and continuing hostility. Due to the Soviet Union’s legacy and Tsarist policy to provoke Armenians in the region against Turkic peoples; Armenian perception of Turkic peoples evolved to a position of a nemesis. As it is discussed earlier, Armenian SSR’s academic attempts to attach Nagorno-Karabakh itself is actually a deep securitizing effort. Since the formation of the Soviet Union, Armenian leadership is securitizing other actors in the region; most notably Turkey and Azerbaijan. These securitization efforts turned into demonization soon; especially during recent conflicts and in the 1990s. Eventually led to the ethnic cleansing of Azerbaijanis in Nagorno-Karabakh and the Khojaly Genocide. Armenia’s relations with Russia and Iran formed on a negative perception of Turkey and Azerbaijan and the securitization of these two actors. In other words, enmity relations between Turkey-Azerbaijan and Armenia-Russia-Iran blocks are the definitive notion in the region.

 

Iran, on the other hand, took a revisionist position in the international community after the revolution and the establishment of new regime. New regime notably took a position against Turkey and Azerbaijan; because of numerous reasons. Iran’s position against Azerbaijan mostly deriving from demographics in Southern Azerbaijan territory and early stance of Popular Front of Azerbaijan. Considerable Turkic population in Iran leads Iranian regime to securitize Turkey and Azerbaijan in the region; due to concerns over pan-Turkism.15 Iran fears spillover from Nagorno-Karabakh and Azerbaijan-Armenia conflict raises spectre of ‘pan-Turkism’ in Iran This led to a cooperation between Iran and Armenia in the region. Besides, Iran’s revisionist agenda mandates undermining the security of the NATO and its partners in the region. Thus, hurting Turkey and Azerbaijan by any mean is in accordance with Iran’s broader agenda and its revisionist position in international community. Moreover, it is a part of bigger competition; Iran is attempting to restrain Turkey, just like Turkey is attempting to restrain Iran in other regions as well. In national security sense, it is a spill-over of Iranian-Turkish competition in other regions and Iran’s suppression of so-called pan-Turkist sentiments in the region. In global sense, Iran is fending-off NATO’s presence in its western flank by using Armenia to block Turkish-Azerbaijan connection and presenting a constant threat through Armenia; thus, fortifying revisionist camp in the region. Iran is doing these by securitizing Turkic identity both domestically and internationally. Even though there are high-ranking Turkic officials within Iranian state; Turkic identity is under heavy repression and Iran is using sectarian policies as well to repress Turkic identity domestically. Iran’s position in the regional security complex driving region to being a conflict formation; instead of a security regime.

 

Russia, as another revisionist state, following an agenda like Iran; but with certain differences. Russia is paying specific attention to its former territories. During the Soviet era, thanks to the skillful maneuvers of Azerbaijani leadership, Moscow restrained Armenian efforts and claims over Nagorno-Karabakh. During the dissolution of the Soviet Union, Russian intervention to Baku, leading January 20th Massacre, against the Popular Front of Azerbaijan created a positive environment for Armenians and encourage Armenian leadership to illegally take over Nagorno-Karabakh. Especially after Cold War, Russia attempted to restrain a possible Turkish influence in the region; thus, it takes a pro-Armenian side in the Nagorno-Karabakh conflict in the 90s and provides material support and protection to Armenia through its base there. Same as Iran, Russia also aiming to block the Turkish-Azerbaijani connection that is allowing NATO to reach the Caspian Sea. In a national security sense, Russia is trying to control its former territories thus securing its southern flank and strategic Caucasian region. Furthermore, Russian “near abroad” understanding makes it necessary for Russia to intervene in former Soviet territory; whether through active intervention; like in Ukraine and the Black Sea Regional Security Complex or through passive intervention; like the last conflict in Karabakh. This national security concern of Russia creating an interventionist, sometimes even expansionist like in Crimea, the tendency in its foreign policy. This nature of Russian foreign policy triggering conflict in regional security complexes that it got involved. It is the main source of Russia’s conflict-producing effect on global security. In a global sense, the Russian attempt to control Caucasia is important for its revisionist position in the international community; due to Caucasia’s strategic importance. Much like in the Iranian example, it is also a spill-over of the Turkish-Russian conflict. Russia’s securitization attempts also focusing on Turkey and Azerbaijan, mostly on Turkey and fear of a pan-Turkism agenda is also widely used.16 Газета “Тюркский взгляд” поддержала Азербайджан: пантюркисты уже в России? Muslim and Turkic, especially Oghuz, identity is the main target of Russian securitization in the region. Unlike Iran, Russia taking steps of de-securitization of Armenia; through a shared Orthodox Christian identity. These steps also breeding enmity in the region and driving the region to being a conflict formation.

