ActaFabula
  • Anasayfa
  • Bülten
  • Haber
  • İletişim
ActaFabula
  • Anasayfa
  • Bülten
  • Haber
  • İletişim
Kategori:

Genel

Genel

19 Yıllık İşgale Hızlı Bir Bakış: Afganistan

by Levent Kemal - Çağatay Cebe 16 Ekim 2020
written by Levent Kemal - Çağatay Cebe
19 Yıllık İşgale Hızlı Bir Bakış: Afganistan

Afganistan son beş yıldır art arda önemli değişikliklere şahit oluyor. Küçük ve büyük ölçekli bu değişimler, her ne kadar mahalli yaşansa da ulusal bir etkiye sahip olabiliyor. Taliban’ın gerilla savaşındaki değişen stratejisinden, IŞİD’in bir dönem yükselişine, Amerika’nın askerlerini çekmesinden, ülkedeki eski savaşı ağalarının gizli ve açık çekişmeleri ülke sahasında hızlı değişimlere sebep oluyor. İnsan hakları suçları yüzünden sürgün edilen Raşid Dostum’un1 Accused of Rape and Torture, Exiled Afghan Vice President Returns Cumhurbaşkanlık yarışı için arka plandaki aktör olması, Taliban’ın ikinci ismi ve kurucu lider Molla Ömer’in eniştesi Molla Birader’in Donald Trump ile telefon görüşmesi2 Good talk: Trump says he spoke to Taliban leader after accord gibi süreçler tarihsel bir düzlem içerisinde oldukça kafa karıştırıcı. 1979 yılından beri kesintisiz bir savaş halinin yaşandığı Afganistan, barışı sağlayabilmek adına son birkaç yılda beklentileri tersine çıkarabilecek düzeyde değişimlere şahit oluyor. Mevcut yaşananları temeli ise 2001 yılının Eylül ayına uzanıyor.

 

11 Eylül saldırılarının ardından Amerika’nın Bush Doktrini’ni3 Bush Doktrini, bir gücün taşıdığı saldırı potansiyelini, uygulamaya dökmeden önce Amerika’nın askerî harekât ile bunu engellemesidir. Körfez Savaşı’nın ardından 1992’de Paul Wolfowitz ve Lewis Libby’nin askeri ve politik strateji temellerine dayanan bu doktrin, 11 Eylül saldırısının ardından resmi dış politika haline gelerek Bush Doktrini olarak uygulandı. Daha fazlası için; Lafeber, W. (2002). “The Bush Doctrine”. Diplomatic History, Vol. 26, No.4 uygulamasıyla terörle mücadele ve müdahalecilik stratejilerinde büyük değişimler yaşandı. Küresel siyaset ile devletlerin taktik ve stratejileri, Amerika’nın gerçekleştirdiği bu değişime bağlı olarak düzenlendi. Irak’ın işgal sebeplerinin arasında 11 Eylül’ü gerçekleştiren “el Kaide’ye, Bağdat’ın yardım ettiği” de belirtildi. Gerçek olmayan kimyasal silahlar haricinde kamuoyunda destek sağlayacak kuvvetli bir dayanak noktası olarak örgüt seçilmiş oldu. Amerika ilk olarak Afganistan’ı da bu sebeple işgal etti ve sonraki süreçlerde de bu olguyu kullanarak işgallerine devam etti. George Bush’un iki dönemlik başkanlık sürecinde Amerika’nın Neo-Liberal dış politikası, Cumhuriyetçiler tarafından sert askeri güç kullanımına dayanıyordu. Bu kapsamda Taliban’ın tamamiyle bertaraf edilmesi için Afganistan’daki askeri harekatın öncülüğünü Pentagon yapıyordu. Afgan savaş ağalarının kendi bölgelerindeki yegâne lider olma isteğine bir de devlet kademelerinde üst düzey ve hatta devleti yönetecek bir yapı olma isteği eklendi. Devlet geleneği yok denecek kadar zayıf olan Afganistan’da bu kurum, söz konusu ağaların adeta oyuncağı haline geldi. Amerika’nın kurduğu ve yönettiği ‘Afganistan’ın Yeniden Yapılanması Özel Müfettişliği’ (SIGAR) çeşitli rapor ve yazılarında ülkedeki yolsuzluktan ve bununla yapılan mücadeleden fazlasıyla bahsediyor.4 Corruption in Conflict – Lessons From US Experience From Afghanistan Devlet organlarına sahip yöneticiler genel ekseriyetle yeni bir Afganistan inşasından ziyade mevcut kaynakları şahsi menfaatler uğruna harcamayı tercih ediyor. Bu sebeple birbirleriyle seçim dışı mücadeleleri, bürokraside ortaya çıkıyor. En taze örneği ise 2020 yılının şubat ayında sonuçlanan Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından Eşref Gani ve Abdullah Abdullah’ın kendilerini aynı anda devlet başkanı ilan etmeleri oldu. 5 Ghani and Abdullah sign power-sharing deal Devlet başkanı kademesinde yaşanan bu güç mücadelesi bakanlık, valilik ile hiyerarşik bir sırayla devam edebiliyor. Afganistan halkı devletin varlığını en fazla Kabil’de görebiliyor. Başkentten uzaklaştıkça, devletin tam egemenliği yerini savaş ağalarının sosyolojik bağları sebebiyle kurduğu hakimiyet alanlarına bırakıyor. 1994 yılı öncesi Afganistan atmosferi çatışmalar yerine siyasi mücadelelere evirilmiş bir şekilde ülkede yaşanıyor. Amerika ise çekilmeye hazırlanıyor.

2001 Sonrası Değişim: Obama, Taliban ve Trump

Barack Obama, Amerikan başkanı olarak göreve geldiği ilk dönemden itibaren okyanus ötesinde yürütülen “bitmeyen savaş”a karşı olarak, Orta Doğu ve Afganistan’daki muharip güçlerin çekileceğini belirtmişti. Ekonomik ağırlığın temel olduğu bu gelişme, Amerikan toplumunda, bilhassa asker ailelerinde bir umut oldu. Zira çatışma sahalarından gazi olarak dönenler çok zorlu şartlarda yaşıyor veyahut aileler, çocuklarını uzak coğrafyalarda kaybediyordu. Bu noktada Amerikan değerlerine sıklıkla atıfta bulunan Bush yönetiminin tersine bir girişimde bulunan Obama, yapılan eleştirilere karşı Afganistan’da bir yanda çekilme sürecini başlatırken, diğer yanda da Operasyon Venüs Mızrağı’nı gerçekleştirdi. 2011 yılının Mayıs ayında Pakistan’da gerçekleştiren bu özel operasyon ile el Kaide lideri Usame bin Ladin etkisiz hale getirildi.6 The Operation That Took Out Osama Bin Laden Afganistan cephesindeki gidişat tam olarak Obama’nın istediği gibi gidiyor; her sene düzenli olarak asker sayısı azaltılıyordu. Ancak bu değişim görevini terk etmeye hazırlanırken durdu. 2015 yılının sonlarına doğru bu gidişat son buldu.7 In Reversal, Obama Says U.S. Soldiers Will Stay in Afghanistan to 2017

 

Taliban’ın 2001’den beri sürdürdüğü kırsaldaki görece düşük yoğunluklu savaş, şehirlere taşınmaya başlamış ve Beyaz Saray’ın karar değiştirmesine karar vermişti. Amerika, ülkeden çektiği muharip birlikleri hem danışman hem de aktif çatışmaya hazır olarak tekrar Afganistan’a gönderdi. Özel kuvvet timleri, Taliban’ın değişen askeri stratejisine karşı Kabil güçleriyle birlikte şehirlerde beraber mücadele etmeye başladı. Gizli ve özel nokta operasyonlarda kullanılan birlikler artık gündüz vakti meskûn mahal çatışmalarda yer alıyorlardı. Amerika ve Taliban gün geçtikçe birbirlerine karşı artan güç kullanmaya devam ettiler. Kabil’in merkezindeki Taliban baskınlarına karşı olarak Amerika, İHA saldırıları düzenliyordu. Savaş eskisinden çok daha şiddetle doğrudan sivillerin hayatlarına yansıyor, ülkede çatışmalardan doğan anarşi ortamı korkutucu bir hal alıyordu. Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle birlikte yoğun muharebe atmosferi bozulmaya başladı. Başkan seçilmeden önce Afganistan askerlerin çekilmesi düşüncesine sahip olan Trump, başkanlığının ilk zamanlarında bunu ifade etmek bir yana Pentagon’un planına uygun olarak ülkeye asker göndermeye devam etti. Alışıldığı üzere Trump’ın bazen belirsizleşen politik adımları bu süreçte kendini göstermeye başladı. Suriye’den çekilme fikrine ek olarak Afganistan’dan da çekilme planı olduğu ortaya çıktı.8 Trump plans to pull thousands of troops out of Afghanistan – report Kabil’in 2018 yılının ortasında başlattığı Taliban ile görüşmeler9 Afghanistan Peace Talks Since 2018: A Timeline Amerika’nın da görünür olarak dahil olmasıyla barış görüşmelerine evrilmeye başladı. 2010 yılında Katar’da yapılmaya çalışılan ve başarısızlıkla sonuçlanan10 U.S., Afghans, Taliban to begin peace talks in Qatar Kabil-Taliban görüşmelerinin nihai başarılı ile bitirilmesi isteniyordu. 2010 yılında temelleri atılan görüşmelere, 2018 yılında tekrar başlandı. On sekiz ay süren, birçok defa duran, tarafların Afganistan sahasında birbirlerine yönelik saldırılarının devam ettiği, Doha’da karşılıklı jestlerin yaşandığı ve her iki taraftan da çokça eleştirilen bu süreç Şubat 2020’de meyvesini verdi.

 

Amerika, Taliban’ın herhangi bir resmi evrak çıkarmasını, kendisine tehdit olacak kişi ve gruplara yardım yapılmamasını ve ülke içi gruplarla görüşmelerin başlamasını istedi. Taliban ise Amerika ve NATO güçlerinin ülkeden çekilmesini, hapiste olan savaşçılarının salıverilmesini talep etti.11 Agreement for Bringing Peace to Afghanistan Amerika ve Taliban bu tarihten itibaren çatışmamaya başladı, hapistekiler bırakılmaya ve geri çekilme işlemleri başladı. Taliban içerisinde Amerika ile rahatsız olanların örgütten ayrılırken, Amerika’dan el Kaide konusunda sert eleştiriler yöneltildi. BM raporu işaret edilerek, Taliban’ın el Kaide ile arasına mesafe koymadığı, örgüt ile bağlarını eskisi gibi devam ettirdiği12 UN Report: Taliban Maintains Ties to Al-Qaeda belirtiliyor. Amerika’daki düşünce kuruluşlarında başlayan Taliban ve Kaide’nin ilişkisi, BM ve Pentagon raporlarına13 Pentagon says Taliban maintains Al Qaeda ties, jeopardising US-Taliban deal yansıdıktan sonra Taliban ile görüşen Özel Temsilcisi Zelmay Halilzad’ın da gündemi oldu. Doha’daki diplomasi masasında Amerika’yı temsil eden Halilzad, Taliban’ın el Kaide ile ilişkileri konusunda bazı adımlar attığı, bunu yakından gözlemlediklerini, hassas bir konu olduğunu ve daha çok adım atılması gerektiğini söyledi.14 Taliban has kept close ties with al Qaeda despite promises to Trump admin, U.N. report says Taliban Sözcüsü Zabihullah Mücahid’in de el Kaide ilişkisi konusunda Amerika’daki raporları reddetmesi15 U.S. envoy forges ahead with troubled Taliban peace deal ile bir süreliğine meseleyi kapattı. Taliban ve el Kaide arasında ilişkinin güncel durumu açık kaynaklara, bağımsız taraflarca sağlıklı bir şekilde aktarılabilmiş değil. Taliban ve el Kaide ilişkisi karışıklığını koruyor. Taliban içerisindeki kadroların bir kısmı el Kaide’ye karşı kesin çizgilere sahip olsa da bazıları örgüte oldukça yakın. İki örgütün tarihi ilişkilerine bakıldığında ise Taliban’ın el Kaide’yi göz önünde tutucu, kısıtlayıcı bir tavır sergilediği görülüyor. Usame bin Ladin’in Afganistan’da herkesten uzakta, takipçileriyle izole bir yaşam sürmesini Molla Ömer ve şurasının kabullenmediğini söyleyebiliriz. Bin Ladin’e yönelik suikast girişimlerini fırsat bilen Taliban, kendisini “daha iyi korumak” adına kendi başkentleri Kandahar’a çağırdı16 Scheuer, M. (2011). Osama Bin Laden, New York: Oxford University Press  s. 108 ve bu neticede Usame bin Ladin, ailesiyle birlikte karargahını da taşıdı. Afganistan’da görece Taliban’ın baskısı altında yaşayan el Kaide, Pakistan’a geçtikten sonra dahi bu baskıyı kısmi hissetti. Yerel aşiretlerle yaptıkları evlilikler, Taliban’ın yönetici bir güç olmaması vb. etkenler el Kaide’nin daha rahat davranışlar sergilemesine sebep olsa da Taliban’a yaptıkları biat, onları doğrudan yönetim şurasının kararlarına bağlıyor. Bu sebeple el Kaide lideri Eymen Zevahiri, Pakistan’da yaşarken yönetim şurasının diğer üyeleri ise İran’ın doğusunda yaşıyorlar.17 From Iran to al-Qaeda: How Hamza bin Laden’s future was secured Taliban, her ne kadar destek verse de el Kaide’nin kendisini aşabilecek bir güç olmasını istemiyor. Bu aşamada Taliban ve el Kaide ilişkisinin hangi durumda olduğunu ne Amerikalı Muhafazakârların ne de Taliban sözcülerinin yaptığı açıklamalara bakarak anlayabiliriz.

 

Amerika ve Kabil, Taliban’ın ülkedeki oyuncular arasında yer almasını istiyor. Bu konuda da mevcut düzen içerisinde silah bırakan bir siyasi partiye evirilmesini arzuluyorlar. Süren bütün bu görüşmelerin sebebi buna dayanıyor. Taliban’ın varlığı Beyaz Saray tarafından tanınmış olsa da Afgan ağaları arasında hala ihtilaflar mevcut; bazıları ölene kadar savaşmayı ve bazıları da sandıkta mücadeleye devam edeceklerini ifade ediyor. Taliban ise elinde bir koz tutuyor; el Kaide. Amerika ile imzaladığı anlaşmanın temeli de buna dayanıyor. Örgütün artık tehdit olmaması. Beyaz Saray, Taliban’a biat etmiş, sarp dağların arasında gizli yaşayan ve gerilla yöntemlerini benimsemiş örgütü bitiremeyeceğini anladığı için halihazırda tamamen örtüşmeyen bu iki yapının arasındaki ayrılığı kullanarak el Kaide’nin tehdit seviyesini bitirmeyi veyahut minimum seviyeye indirmeye çalışıyor. “Talibanistan”ın yazarları Peter Bergen ve Katherine Tiedemann, kitaplarında el Kaide ve Taliban arasındaki ilişkinin ideolojik değil karşılıklı menfaate dayalı olduğunu18 Bergen, P. (2013) Talibanistan: Negotiating The Borders Between Terror, Politics, And Religion. Oxford: Oxford University Press, s. 73-74 ileri sürüyorlar. Ülkede hakimiyet kazanmak isteyen Taliban’ın önündeki en büyük engel ise Amerika. Bu anlaşma ile Taliban ve Amerika isteklerine ulaşmayı amaçlayan ‘kazan-kazan’ formülü istiyorlar. Taliban’ın el Kaide ile ilişkisi şüpheli ve Amerika hala geri çekilmemekle birlikte birkaç gün önce Taliban’a saldırı dahi düzenledi.19 US forces hit Taliban with airstrikes in Helmand province Kabil ile Taliban arasındaki görüşmeler daha yeni başlamakla birlikte şiddetin azaltılması, el Kaide varlığı, meclis bazlı İslam Cumhuriyeti’nin yerine şura temelli İslam Emirliği’nin mi kurulacağı20 Defying Peace Deal, Freed Taliban Return to Battlefield vb. birçok heyetler arası görüşülecek konu bulunuyor. Süreç içerisinde Taliban ile gelinen noktayı göreceğiz.

 

Taliban’ın bir değişim halinde olduğu konu ise tartışılan eğitim meselesi. Yönetimde olduğu dönemde kısıtlı bir eğitim verildiği bilinen ve çokça bahsedilen bir konu. Bu konuda bir değişim yaşandığı aşikâr. Amerikan Kongresi’ne bağlı Birleşik Devletler Barış Enstitüsü’nün (USIP) Kasım 2019’da yayınladığı raporda Taliban’ın bu değişiminden bahsediliyor. 2009 yılından itibaren Taliban Yönetimi, devlet eğitim kurumlarının işlemesine bölgelerinde onay verirken, bu okullarda eğitim alanlara da dışlayıcı davranmıyor. Lakin bununla birlikte kendi müfredatını da öğrencilere öğretiyor ve eğitim-öğretim programı için kaynak ayırıyor. Taliban’ın daha önceden okullara izin vermemesi ve hedef almasının sebepleri arasında yurtdışı fonlamasıyla ayakta duran okulların kendilerine yönelik casusluk faaliyetlerinde kullanılması gösteriliyor.21 Jackson, A., Amiri, R. (2019). “Insurgent Bureaucracy: How the Taliban Makes Policy”. United States Institute of Peace, s. 15 2012 yılına kadar okullara süren silahlı saldırıların ardından 2014 yılında Taliban, okul yönetimi hususunda değişikliğe gitme kararı aldı. Eğitim Heyeti’nin kontrolünde profesyonel bir kadroyla kontrol ettiği kırsal bölgelerde kendi müfredatına uygun eğitime geçti. Sıkça yaşanmasa da yerel olmayan ve bölgeye yeni gelen Taliban yöneticisi, eğitim faaliyetlerini durdurmak istediği vakit danışmanları tarafından doğuracağı riskler sebebiyle vazgeçiliyor.22 Ibid, s. 19 Afgan toplumunun başarısı için dini ve modern eğitimin gerekli olduğunu söyleyen Taliban’ın Doha’daki Siyasi Ofis Şefi Abbas Stanakzay, hayatın birçok alanında olduğu gibi kadınların eğitimde de olmasını İslam’ın verdiği temel hak olduğunu23 In Moscow, Afghan Peace Talks Without the Afghan Government ifade ederek Moskova’da alışagelmişin dışında yaptığı açıklamalardan birini daha ekledi.