 

Turkish-Azerbaijani block on the other hand is differentiating from other actors in the region. Turkey and Azerbaijan completed their processes of de-securitization each other. This is actually a long-completed process. Nuri Pasha’s presence in Southern Caucasus to support new Republic of Azerbaijan in early 20th Century and Narimanov’s support to Turkish War of Independence is most notable examples of cooperation between those two countries. With the end of Cold War “two states, one nation” adopted as dominant discourse while defining the relation between those two states. In addition, even though times of dissociation between two states, problem never escalate to a security issue. For instance, when some elements in Turkish state supported an anti-Aliyev coup d’etat attempt in Azerbaijan; it was former President of Turkey who warned Haydar Aliyev about the issue. When Turkey attempted to develop its relations with Armenia, certain elements within Turkish states keep the warm relations with Azerbaijan and the perception of the issue never escalated to a betrayal level. At these lowest points of Turkish-Azerbaijani relations, problem was never perceived as a security issue. Shared Turkic identity and strong anti-Russian sentiment in late Ottoman era played an important role in de-securitization process. Even after Soviet Union, de-securitization process managed to protect itself. It is possible to say that; even though it isn’t projected to the whole region, Turkey and Azerbaijan may be qualified as a security community. In addition to those, Turkey and Azerbaijan’s commitment to the rule-based global order; may cause them to produce peace in the region by taming Armenia and neutralizing Russian and Iranian position in the region.

 

Alliance pattern in the region thus obvious. This pattern mainly shaped by states’ position in international community. While Turkish-Azerbaijani block consisting a pro-order block within the regional security complex; Russian-Iranian-Armenian block presenting a revisionist gravity point. Simple balance-of-power logic can be visible through Israeli-Azerbaijani relations and developing Chinese influence over revisionist block in the region. China is approaching to region by same securitization processes with Iran and Russia. Moreover, its revisionist agenda is urging China to penetrate the complex; while Israel is seeking to restrain Iran in the region.

 