 

Taliban kanadında bu değişim bir günde gerçekleşmedi. 2000li yılların ortasında halka dikta ettiği uygulamalar, 2009 yılından itibaren halkla uyumlu bir hale getirilmeye çalışıldı. Kız çocuklarının okula gitmesi 2015 yılına kadar bazı bölgelerde sorunlar oluşturmasına karşın yaşanan değişimin bir parçası olarak nasibini aldı. Afganistan’ın çok milliyetli ve birbirinden farklı yaşam tarzlarına sahip topluluklara bölünmesi bu hususta Taliban’ı zorlayan bir mesele. Zira kuzeydeki topluluklarla güneydeki Peştunlar arasındaki farklı yaşam tarzı, Taliban’ın politikalarında çözülmesi gereken engellerin oluşmasına sebebiyet veriyor. Yönetim katında Peştun ağırlığa sahip olan Taliban, son beş yıllık dönüşümü içerisinde kuzey topluluklarından kişilere de şuralara da yer vermeye başladı. Taliban’ın eski Eğitim Bakan yardımcısı Özbek asıllı Abdüsselam Hanefi 24 ABD ile müzakere eden Taliban heyeti kimlerden oluşuyor? örneklerden sadece bir tanesi. Taliban’ın üst düzeylerinde eğitim konusundaki düşüncelerinde değişim yaşansa da tabana doğru gidildikçe bunun hala daha tam oturmadığını görüyoruz.

 

Taliban’ın doğuşu ve iç savaş sırasındaki rolünden “İşgalden işgale Afganistan: Taliban’ın yükselişi ve yerelleşmesi”nden bahsetmiştik. İşgalden sonra Taliban, hücresel örgüt olmak yerine bürokratik yapısını koruyarak varlığını sürdürdü. Taliban’ın da her vilayete atadığı bir sivil yöneticisi mevcut. Ve bu yöneticilere Kabil Hükümeti “Gölge Vali” diyor. Zira normal bir valinin sorumlulukları ve uygulamaları ne ise Taliban’ın valisi de aynı rolü üstleniyor. Konseyler, danışmanlar vb. makamlar ile bir nevi 90larda tecrübe ettiği devlet yapısını aktif olarak kullanıyor. Bu yapıyla birlikte belirlenen taktikler ve stratejiler de bulunuyor. Harp stratejisi kırsalda gerilla savaşı olan Taliban, 2015 yılından itibaren şehirlerde yıpratma savaşı sürdürmeye başladı. Tacikistan sınırına yakın, Afganistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Kunduz şehri, 2001 yılından sonra ilk defa Taliban’ın mücadele sonucu aldığı şehir oldu. Aylarca süren düzenli çatışmalar25 Taliban Seize A Major City, A Sign Of The Group’s Resurgence neticesinde şehir merkezine giren Taliban, video ve fotoğraflar çektikten sonra bölgeden ayrıldı. Bu tarihten itibaren Taliban, ülkenin birçok bölgesinde bu taktiği izlemeye başladı. Bilhassa Taliban güneydeki Helmend, Kandahar, Paktia ve Gazne’deki şehirlerin kısa süreli elde tutulmasıyla Kabil Hükümeti’ne yıpratıcı saldırılar gerçekleştirdikten sonra bu şehirlerden geri çekiliyor. Bu bölgelerdeki baskın Peştun nüfusu, Taliban’ın aynı zamanda sosyolojik tabanı olması hasebiyle güneydeki çatışmalar hem yoğun hem de sık sık yaşanıyor. Türkmenistan sınırındaki kuzeyde ise Badğis, Feryab, Sar-i Pul, Taliban’ın kuzeyde en etkin olduğu bölgeler. Buralarda şehirlere yönelik saldırılardan ziyade sınır hattı veyahut vilayet içerisindeki askeri karakolların ele geçirilmesi amaçlanıyor. Diğer vilayetlerdeki çatışmalar çok düşük seyrettiği için kayda değer gelişmeler pek yaşanmadı diyebiliriz.

Afganistan’daki Herkese Karşı: IŞİD Horasan

Kabil ve Taliban’ı zora sokan tehdit ise IŞİD’in Horasan Kolu oldu. IŞİD’e bağlı Pakistanlıların kurduğu bu güç, Taliban’a bağlı bazı yerel komutanların, ülkenin bazı noktalarında IŞİD’e biat etmeleriyle genişledi. Oluşmaya başladığı 2014-15 yıllarından itibaren Taliban’ı oldukça zorlayan IŞİD, 2017 yılının ortalarında ünlü Tora Bora Dağları’nda hakimiyet kurmasıyla26 ISIS has taken bin Laden’s old Afghan stronghold of Tora Bora from the Taliban gücünün zirvesini yaşadı. Devam eden süreçte ise Kabil’de sıkça düzenlediği bombalı saldırılar, yollarda kurduğu kontrol noktalarındaki infazlar, Hükümet ve Taliban güçlerine yapılan saldırılar ile tarihi mücadele içerisindeki karşıt güçlerin, dikkatlerini IŞİD’e vermelerine sebep oldu. Amerika’nın desteği ile hava saldırıları düzenleyen Kabil’in aksine Taliban’ın örgüt ile olan mücadelesi daha derindi. Kendi safındaki bazı yerel yöneticilerin maddi kaygılarla geçiş yaptıkları ve çeşitli bölgelerde beraber mücadele ettikleri eski yoldaşlarına ani baskınlar düzenlemeleri sebebiyle örgütün varlığı bitirilmek isteniyordu. Çeşitli ölçeklerde yaşanan çatışmaların ardından IŞİD’i büyük ölçüde zayıflatan ve etkileyen saldırı 2018 yılının ortalarında yaşandı. Özbekistan sınırındaki Cüzcan vilayetinde iki gün boyunca süren çatışmaların nihayetinde bölgedeki 200 kişilik IŞİD varlığı, Afganistan Ordusu’na teslim oldu.27 Taliban Surge Routs ISIS in Northern Afghanistan IŞİD’in Afganistan’daki varlığı da şekil değiştirmeye başladı. Suriye ve Irak’ta olduğu gibi toprak hakimiyetinden ziyade Pakistan sınırındaki dağlık alana çekilen IŞİD, sınır şehri Celalabad ve başkent Kabil’de hücre sistemine geçti. Amerika-Taliban görüşmelerinin bir sonucu olarak Afganistan sahasında farklılaşan bir çatışma ağı oluştu. Kabil’de IŞİD hücrelerine baskın, Amerika’nın hava saldırısı haricinde Taliban da Pakistan sınırındaki Nangerhar’da IŞİD ile çatışmalara devam etti. Bu süreçte Taliban ile Kabil güçleri çatışmaya devam ederken, Amerika anlaşma gereği Taliban’ı hedef almayıp, IŞİD’e karşı örgüte oldukça sınırlı bir destek vererek, IŞİD’e karşı yürüttüğü askeri mücadeleden övgüyle bahsetti.28 CENTCOM: Taliban Actions ‘Not Consistent’ With Peace Deal

Sivil Kayıplar

Afganistan’da birçok farklı bölgede süren çatışmalar, yollara koyulan patlayıcılar, İHA saldırıları, sivillerin infazları, şehirlerde yaşanan bombalı saldırılar, milisler, kontrol edilemeyen yerel silahlı güçler gibi çeşitli etkenler sebebiyle Afgan halkı anarşi ortamından en çok etkilenen kesim olduğu aşikâr. Son beş yıl içerisinde yaşanan çatışmalar sebebiyle her yıl ortalama onbin sivil yaralanıyor veya hayatını kaybediyor:

Afganistan'da Sivil Kayıplar - Acta

BM Afganistan Yardım Görevi’nin 2020 yılında yayınladığı sivil kayıplar raporunda ilk altı ay içerisinde hayatını kaybedenlerin sayısı 1282, yaralıların 2176 ve toplamda çatışmalardan 3458 sivilin etkilendiği açıklandı. 2019 yılının aynı dönemine göre bu sayı yakınken, 2015-18 yılları arasındaki kayıpların yaklaşık yarısına tekabül ediyor.29 AFGHANISTAN MIDYEAR REPORT ON PROTECTION OF CIVILIANS IN ARMED CONFLICT: 2020

Facebook Twitter Instagram
16 Ekim 2020 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Sistemik Fırsatlardan Bölgesel Zorluklara: Çin’in Orta Doğu Politikası

by Dr Hüseyin Korkmaz 13 Ekim 2020
written by Dr Hüseyin Korkmaz
Sistemik Fırsatlardan Bölgesel Zorluklara: Çin'in Orta Doğu Politikası
Dr. Hüseyin Korkmaz

Ortadoğu’da devletlerin iç işlerine karışmama şiarı ve ‘sıfır düşman’ politikası ile hareket eden Çin, uzun yıllar boyunca kendi ekonomik çıkarlarına odaklanan ve bölgenin kaotik sorunlarından kaçınan çekingen bir diplomatik yaklaşımı takip etti. Ortadoğu’da sömürge sonrası düzenin çöküşü ile Çin’in küresel yükselişi ilginç bir şekilde ​​aynı zamana denk geldi. Küresel ölçekte ABD’nin hegemonyasında yaşanan aşınma Çin’e sistemik fırsatlar yaratırken aynı zamanda ‘Bir Kuşak Bir Yol’ gibi devasa altyapı projeleri ile bölgede kalıcı olabilmesinin de önünü açtı.

 

ABD’ye nazaran farklı bir büyük güç profili çizen Çin, yukarıdan dikte edici bir şekilde değil tam aksine aşağıdan kalkınma yolu ile ‘bölgesel refahın inşasını’ kendisine bir hedef olarak belirlemiş durumda. Bu yazıda küresel rekabetin seyri bağlamında Çin’in Ortadoğu politikasını değerlendirecek ve Çin’in güvenlik kaynaklı bölgesel zorluklardan kaçınarak Ortadoğu’da kalıcı bir mevzi kazanıp kazanamayacağını tartışacağım.

Jeopolitik zorunluluklar ve enerji güvenliği

1949 yılında kuruluşundan bugüne Çin’in dış politikası Konfüçyen geleneğin de etkisi ile başka ülkelerin iç işlerine karışmaktan imtina eden bir karakter çizdi. Başbakan Zhou Enlai tarafından 31 Aralık 1953’te Hindistan hükümeti ile yaptığı bir toplantıda ortaya atılan “Barışçıl Olarak Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi” söz konusu karakteristiğin teorize edilmiş haliydi.1 Ministry of Foreign Affairs, China’s Initiation of the Five Principles of Peaceful Co-Existence Çin dış politikasının tarihsel temelini oluşturan ‘beş ilke’ Birleşmiş Milletler Tüzüğünün temeli olan Westfalyan düzenin de detaylandırılmış bir kabulü idi aynı zamanda2 Chass W. Freeman, The Middle East and China, Middle East Policy Council .  

 

Çin’in Ortadoğu ile tanışması İsrail-Filistin geriliminin tam ortasına denk geldi. Bu noktada hararetli bir şekilde Filistin’i destekleyen Çin, bölgede bulunan monarşiler ve İsrail tarafından uzun süre yadsınmasına neden oldu. Daha sonra ABD’nin SSCB’yi çevreleme çabaları, Kore Savaşının yaşanması ve ardından Ortadoğu’da benzer amaçlarla kurulan CENTO gibi örgütlenmeler Çin’in Ortadoğu ile olan iletişimini sekteye uğrattı. 1985 yılına kadar Çin ile Orta Doğu ülkeleri arasındaki toplam ticaret hacmi sadece 1,7 milyar dolardı3 Xiaodong Zhang, China’s Interests in the Middle East: Present and Future, Middle East Policy Council .

 

Çin’in bölge ölçeğindeki diplomatik hedefleri, Arap uluslarının ya da o dönem popüler olan kavram ile söylersek Üçüncü Dünya’nın güvenini kazanmak, Batı ve Doğu bloklarının dayattığı izolasyonu kaldırmak ve emperyalizme karşı uluslararası bir cephe kurmaktı. Çin, 1988’de Filistin’i tanıyan ilk ülkelerden biriydi. Arap ülkeleriyle yakın ilişkilerine zarar verme korkusuyla 1992’ye kadar İsrail ile resmi diplomatik ilişkiler kurmadı4 Sheryl Wudunn, Israel-China Relations Nearly Official, NYT . Dolayısıyla Çin, Ortadoğu’da genellikle bölge ülkelerinin iç işlerine karışmayan, dış politikası temel olarak ekonomik ve ticari bağlantılar kurup genişletmek üzerine kurulu pragmatik bir formül üzerinden ilerledi. Bölgeye yaklaşımını belirleyen temel unsur enerji ithalatına olan bağımlılığı olurken aynı zamanda Ortadoğu’nun Afrika ve Avrupa’ya açılan kapı pozisyonunda olması Çin açısından jeopolitik zorunlulukların görülmesini sağladı. Bu zorunluluk bölgedeki ağırlığını arttırması ile sonuçlanırken aynı zamanda iç işlerine karışmama prensibi sayesinde İran, Suudi Arabistan ve İsrail ile aynı anda stabil ilişkiler kurmayı başardı.

 

Çin özellikle Arap Baharı sonrası yaşadığı şok ile beraber Ortadoğu’ya olan yaklaşımını kapsamlı bir şekilde revize etti. Büyük yatırımlarının olduğu Libya’nın kaybedilmesi ve iyi anlaştıkları Mısır’da mukim Mübarek rejiminin devrilmesi Çin’in bölgedeki kaygan politik zemin ile ilgili hazırlıksız olduğunu göstermiş ve kademeli olarak daha aktif bir yaklaşıma yönelmesine yol açmıştır5 Gedaliah Afterman, China’s growing interest in the Middle East, The Interpreter . Çin bölgede bir yandan İran ile dört yüz milyar doları bulduğu söylenen kapsamlı anlaşmalar yapmaya hazırlanırken6 Farnaz Fassihi ve Steven Lee Mayers, Defying U.S., China and Iran Near Trade and Military Partnership, NYT diğer yandan Suudi Arabistan’a nükleer tesislerin yapımında yardımcı olabilecek7 Mark Mazzetti, David E. Sanger ve William J. Broad, U.S. Examines Whether Saudi Nuclear Program Could Lead to Bomb Effort, NYT kadar pragmatik bir esnekliği gösterebilmektedir.

 

İran ile yapılan on sekiz sayfalık taslak anlaşma, Çin ve İran’ın ulaşım, enerji altyapısı ve telekomünikasyon sektörlerini iyileştirmek için 400 milyar dolara varan yatırım öngörürken, aynı zamanda Çin’in daha ucuz enerjiye erişebileceği 25 yıllık bir proje üzerinde çalıştıklarını gösteriyor8 Tom Hussain, What is behind the hype about the new Iran-China partnership?, Aljazeera . Söz konusu taslak anlaşmanın ayrıntıları hala gizemini korusa da İran Dışişleri Bakanı Zarif’in yakın bir zamanda Pekin’i ziyareti ve Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin yaptığı açıklama, ilişkilerin yoğun bir şekilde devam ettiğini gösteriyor. Wang Yi yaptığı açıklamada, Pekin’in Tahran’a olan desteğini yinelerken Ortadoğu’da gerilimin azaltılması için yeni bir forum çağrısında bulundu. Görüşmede İran ile 2015 yılında yapılan nükleer anlaşmaya da vurgu yapıldı. Ayrıca Wang, yapılacak bir bölgesel foruma girmenin ön şartı olarak Trump yönetimi tarafından terk edilen İran nükleer anlaşmasına destek verilmesi gerektiğini belirtti. Önümüzdeki dönemde Çin’in İran ile ilgili nasıl bir diplomatik tavır takınacağını göstermesi açısından önemli bir gösterge.

Bir inşa çabası olarak ‘Kuşak ve Yol’un etkileri

İran ile yapılan anlaşma bir kez daha gösterdi ki Çin açısından Ortadoğu stratejik ve jeopolitik değeri çok yüksek olan bir bölge. Çin’in bölgeye yönelik ilk ciddi strateji belgesi 2016 yılında yayınlanan Arap Politikası Belgesi (Arab Policy Paper)9 Full text of China’s Arab Policy Paper olarak göze çarpıyor. Arap Politikası Belgesi, Çin’in “kazan-kazan tarzı bir iş birliğini barındıran yeni bir uluslararası ilişkiler türüne” dayalı daha agresif bir katılım göstermesi için gereken tarihi, stratejik ve ekonomik mantığı ortaya koyuyor10 Geoffrey Aronson, Çin’in Ortadoğu Vizyonu, AlJazeera Turk . Bununla beraber Çin şu anda Orta Doğu’dan en fazla petrol ithal eden ülke ve bölgeye en fazla mal ihraç eden konumunda. 2016 yılında Cibuti’de Yemen’e çok yakın bir pozisyonda ilk yabancı askeri üssünü inşa ettiğini hatırlatalım11 Andrew Jacobs ve Jane Perlez, U.S. Wary of Its New Neighbor in Djibouti: A Chinese Naval Base, NYT . Dolayısıyla ilişkiler başta ekonomik olmak üzere diplomatik ve şimdilik seyrek olsa da askeri alanda yoğunlaşmaya devam ediyor.

 

Bölgesel sorunlarla son zamanlarda daha fazla ilgilenen Çin, 2016 yılında Suriye krizi ile ilgili özel bir elçi de atadı12 Lily Hindy, A Rising China Eyes the Middle East, The Century Foundation . Çin’in ayrıca bölgeye silah satışında da hatırı sayılır bir düzeye geldiğini belirtmek gerekiyor. Özellikle insansız hava araçları konusunda öncü bir rolü olduğunu söylemek mümkün. Hatta Suudi Arabistan ile insansız hava aracı üretecek bir fabrika konusunda 2017 yılında bir anlaşma bile yapılmıştı13 Minnie Chan, Chinese drone factory in Saudi Arabia first in Middle East, SCMP . 2013’te Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve Netanyahu, birlikte hızla arka arkaya Çin’i ziyaret etti ve Çin Devlet Başkanı Xi, iki ülke arasındaki çatışmayı sona erdirmek için dört aşamalı bir plan sundu14 Michal Shmulovich and AP, China unveils peace plan based on 1967 lines, Times of Israel . Ayrıca sorunun çözümü için 2014’te beş maddelik bir plan ortaya konuldu15 China Raises Five-Point Peace Proposal on Settling Israel-Palestine Conflict,” Ministry of Foreign Affairs of the People’s Republic of China, August 4, 2014 . Hiçbiri ilerlemedi ancak Çin’in bölgenin sorunları ile ilgilenmeye niyetli olduğunun örtük de olsa beyanı gibiydi.