As it is obvious, rivalry and conflict in the region have strong effects on global order and security. Being a strategic location, Southern Caucasus is a nestle for precious resources beside its position to reach Central Asia. Moreover, it is the location for revisionist states, Iran and Russia, to establish land-connection with each other. External Chinese influence in the region and investments to Armenia also consisted on similar geo-political interests. For revisionist block, Southern Caucasus is a too important region to be left to Turkish-Azerbaijani block. These geo-political interests are breeding conflict in the region and hindering even a security regime. On the other hand, Turkey and Azerbaijan by completing de-securitization processes of each other; increasing the amity level of the region. Besides, Turkish-Azerbaijani attitude in the region is quite unlike Armenians’, Iranians’ and Russians’ attitude. Rather than referencing long-history and doubtful events or demonizing the other; Turkey and Azerbaijan strongly referencing international law and rule-based international order and demanding an end to illegal occupation of Nagorno-Karabakh. Thus, Turkish-Azerbaijani cooperation is presenting a hope for peace in Southern Caucasus and possibly for world. Ending the occupation of Nagorno-Karabakh may solve the conflict in the Southern Caucasus for a time; but real problem is presence of revisionist states in the region and their behaviour to produce conflict. To solve this problem permanently; it is vital to limit revisionist states in the region. Part of solution, cutting the land-connection between two revisionist state is crucial. Since, it is not possible for Armenia to shift block as long as it keeps receiving support from those states; other options should be thought of. On the contrary of this, because of lack of external support, Russia managed to broke a deal between Azerbaijan and Armenia; which forces Armenia to leave certain parts of Nagorno-Karabakh immediately and other parts after a while. Moreover, according to this deal a joint Turkish-Russian peacekeeping force17 Turkey may send peacekeeping forces to Nagorno-Karabakh, talks continue is going to be deployed to the region and most importantly; there will be an open land connection between Nakhchivan and Azerbaijan-proper under Russian control. Strategic Lachin Corridor will be under Russian control too.18 Statement by President of the Republic of Azerbaijan, Prime Minister of the Republic of Armenia and President of the Russian Federation This agreement is a victory of Azerbaijan; since Azerbaijan managed to liberate its territories from Armenian occupation; yet it isn’t a sufficient framework for peace. As it is mentioned, the role of Russia and Iran is the reason of Southern Caucasus’ qualification as a conflict formation. Even though, it looks like Russian intervention turned the region into a security regime; it is actually an attempt to expand influence. Thus, it can never bring peace; just as in 90s, it can only freeze the conflict. Achieving peace in Southern Caucasus may be possible by a sovereign land connection between Nakchivan and Azerbaijan-proper; thus, connecting Mediterranean Sea and Caspian Sea, ensuring energy security in a more direct and secure fashion; also allowing to reach rule-based global order to Caspian Sea directly; thus, breaking revisionist states geo-political position.

 

To sum it all, Southern Caucasus regional security complex is a place where strong revisionist states are a member of the complex against the states; which are favouring rule-based global order. Presence of revisionist states are determining the quality of the complex; thus, making it a conflict formation; by constant securitizing other actors and breeding enmity within the region. This situation in the region is stiffen by the last peace agreement. Now, energy security is dependable to Russia more than ever. Still, there are certain gains. Land-connection between Nakchivan and Azerbaijan-proper is promising; even under Russian control. It is a hope for free passage in future. Moreover, most of the illegal Armenian occupation in Nagorno-Karabakh will end. Nonetheless, one should keep in mind, revisionist states are conflict bringers and presence of Russian forces in Nagorno-Karabakh will only hold a knife against Azerbaijan. Furthermore, Russia established its former influence in Armenia again. It should be recognized that Russia already begin to deny any agreement that including Turkish forces in the area; on the contrary of Aliyev’s statements. Discussions over Turkish presence in Karabakh is ongoing.  If there is going to be any chance for peace in Southern Caucasus; it will be only possible a free land-connection between Nakchivan and Azerbaijan-proper, securing energy and dividing revisionist axis in the region, and a complete end of occupation in Nagorno-Karabakh; while excluding Russian armed presence in the region. Only then, it will be possible to tame Armenia and free it from Russian influence, bring it closer to rule-based global order and break revisionist connection in the region. Unless mentioned possibilities are realized, Southern Caucasus will remain a conflict formation, national securities of Turkey and Azerbaijan will always be at risk and revisionist axis will grow stronger; which is jeopardizing global security as a whole.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
18 Kasım 2020 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

From The Planes, Raılways and Telegraph: A Short Hıstory of Modern Intellıgence

by Alp Cenk Arslan 30 Ekim 2020
written by Alp Cenk Arslan
From The Planes, Railways and Telegraph: A Short History of Modern Intelligence

Alp Cenk Arslan

Emergence of Modern Intelligence

The evolution of intelligence affairs, and the emergence of modern intelligence organizations require a close look at the history of modernity. Intelligence is as old as history. As Gill and Pythian state, the rise of intelligence as a means of security could be traced back to antiquity and before. From Moses’ story in Old Testament to Chinese general Tsun Tzu of fourth century BC and Thucydides’ comments on Peloponnesian War battled in antic ages, gathering information from the enemy has been a concept related to intelligence history.1 Gill, Peter, and Phythian, Mark. (2012). “Intelligence in an Insecure World”. pp. 40 When early modern period came, a semi-systematical use of spies became a widely-seen phenomena in the prominent empires of the time. However, the concept of spying was far from today’s professional understanding of the job. The merchants, ambassadors and even family members of these people who told stories from foreign lands were not occupied with a specific intelligence activity. Intelligence gathering activity was an ad hoc affair and could not be evaluated as fully systematic.