 

Şimdiye kadar Çin diplomasisinin en önemli sınavı geniş çapta övülen ancak itici gücü pek olmasa da İran nükleer anlaşmasına yol açan P5 + 1 müzakerelerindeki rolüydü. İran ile ilişkileri ne kadar iyi ise Suudiler ile de bir o kadar yoğun ilişkiler kurabilen Çin’in 2018’de Suudi Arabistan, BAE ve İsrail ile birleşik ticareti, İran’la ticaretinden üç buçuk kat daha fazlaydı. Diğer yandan geçen yıl Suudi Arabistan, Çin’in en büyük petrol tedarikçisi oldu16 Puneet Talwar, China Is Getting Mired in the Middle East, Foreign Policy . Çin’in bölgeye yönelik esnek bir strateji izlemesinin altında yatan en önemli nedenlerden birisi Bir Kuşak Bir Yol projesinin olası istikrarsızlıklardan minimum seviyede zarar görme isteğini gösteriyor. Bu proje Çin’i Asya, Avrupa ve Afrika’daki büyük pazarlara ekonomik olarak bağlamayı ve Çin’in uzun vadeli enerji kaynaklarını daha güvenli hale getirmeyi amaçlıyor.

 

Kuşak ve Yol konusunda üst düzey bir diplomasi yürüten Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, 2016 yılında Kahire’de yaptığı konuşmada gelişme eksikliğine vurgu yaparken sorunların çözümü için ‘barışçı bir kalkınmaya’ işaret ediyordu17 Xi Jinping, President Xi’s Speech at Arab League Headquarters: Full Text, China Daily :

 

“Buradaki insanlar daha az çatışma ve ıstırap, daha fazla barış ve haysiyet istiyor. Zorlukların üstesinden gelmenin anahtarı, gelişimi hızlandırmaktır. Orta Doğu’daki kargaşa, gelişme eksikliğinden kaynaklanıyor ve nihai çözüm, herkesin iyiliğine dayanan gelişime bağlı olacak. Orta Doğu’da bir vekil aramak yerine, barış görüşmelerini teşvik ediyoruz. Herhangi bir etki alanı aramak yerine, tüm tarafları Kuşak ve Yol Girişimi için dostluk çevresine katılmaya çağırıyoruz.”

 

Kuşak ve Yol projesi konusunda hassas olan Çin, bölgede yaşanan istikrarsızlıkları da kapsamlı bir şekilde hesap ederken özellikle ‘hatlar’ konusunda alternatifler geliştirmeyi de ihmal etmiyor. Örneğin Akdeniz’e garantili erişimi sağlamak için geliştirmekte olduğu alternatif kara yolu, İsrail’de Kızıldeniz’deki Eilat’tan Akdeniz’deki Tel Aviv’e kadar uzanması planlanan Kızıl Med isimli yüksek hızlı bir demiryolu projesi18 Nicholas Lyall, “Can China Remake Its Image in the Middle East?” . “Kızıl Med” projesinin nedenlerinden birisi de Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Çin gemilerinin Süveyş Kanalı’nı kullanma yeteneğinin azalması olarak açıklanabilir. Kuşak ve Yol açısından Ortadoğu çok önemli ve dolayısıyla alternatif hatlar ile projenin güncelliği sürekli korunuyor. Özellikle bölgedeki enerjinin transferi konusunda projeye büyük bir hassasiyet gösteriliyor. Hatta bazı yorumcular Kuşak ve Yol’un gerçek hedefinin Ortadoğu ve Afrika’nın doğal kaynakları olduğu noktasında hemfikir19 Andrea Ghiselli, China and the Middle East: Growing Influence and Divergent Perceptions, Middle East Institute . Öte yandan Çin, Ortadoğu’da başarılı olmanın anahtarı olarak Arap Politika Belgesinde belirtildiği gibi “Üretim Kapasitesi Üzerine İşbirliği” geliştirmenin de önemini anlamış durumda. Dolayısıyla bölgede projeleri uygulamak için sadece Çin emeğini ihraç etmekten ziyade yerli halk için de iş üretmek zorunda20 Nicholas Lyall, “China in the Middle East: Past, Present, and Future” .

 

Benzer bir çaba Afrika’da başarılı olmuş gibi gözükürken Ortadoğu’da da başarılı olabilir mi bunu zaman gösterecek. Pekin şu anda Ortadoğu’daki en büyük yabancı yatırımcı ve Bahreyn dışındaki tüm Körfez ülkeleri ile stratejik ortaklıklar imzalamış durumda. Yatırımların çoğu geleneksel ABD müttefiklerine giderken birçoğunun da Çin askeri teknolojisinin istekli müşterileri olduğunu belirtmek gerekiyor21 Jamil Anderlini, “China’s Middle East Strategy Comes at a Cost to the US.” Financial Times . Bu arada not etmekte yarar var. Temmuz 2018’de Çin-Arap Devletleri İşbirliği Forumu’nda Pekin, bölgenin güvenlik ve insani sorunlarıyla mücadele etmek için ekonomik kalkınmadan yararlanmayı planladığını vurgulayarak Arap dünyasıyla ilişkisini “stratejik ortaklığa” yükseltti22 Nicholas Lyall, “China in the Middle East: Past, Present, and Future” .

ABD-Çin rekabetinin seyri ve Çin’in Ortadoğu tahayyülü

Ortadoğu’da ABD’nin nüfuzunun hem bölgesel müttefikler hem de ABD’li politikacılar tarafından sorgulandığı bir zamanda, Çin’in etkisi Orta Doğu’da hızla artıyor23 Jamil Anderlini, “China’s Middle East Strategy Comes at a Cost to the US.” Financial Times . Bu aynı zamanda ABD-Çin arasında son zamanlarda keskinleşen rekabet açısından da büyük önem taşıyor. ABD, Ortadoğu’dan askerlerini çekmenin yollarını ararken Çin, devasa ölçekli projeleri ve bölge ülkelerinin zayıf altyapılarına verdiği güçlü finansal destek ile kalıcı olmanın yollarını arıyor. Bunun yanında bugüne kadar bölgenin politik meselelerinden uzak duran Çin, İran ile ciddi bir ortaklık kurarak, diğer bölgesel ortakları kızdırmakla birlikte karmaşık güvenlik ve siyasi meselelerle uğraşma riskini de alabilir24 Puneet Talwar, China Is Getting Mired in the Middle East, Foreign Policy .

 

Konu ile ilgili bir başka örnek ise 27 ve 28 Kasım 2019 tarihlerinde Pekin’de düzenlenen Orta Doğu Güvenlik Forumu olarak gösterilebilir. Bu forum da Çin’in Ortadoğu ile ilgili yaklaşımı açısından önemli işaretler barındırıyor. Söz konusu forumda Ortadoğu’dan katılım gösteren temsilcilerin çoğu ABD’yi eleştirirken  tek taraflı, hegemonik ABD baskısından kaynaklanan adaletsiz bölgesel düzene son vermenin gerekli olduğu savunuldu. Yine aynı forumda Çin, Ortadoğu için “yeni bir fikir” ortaya koyduğunu, “bölünmeler ve çatışmalardan ziyade” kalkınma felsefesini sürdürmenin öneminin altını çizdi25 Wang Jin, Can China’s ‘New Idea’ Work in the Middle East? .

 

Çin tarihsel olarak bakıldığında Ortadoğu’da düşük profilli bir rol oynamıştır ancak son zamanlarda yapılan tartışmalar batıya yönelik ilginin arttığını gösteriyor. Çinli siyaset bilimci Wang Jisi, ABD doğuya dönerken, Çin’in de batıya yürüyüş şeklinde stratejik bir planı olmalı26 Beibei Bao, Charles Eichacker Ve Max J. Rosenthal, Is China Pivoting to the Middle East?, The Atlantic diyor. Çin’in inancı, Orta Doğu’nun odağını ekonomik kalkınmaya yeniden çevirmenin, bölgenin kaotik özelliği haline gelen gerilimleri hafifletmede dönüştürücü bir etkiye sahip olacağı şeklinde. Geçmişteki süper güçlerin deneyimlerine bakıldığında Çin’in diplomatik ve güvenlik angajmanlarını artırması Orta Doğu’da tarafsız bir konumu sürdürmekte zorlanmasına neden olacaktır. Ortadoğu, ABD’nin kurguladığı bir güvenlik planlaması eşliğinde inşa edilmiştir ve İsrail’in güvenliğini ön planda tutan bir yaklaşıma sahiptir. Buna karşılık Çin ise son dönemde ortaya koyduğu pratik anlayışla “kalkınma yolu ile ortaya konulacak bir barışın” bölgede kalıcı bir mevzi elde etme noktasında daha işlevsel olacağını düşünüyor.