 

The emergence of modern intelligence agencies in terms of professionalism have found their impact in 19th century and at the beginning of 20th century. In 1825, Russian Third Section of His Imperial Majesty’s Own Chancellery was founded by Tsar Nicholas I and replaced by the Special Police Department which is commonly known as Okhrana in 1881. Other intelligence departments emerged as specific divisions in military institutions of other western states in and after 1850s. On the other hand, British War Office established an Intelligence Branch in 1873. In 1883, naval intelligence unit was formed in the United Kingdom army. Early United States intelligence branches were founded during 1880s. The social upheavals and revolutions of 19th century had shaped characteristic of intelligence units.

 

The first professional intelligence units focused on internal intelligence with regards to political opposition in the western states. For instance, Russian Okhrana’s special monitoring activities were targeting Russian opponents to the Tsarist regime and even its personnel operated in major European cities as they monitored Russian revolutionaries there.2 Richelson, Jeffrey T. (1995). “A Century of Spies”. pp. 4-7 However, the prominent commonality of the early intelligence branches was that they existed under military organizations.

 

World War I came in a time that technological innovations had a significant impact. Telegraph had been used since 1840s, steam-driven trains and ships was being widely used in 1860s, Gugliermo Marconi successfully sent voices and signals through air, finally Wright Brothers succeeded plane flights. These technologies and their capabilities were used by belligerent forces of World War I and the war brought a total destruction. The Great War’s legacy could be assessed in terms of the development in intelligence affairs. The specialization of intelligence business reached beyond its limits and the scope of intelligence capabilities was widened. That extension created major developments in modern intelligence community. In 1914, the employment of telegraph by diplomatic units was a general application and the intelligence collection was at a higher level.3 Herman, Michael. (1996). “Intelligence Power in Peace and War”. pp. 22 A final impact of World War I on intelligence affairs was the most important: separation of intelligence business as a different bureaucracy from the armies.

 

World War II which is known as Total War also brought, perhaps, the most prominent characteristics to the intelligence institutions that still exist today. The most crucial legacy of World War II was the advancement of technology in terms of technical intelligence. The war also resulted in the advancement of evaluation techniques and institutionalization of the analysis departments especially in the United States intelligence community that learned a lot after the tragic Pearl Harbor attack.

Cultures of Intelligence

While evaluating the foundation and effect of different intelligence organizations, it is also a significant point to be emphasized that cultures of intelligence which is especially affected by the states’ national security cultures have played a vital role for the emergence of characteristics of the organizations. According to Davies, British and American intelligence agencies and their difference characteristics reflect the differences between both countries’ historical traumas that created different national security threat perceptions.4 Davies, Phillipe H. (2002). “Ideas of Intelligence”. Harvard International Review, Vol. 24, No. 3, pp. 62

 

As the United Kingdom finds its trauma in South African campaign of 1899-1903, which is known as Boer War, the United States’ intelligence community was strongly shaped after 1941 Pearl Harbor attack. Failure in Boer War taught British intelligence that a systematic collection would be needed in order to influence different geographies. Pearl Harbor attack was a result of lack of evaluation rather than collection of intelligence. Abundance of information and intelligence was requiring better assessment techniques. As British intelligence community made efforts on the advancement of collection techniques, their American colleagues specialized more on analysis. Turkish case of intelligence also had roots in national security traumas. Sevres Agreement after World War I and the military elite’s raising place in the foundation of the new republic resulted in an intelligence organization which was under the control of military.

American, British and Russian Intelligence Agencies in the World Politics

After World War II intelligence organizations completed their structural foundation and started to have an impact on world politics. Both World Wars had crucial effects on prominent intelligence organizations in the world. The organizations adapted themselves to the new dynamics of world politics.

 

  Central Intelligence Agency (CIA) was formed in 1947, under the presidency of Harry S. Truman. The United States President signed the National Security Act which had also the foundation of CIA. The main necessity behind the emergence of CIA was not only the strategic surprise in 1941’s Pearl Harbor incident. There was a requirement for the centralization of intelligence activities according to security policy authorities in the United States. Franklin Roosevelt’s authorization on the creation of a central intelligence body that hold up British Secret Intelligence Service as an example had directed the United States authorities to found Office of Strategic Services (OSS) in 1942. After a short time, the organization was dissolved and CIA was founded with the National Security Act in 1947. OSS was a war-time intelligence organization and formed under Joint Chiefs of Staff. However, after the war, despite the opposition from military authorities, President Truman decided to from CIA. In 1949, a specific Central Intelligence Agency Act was legalized, allowed CIA to use confidential fiscal procedures and exempted it from disclosing its organizational details, salaries, and number of personnels.5 Lowenthal, Mark M. (2012). “Intelligence: From Secret to Policy”, pp. 42 It is clear that the formation of American central intelligence bureaucracy finds its roots in Pearl Harbor attack and need for a more proper evaluation. As Kahn states, Pearl Harbor “surprise attack” destroyed the national myth of isolation and invulnerability.6 Kahn, David. (1991). “The Intelligence Failure of Pearl Harbor”, Foreign Affairs, Vol. 70, No. 5, pp. 138-152

 

  British Secret Intelligence Service (SIS) which is commonly known as Mi6 (Military Section 6) assigned for foreign intelligence duties, while Security Service Mi5 (Military Section 5) focused on interior intelligence and counterespionage. When looking at Secret Intelligence Service’s precessors, Secret Service Bureau came to the surface as a modern intelligence organization which was founded in 1909, right after Boer Wars. The Bureau was operating under joint control of British Naval Army and the War Office. It was responsible for foreign intelligence especially in the overseas territories of the Empire. A specific specialization of the organization was upon the maritime assets of Britain. It was because of the necessity to gain information from the Imperial German Navy which was the main rival of British sea forces at the time. During World War I, the Bureau could not show significant achievement and intelligence was gained from commercial networks and the United Kingdom’s allies.  In 1920, the organization took its current name as Secret Intelligence Service. During inter-war period, the organization even collaborated with Nazi Gestapo against communism. When World War II took place, SIS combined human intelligence activities and technical efforts. Cryptanalytic initiatives were among them. Enigma technology was deciphered at the time and many of Adolf Hitler’s strategies were learned by British authorities.7 Richelson, Jeffrey T. (1995). “A Century of Spies”. pp. 168 British Prime Minister Winston Churchill founded Special Operations Executive during the war time years and that contributed to the British intelligence activities until its abolishment in 1946. A proper analysis upon the British intelligence culture could be about its obsession on collection phase of intelligence cycle. British intelligence community has been professionalized in collection especially since World Wars. Diaries and memoirs show that while British Prime Minister Winston Churchill appreciated the intelligence officers’ activities, he was not interested in intelligence analysis as a product prepared by Secret Intelligence Service. That was because of his obsession on evaluating inputs on his own.8 Richelson, Jeffrey T. (1995). “A Century of Spies”. pp. 175 Another cultural and characteristic speciality of the country’s intelligence is its capacity problem in aerial reconnaissance through wars. It was also because of the country’s geography as an island state and ignorance of foundation of a well-equipped air force.