 

Çin’in bölgedeki çatışma noktaları ile ilgili ‘arabulucu’ rolü giderek artmakta ancak ortaya çıkan pratik sonucun şiddet tehdidi veya uygulamasının azaltıldığı Galtungyan bir “negatif barış”ı işaret ettiği görülüyor27 Guy Burton, Negative Peace’? China’s Approach To The Middle East, WoTR . Çin, Ortadoğu ülkelerine üstü kapalı bile olsa güvenlik garantisi vermemekte ve ABD, Rusya veya diğer büyük güçlere askeri bağımlılığın dengelenmesi ya da bu konuda rekabet edilmesi hususunda herhangi bir arzuya da sahip değil. Daha çok şiddetin azaltılması ve bölgede ekonomik menşeli hareketliliğin sürmesi birincil hedefi. Çin, Ortadoğu’da uzun bir süredir devam ettirdiği “bekle ve gör” politikasını ‘nüfuz’ amaçlı siyasetinin merkezine konumlandırmıştır. Çin’e göre önemli olan karmaşık bir sosyal ve siyasal yapısı olan Ortadoğu ülkelerinde “hükmetmek” değil, ekonomik çıkarlar aracılığıyla bölgesel problemlerden kaçınarak kalkınma yolu ile barış inşasını sağlamaya çalışmaktır. Diğer yandan Çin, Ortadoğu’da altyapı açısından sağladığı kalkınma fırsatı ile ABD’den boşalan mevzilere yerleşme umudu içerisindedir.

 

ABD’nin küresel ölçekte yaşadığı hegomonik aşınma ve Ortadoğu’dan asker çekmeye dönük eğilimi Çin’in geleceğe dönük iştahını kabartmaktadır. Günümüze kadar sadece ekonomik bir yardımcı rolüne bürünen Çin, 2015 yılında Akdeniz’de yapılan ortak Rus-Çin tatbikatının ardından askeri açıdan da yüzünü göstermeye başlamıştır. 2019 yılında Umman Denizinde, Çin-Rus ve İran donanmalarının ortak tatbikatı Çin’in söz konusu alandaki ısrarına önemli bir örnek teşkil etmektedir. Sonuç olarak dünya derin ve kaotik bir değişim süreci içerisinde. Çok kutuplu bir dünyaya ve ekonomik küreselleşmeye doğru eğilim giderek yoğunlaşıyor. Diğer yandan dünya ekonomisi, jeopolitik değişkenlerin daha belirgin hale geldiği, bölgesel istikrarsızlıkların arttığı, geleneksel olmayan güvenlik tehditlerinin çoğaldığı yeni bir döneme giriyor. Yakın zamana kadar Ortadoğu’da herkesle dost olabilen ancak ‘müttefik’ olmaktan hassaten imtina eden Çin, eski Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi’nin dediği gibi28 John Calabrese, “China-Iraq Relations: Poised for a “Quantum Leap”?”, Middle East Institute bir ‘kuantum sıçramasına’ mı hazırlanıyor bunu zaman gösterecek.

Facebook Twitter Instagram
13 Ekim 2020 0 Yorum
1 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Türkiye İçin Lübnan’ın Önemi

by Çağatay Cebe 13 Eylül 2020
written by Çağatay Cebe
Türkiye İçin Lübnan'ın Önemi

Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos Zirvesi’ndeki “One Minute” çıkışından beri Arap dünyasının bir kısmında, bilhassa Lübnan’daki halkın belirli bir bölümü tarafından Türkiye’nin görünürlüğü artmıştı. Lübnan’ın o dönemki Başbakanı Saad Hariri ile kurulan ilişkiler liderler bağlamında nikah şahidi olacak kadar yakınlaşmıştı.

 

Türkiye’nin ülkedeki ilişkileri Hariri’nin dışındaki aktörlerle de yoğunlaşırken, Lübnan’ın konumuna verilen önem iyice kavranır hale geldi. Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte Türkiye’nin Orta Doğu’daki keskin çizgisi de tıpkı diğer bölge ülkeleri gibi dışa yansımaya başladı. Bu süreçte şekillenen ittifaklar, Türkiye’nin Lübnan’daki varlığını zorunlu hale getirdi. Şam, Riyad, Kahire ve Ebu Dabi ile karşıt cephelerde yer alınması, Tel Aviv ile yaşanan sorunlar Türkiye’yi bölgedeki alternatif ülkelerle ilişkilere yönlendirdi. Tel Aviv de karşı bir hamleyle Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile askeri ve ekonomik ilişkilerini geliştirmeye başladı. Bu iki devlet öte yandan Mısır ile Akdeniz’de Türkiye’nin hareket alanını daraltmaya yönelik iş birliklerine hız verdi. Bu iş birliği girişimi aynı zamanda Suriye’de İran destekli güçlere karşı savaşan Türkiye’yi İran ile aynı cephede göstermeye çalışan bir propaganda sürecini de beraberinde getirdi.

 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Suriye İç Savaşı’na dahil olması, Ankara’nın Tahran ile karşı karşıya gelmesine sebep oldu. Bu aynı zamanda Lübnan’ın yegâne silahlı milis grubu olan Hizbullah ile de karşı karşıya gelmek demekti. Türkiye, Suriye’deki askeri varlığının dördüncü yılında Hizbullah ile Halep’in batısındaki karşı karşıya geldi. TSK’nın düzenlediği hava saldırısında 9 militanı öldü. Bu kayıplar arasında yer alan molla Ali ez-Zencani bugün hala Hizbullah yanlıları tarafından sıklıkla anılan isim. İran’daki Kum Medreseleri’nden Suriye’de Halep’e kadar Şii milislere dersler veren Zencani, normal bir militandan daha fazlasıydı. Lakin Arap Baharı öncesinde Türkiye’nin Hizbullah’a olan yaklaşımı daha farklıydı. İsrail ile 2006 yılında yaşanan savaşın ardından Hizbullah’ın silahsızlandırılması uluslararası gündemde tartışılmaya başlayınca Erdoğan’dan tepki geldi. BM’nin 1701 sayılı kararı neticesinde partinin silahsızlandırılması konusunda dönemin Başbakanı olan Erdoğan, “Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına yönelik talep gelmesi hususunda Lübnan’dan askerlerin çekileceğini” ifade etti. 2008 yılında Beyrut’ta Hizbullah ile karşıt görüşteki partilerin yaşadığı çatışmalar, partinin hükümette veto hakkı kazanmasına sebep olan Doha Anlaşması ile bitmişti. Bu anlaşma devam ederek, ülkede istikrarın sağlanması amaçlanıyordu. 2011 yılında Suudi Arabistan bu görüşmelerden çekilince Türkiye, aracı olarak diplomaside yerini aldı.1 Dingel, E. (2013). “Hezbollah’s Rise and Decline? How the Political Structure Seems to Harness the Power of Lebanon’s Non-State Armed Group.” Sicherheit Und Frieden (SF) / Security and Peace, Vol. 31, No. 2, s. 72 Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte Lübnanlı siyasiler ve uluslararası aktörlerin kampları belirgin olmaya başlayınca bu görüşmeler de başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye ile Hizbullah’ın ilişkisi de Suriye konusundan itibaren olumsuz bir seyir izlemeye başladı. Hizbullah’ın Beşar Esad’ın tarafında yer alması, Türkiye’nin devrimci güçleri olan desteği iki tarafın da karşıt cephelerde yer almasına sebep oldu. Türkiye’nin desteklediği Muhaliflerle Hizbullah, 2012 yılından itibaren Suriye’nin farklı cephelerinde yıllar içerisinde birçok defa karşı karşıya gelseler de 2020’nin Şubat ayına kadar parti ile Türkiye doğrudan karşılaşmadılar.

Türkiye’nin Lübnan’daki varlığını gerekli kılan gelişmelerin zaruriyeti bilhassa 2020 yılı içerisinden kendisini gösterdi. Akdeniz’in Türkiye, Batı ve Orta Doğu devletleri için çeşitli hususlarda artan önemi, Türkiye için Lübnan’ın konumunu güçlendirdi. Libya’da Birleşmiş Milletler (BM) destekli Trablus hükümetine askeri olarak verilen destek, ‘Mavi Vatan’ ve doğalgaz arama çalışmaları, Ege’deki gerilimlerin artması, İsrail’in ilhak girişimi ve nihayetinde Avrupa’nın da -Almanya haricinde- Türkiye karşıtı Akdeniz’de kurulan bu ittifaka olan desteği Türkiye’nin hamle yapması gerekliliğini zorunlu kılmaya başladı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınmaması Türkiye’nin Akdeniz politikası açısından bir sorun teşkil ediyordu, kısıtlı bir alan sağlıyordu. Bunun için en ideal konum elbette Beyrut’tu. Türkiye’nin eski Lübnan Büyükelçisi Çağatay Erciyes’in Yunanistan ve denizcilik dairesinde başlayan mesleki yolculuğunun, onu çok kritik bir dönemde yeniden Yunanistan-Kıbrıs ve denizcilik müdürü konumuna getirmesi bir rastlantı değildi. Yerine gelen mevcut Büyükelçi Hakan Çakıl da geçmiş senelerde meslek memurluğunu uzun süre Beyrut ve Lefkoşa’da yaptı.

 

Türkiye’nin Akdeniz politikasındaki iki önemli diplomatının yolu da Beyrut’tan geçiyor. Türk dış politikasının şu günlerdeki en önemli meselesi olan Akdeniz, bu sebeple Beyrut Büyükelçiliği ve Lübnan’ı da doğrudan ilgilendirmekte. Lübnan, Türkiye için politik adımların atılabileceği, Akdeniz’in yakından takip ve kontrolünün sağlanabileceği, siyasi aktörlerle temas kurulabilecek üçüncü bir ülke, ileri bir istasyon konumunda. Lübnan, 1943’te kurulduğu tarihinden beri önce Arap ve daha sonra dünya siyaset ve istihbarat kuruluşlarınca uğrak nokta oldu. Hem operasyonların hem de görüşmelerin yapıldığı, tarafların kendileri için çalışabileceği bir alan sağladı. Lübnan’ın 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra uygulamaya başladığı ‘tarafsızlık politikası’ ülkeyi konumu ile de alternatif bir nokta yaptı. Hizbullah her ne kadar Suriye İç Savaşı’nda dahil olsa da ülke bugün hala Lübnan bu çizgisini korumaya çalışıyor. Yerel politikacılar, Orta Doğu’da ve ülkede yaşanan her gelişmede tarafsızlığın önemine vurguda bulunuyorlar. Türkiye tam olarak bu tarafsızlığı bölge politikalarında atacağı adımlar için kullanıyor.

 

Türkiye ve Lübnan ilişkileri tipik ikili ilişkilerden bir nebze farklılık gösteriyor. Koalisyon hükümetlerindeki partilerin çeşitliliği ve Türkiye karşıtı diğer devletlerin Lübnan’daki varlığı ikili ilişkinin doğasını da zorunlu olarak değiştiriyor. Ankara’nın Lübnan konusundaki adımları oldukça taktiksel ve dengeleyici bir çizgide ilerliyor.

 

Şubat ayında Hizbullah’a TSK’nın düzenlediği hava ve kara saldırılarının ardından konuşan Hasan Nasrullah, bu cephede Türkiye’nin varlığından hiç söz etmedi. Lübnan’ı takip eden pek çok uzman ve gazeteci Nasrullah’ın bu konudaki sessizliğini Türkiye ile kurulan ilişkiyi korumak istemesi olarak yorumladı. Örgütün ikinci ismi olan Naim Kasım da Temmuz ayının sonunda verdiği bir mülakatta Türk Büyükelçisi Hakan Çakıl ile düzenli olarak görüştüklerini açıklayarak bu yorumları dolaylı olarak doğruladı.  Bu görüşmeler bu zamana kadar açık kaynaklara hiç yansımamıştı.

Türkiye’nin Lübnan’da ince ve narin işlediği politikası ülkenin iç siyasetinde de kendini gösteriyor. İktidar mücadelesi ve başarısız hükümetler ve çeşitli ülkelerin yerel aktörleri kullanarak neden oldukları siyasi çatışma Lübnan’daki istikrarsızlığın ana nedenleri arasında yer alıyor. Türkiye’nin şimdiye kadarki stratejisini göz önüne alındığında iktidar çatışmaları ve iç politik ayrılıkları körükleyen adımlar atmaktan sakındığı görülüyor. Lübnan’da siyasetinde yaşananlar yakından takip edilip, gözlemlenirken taraflarla da görüşmeler devam ediyor.

 

Ülkedeki siyasi istikrarsızlığın neden olduğu, Suriye üzerindeki yaptırımların Hizbullah aracılığı ile Lübnan ekonomisini de etkilediği ortamda Türkiye insani diplomasiyi de Lübnan’da aktif bir araç olarak kullanıyor. Beyrut Büyükelçiliği taraflarla eşit ilişki diplomasinin yanı sıra insani yardım faaliyetleri gerçekleştiriyor. Kızılay ile birlikte ülkenin kuzeyinde bu çalışmalar yapılıyor. Lübnan’ın kuzeyi hem ülkenin en fakir yeri hem de halkın Türkiye’yi en çok desteklediği bölge. Bu bölge Türkmenlerin yaşadığı ve Sünnilerin çoğunlukta olduğu yegâne bölge. II. Abdülhamid’in hediye ettiği saat kulesi ve diğer Osmanlı yapıları, Trablus şehri başta olmak üzere ülkenin kuzeyindeki Türkiye bilincini diri tutan olgular arasında yer alıyor. Lübnan’ın güneyindeki Seyda şehrine 10 yıl önce Türkiye’nin yaptığı hastane, belediye ve Sağlık Bakanlığı arasındaki arazi devir sorunu nedeniyle hizmete başlayamamıştı. Beyrut Limanı’ndaki patlamanın ardından ülkeyi ziyaret eden Türk yetkililer, hükümetle yaptıkları görüşmeler neticesinde hastanenin faaliyet başlayacağını duyurdular. Limandaki patlamanın ardından bölgeye giden Türk yardım ekipleri ve iş insanları hem devlet hem de toplum bazında ülkeye desteklerini gerçekleştiriyorlar. Bu noktada limanın yeniden inşa edilmesi için Ankara yardım talebinde bulundu. Ancak diğer aktörlerin duruşu, Türkiye’nin Beyrut’un inşasında yer alacağı rolü de belirleyecektir. Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesi Lübnanlı Hıristiyanlar tarafından hiç hoş karşılanmazken, Ankara ile iyi ilişkiler isteyen Beyrut, bu konuda ciddi bir karşı adım gerçekleşmedi. En azından kısa vadede Türkiye karşıtı bir hamlenin yapılmayacağı ortada. Bazı siyasiler Ayasofya kararına cevap vermek için kamuoyundan destek toplamak istemişlerdi ancak ülkedeki siyasi ve insani kriz buna engel oldu.

Türkiye ve Lübnan arasında istihbarat ve güvenlik alanında da iş birliği söz konusu. Türk Silahlı Kuvvetleri, Suudi Arabistan’ın askeri yardımı durdurduğu için oldukça sıkıntıya giren Lübnan Ordusu’na 2018 yılında askeri yardımda bulundu. Öte yandan BM Lübnan Geçici Görev Gücü kapsamında Beyrut açıklarında Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait fırkateyn ve ülkenin güneyinde Türk Kara Kuvvetleri hem karargah personeli hem de barış gücü olarak askeri birlik bulunduruyor. İstihbarat alanındaki gelişmeler pek az açık kaynaklara yansımasına rağmen iyi ilişkilerin olduğu görülebiliyor. 2018 yılında Hamas’ın Lübnan’daki önemli isimlerinden ve Dış İlişkiler Sorumlusu Usame Hamdan’ın kardeşi Mustafa Hamdan’a gerçekleşen suikast girişiminin çözüme kavuşması için Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) da çalıştı. Lübnan Genel Güvenlik Direktörlüğü (iç istihbarat) saldırının failinin İstanbul’a kaçtığını MİT’e bildirerek iade edilmesini talep etti. Bunun sonucunda da yapılan operasyon çerçevesinde Mossad tarafından eğitilen Lübnanlı Türkiye’de tutuklanarak, Beyrut’a gönderildi. Lübnan istihbaratının ise aynı dönem içerisinde Beyrut’taki DHKP-C militanını Türkiye’ye iade etmesi de örgüt yanlısı haber sitelerinde tepkiyle karşılanmıştı.

 

Bu gelişmelerin ışığında Lübnanlı akademisyen ve araştırmacı Muhanned el-Hac Ali’nin son yazısında değindiği istihbarat noktası, geçmiş senelerdeki iş birliklerini de doğrular nitelikte. Ali, Lübnan Genel Güvenlik (iç istihbarat) Direktörü Abbas İbrahim ile MİT Başkanı Hakan Fidan’ın güçlü ilişkilere sahip olduğunu söylüyor. Buradaki önemli nokta ise Abbas İbrahim’in Lübnan siyasetindeki etkisi. İbrahim sadece görevini yerine getiren bir yönetici değil. Lübnan siyasi doğası nedeniyle ülke siyasetinde oldukça etkin bir isim. Kapalı kapılar ardında önemli görüşmeler gerçekleştiriyor, yurt dışı seyahatlerinde ülke liderleriyle görüşüyor.

 

İbrahim’in Şam’a gerçekleştirdiği ziyaretler, Lübnanlı Beşar Esad karşıtı politikacılar tarafından dahi eleştirilmiyor. Gücünü istihbarat başkanlığının yanı sıra Lübnan’daki farklı gruplarla olan ilişkilerinden alan İbrahim’in etkisini Beyrut’un güneyindeki Halde’de kısa süre önce başlayan karşıt grupların çatışmasını ordunun çaresizliğine karşın tarafları telefonla arayarak durdurması net bir şekilde ortaya koyuyor.

 

Türkiye’nin insani yardımdan istihbarata kadar geniş bir yelpazede Lübnan ile yürüttüğü ilişkiler, ülkenin sinir uçlarına dokunmadan hassas bir dış politika işçiliğine işaret ediyor. Bu hassasiyet aynı zamanda Türkiye’nin Beyrut’a biçtiği değer ile alakalı. Lübnan’ı Akdeniz için kilit bir nokta, kritik adımların atılması için ileri bir üs olarak gören Ankara, Akdeniz’in doğu kıyısındaki Lübnan konusunda elini güçlendirmek istiyor.