 

  On the other side of the continent, Russia has completed the foundation of its final intelligence agency, Committee for State Security which is commonly known as KGB, after 1954, the groundbreaking of cold war. Precessors of KGB were small intelligence units which were founded after 1917 Revolution, such as Cheka, NKVD, GPU, OGPU, NKGB and MGB. KGB was assigned to do its precessors’ work in a coordinated style and was attached to the Council of Ministers. The agency was responsible for foreign intelligence, counterintelligence, operative investigatory activities, and guarding Soviet Union’s borders and Communist Party leadership. Russian intelligence community’s experiences were highly occupied with interior opponents from Tsarist regime to communist state order. Thus, the foreign activities of KGB and its precessors were regarded as a function to sustain stability and security of the state too. While CIA and British SIS approached to foreign intelligence as means of commercial or political influences, Russian intelligence organizations focused on the stability of state order.

 

Soviet intelligence efforts, in the first part of 20th century, were to discover the military plans and intentions of adversaries such as Britain, France, Germany, the US and Japan. Accordingly, main purpose of the foreign activities was to obtain western industrial and economic secrets, to foster communism by internal uprisings abroad and neutralize exiled White Russians. Soviet intelligence played a role during Spanish Civil War between 1936-1939 in this manner.

 

  The United States’ intelligence history before World War II was upon the control of domestic problems such as rising anarchism and communism. Before the total war, US foreign intelligence was operated through military and naval attachés. As British intelligence’ success to read encrypted codes with Engima, US intelligence also achieved same duties. Cryiptographic organization the Black Chamber’s head Herbert O. Yardley and army Signal Intelligence Service’s head William Friedman became successful in reading coded documents.9 Richelson, Jeffrey T. (1995). “A Century of Spies”. pp. 176

 

  The evolution of intelligence organizations during the first half of 20th century had significant impacts on world politics. Indeed, there was a bilateral impact. As intelligence organizations were developed after technological and strategical innovations raised by their rival institutions, the development of intelligence bodies also created an impact on the world politics. Decoding techniques and improvement of Enigma technology resulted in new technological developments in other spheres of life. The foundation of CIA and its clandestine structure which took its legitimacy from a legal act allowed its involvement in major political events such as 1953 Iran coup and 1954 Guatemalan coup. Soviet intelligence also played an important role in late 1940s communist revolutions of Eastern Europe.

Conclusion: Dangerous New Boys

Intelligence, as an old business as far as history, has found its specialization in the modern era in which modernization of nation-states was held. Intelligence became more specialized, professionalized and institutionalized during the period of 19th century and early 20th century. Both World Wars directed intelligence organizations into new adjustments and improvements in terms of organizational structure, analytical thinking and technology.

 

  First half of 20th century created an impact on intelligence organizations. However, in turn, new improvements in intelligence organizations of the United States, the United Kingdom and Russia also created a significant impact on world politics. The pattern of highly internationalized world politics and new dynamics of international relations during World Wars I and II, affected intelligence activities in aforementioned countries. During the first years of Cold War, intelligence organizations proved that their new structures and techniques had an impact on world politics. Main characteristic of the bipolar world which included the extension of power struggles to even far places of the world, caused that any country from any geography of the world could be targeted by CIA or KGB.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
30 Ekim 2020 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Yeni Gönderiler
Eski Gönderiler

Son Yazılar

  • FBI Wagner’in sahibini arananlar listesine ekledi
  • İngiltere İstihbarat Dairesi yapay zeka kullanımını artıracak
  • Pekin’e göre yeni dünya düzeni
  • İran, Hollanda’daki bir sunucu aracılığıyla muhaliflerini izledi
  • Ukrayna: ”Karadeniz’de İngiltere desteğiyle iki donanma üssü kurulacak”

Son Gönderiler

  • FBI Wagner’in sahibini arananlar listesine ekledi

    27 Şubat 2021
  • İngiltere İstihbarat Dairesi yapay zeka kullanımını artıracak

    27 Şubat 2021
  • Pekin’e göre yeni dünya düzeni

    21 Şubat 2021

Kategoriler

  • Genel (38)
  • Haber (160)
  • Twitter
Footer Logo

@2021 - All Right Reserved. actafabula.net