 

13 Eylül 2020 0 Yorum
3 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Göçmenler, Yoksullar ve Azınlıkların Hasadı: Yasadışı Organ Ticareti

by Levent Kemal 4 Eylül 2020
written by Levent Kemal
Göçmenler, Yoksullar ve Azınlıkların Hasadı: Yasadışı Organ Ticareti

Dünya tarihi coğrafi ve ekonomik nedenlerin dışında en büyük göç hareketlerini savaşlar, düşük yoğunluklu çatışmalar, işgaller veya soykırımlar nedeniyle yaşadı. Çoğu zaman düzensiz göçlere neden olan savaş ve ürettiği diğer ortamlar ‘zorunlu göçe’ neden olmuştur. 21. Yüzyılın başından bugüne Orta Doğu bölgesinde yaşanan savaş ve işgal dönemi zorunlu göçün yoğun olarak yaşanmasına neden olmuş; çatışmalar, bombardıman veya yerinden edilmeler nedeniyle aynı ülke içinde göç edenler ile ülke dışına göç etmek zorunda kalanlar pek çok riskle karşı karşıya kalmıştır.

 

Irak’ın işgali sürecinden 2015 yılının sonuna kadar 4.4 milyon Iraklı ülke içinde yahut dışında zorunlu göçmen durumuna düşmüştür. Suriye’deki iç savaş sırasında 5.5 milyon Suriyeli bölge ülkelerinde mülteci konumunda iken 6.1 milyon Suriyeli ülke içinde zorunlu göçe maruz kalmıştır. Myanmar devletini soykırım politikası nedeniyle göç etmek zorunda kalan yaklaşık 912 bin Rohingyalı da Bangladeş sınırını geçerek mülteci durumuna düşmüştür. Çin’in kuzeybatısında Sincan bölgesinde Müslüman Uygur azınlığı kapattığı asimiliasyon kampları ve Pekin yönetiminin uyguladığı uzak çalıştırma uygulaması da Uygur Müslümanlarının pek çoğunun tehlikeli rotalar ile sınır dışına çıkmasına neden olmaktadır. Afrika’da Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki çatışmalar, sahra altı ülkelerdeki ekonomik koşullar ve iç etnik ayrımcılık nedeniyle 15 milyonun üzerinde sivil göçmen durumundadır.

 

Daha da detaylandırılabilecek bu panorama insan kaçakçılığı ve sınır ötesi rüşvet ağları gibi suç uluslararası suç şebekelerinin oluşmasına neden olurken diğer yandan sağlık karaborsasının organ hasadı için de kullanışlı bir ortam sağlamaktadır.

 

Sağlık sektöründeki bağışçı-donör ile organ ihtiyacı arasındaki yüksek fark dünyanın pek çok bölgesinde tıp sektörünün başlıca sorunlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yasal zeminlerde organ bağışı listelerine adını yazdıran her 10 kişiden 8’i organ beklerken hayatını kaybetmekte ve ortalama her 10 dakikada bir kişi organ bekleme listesini adını yazdırmaktadır. Dünya çapında en az 6 milyon insanın organ yetmezliği nedeniyle organ beklediği tahmin edilmektedir. Yaşanan bu sıkıntı kendisini en çok böbrek, kalp, karaciğer ve ince bağırsak organlarında göstermektedir. Covid-19 salgını ile yaşanan sağlık krizi organ konusundaki yetersizliği derinleştirmiştir.

 

Ne var ki insan kaçakçılığı ve bu yasadışı faaliyetin ürettiği organ kaçakçılığı yahut hasadı covid-19 salgınından önce bir fenomen olarak karşımıza çıkmaktadır. 2014 yılında dünya üzerinde yaklaşık 120 bin organ nakli yapılmış ve bunların %10’unun yasadışı olarak gerçekleştiği kayda geçmiştir.

 

Göç yolları ve organ ağları iç içe

Yıllık ortalama 1 buçuk milyar dolara yaklaşan yasadışı organ hasadı sektörünün beslendiği temel etkiler maddi çaresizlik, yabancı toplumda tutunmak için kazanç ile şekillenirken bu yola başvuran ‘bağışçıların’ çoğu göçmenlerden, ötekileştirilmiş etnik – dini – siyasi gruplardan oluşmaktadır.

 

Yasadışı göçmenlikle iç içe olan zorla çalıştırma, köleleştirme ve seks ticareti alanlarına kıyasla daha düşük bir gelire sahip olan yasadışı organ ticareti faaliyeti göç veren ülkeler, çatışma alanları yahut bunlara komşu sığınma alanlarında gerçekleştirilmektedir. Göç dışı organ hasadı faaliyetleri ise, özellikle Çin örneğinde olduğu gibi kapatılma ya da yeniden iskân adı altında uzaklaştırma uygulamaları ile iç içedir.

 

Göç merkezlerinin, hali ile çatışma alanlarının yasadışı organ faaliyetleri için hasat sahasına haline gelişine Orta Doğu’daki örneklerden biri de Irak’tır. Toplumunun en az 11 milyonluk kesiminin şiddetli yoksulluk altında yaşadığı Irak düşük gelir nedeniyle organ hasadının yüksek olduğu ülkelerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Böbrek satışının yasadışı organ sağlayıcılara kolayca ulaşılabildiği Irak’taki fiyatı 2019 yılında 6 ila 15 bin dolar arasında idi. Daha önceki senelerde ise böbrek için karaborsa en yüksek fiyatlandırma 10 bin dolardı. David Matas ile David Kilgour’un Çin merkezli organ ticaretini kaleme aldığı Kanlı Hasat kitabında ise böbrek fiyatı 62 bin dolar olarak belirtilmiştir.

 

2019 yılının Aralık ayında Facebook sayfasına koyduğu ilan ile kanını ve böbreğini satmak isteyen Hamid kod adı verilmiş Iraklı ise 10 bin ila 25 bin dolar arasında teklifler aldığını ifade etmiştir. Hamid, annesinin kanser ilacını alabilmek için böyle bir yola başvurduğunu ifade etmiştir. Böbreğini yine Bağdat’ta satan Hamid ile alıcı arasındaki transfer operasyonun Irak’ın kuzeyinde KBY’ne bağlı Duhok’ta gerçekleşeceği de haberlere yansımıştır.

 

Iraklılar gibi on yılı aşkın süredir iç savaş yaşayan Suriyeliler de yaşam koşulları, savaş ve zorunlu göçün getirdiği maddi yetersizlikleri aşmak için organlarını satışa çıkarıyor. Suriye’deki savaştan kaçarak Türkiye’ye gelen Ebu Abdullah kod adını kullanan Suriyeli maddi yetersizliklerini aşmak için organlarını Facebook üzerinden satışa sunduğunda birkaç organ tüccarından böbrekleri için 10 bin dolarlık teklifler aldığını ifade etmiştir. Teklif edilen miktar Ebu Abdullah’ın yaklaşık 30 aylık maaşına denk gelmektedir.

 

Suriyelilerin mülteci olarak konumları düzenli ve kabul edilmiş olanlar ile düzensiz olarak adlandırılan ve yasadışı yollarlar komşu ülkelere geçenler şeklinde iki kategoriye ayrılıyor. Lübnan’da Suriyeli düzensiz göçmenlerin arasında organ avcılığı yapan Ebu Cafer medyaya verdiği röportajında yasadışı olarak gelenlerin hayatta kalabilmek için organlarını satmaktan başka çaresi olmadığını söylüyor. Cafer’e göre Suriye’de evinde otururken bir bomba ile ölecek insanların organlarını satması onlar için bir ödül niteliğinde.

 

Arap Baharı’nın en şiddetli halini yaşayan Suriye ve Irak’ın organ ticareti-hasadı dosyası savaş, işgal, kamu düzeninin olmaması, göçmenlikten iyi bir yaşama kavuşma gibi tetikleyicilerin yanı sıra terör örgütleri üzerinden de ortaklaşıyor. IŞİD’in sağlık bakanı olarak atadığına inanılan İsam Ebuanza adındaki İngiliz pasaportlu doktorun Suriye’de terör örgütü şemsiyesi altında örgüt üyeleri ve hastaların organlarını alarak ‘Kırmızı Market’ denilen yasadışı organ borsasında sattığı görgü tanıkları tarafından iddia edildi.

 

Musul’da keşfedilen terör örgütüne ait komplekslerde de çok sayıda organları alınmış örgüt üyesi ve sivilin cesetlerinin bulunduğu iddia edildi. Benzer şekilde Türkiye’de 2005 yılında milyon kişi başına düşen bağışçı sayısı 10.5 iken bu sayının 2015 yılında 45.4 çıkmasının Suriyeli mültecilerin yoğunluğu ile örtüştüğünü gösteren çalışmalar yayınlandı. Bu çalışmaların yanı sıra Türkiye’den Avrupa’ya gidebilmek için organlarını satışa çıkaran Suriyeli göçmenlerin haberleri de medyada yer almıştır.

Muhaliflerin ve azınlıkların organlarını hasat eden ülke: Çin

İnsan hakları avukatı David Matas ile Kanada’nın eski Asya-Pasifik diplomati David Kilgour’un 2006 yılında başlayan soruşturması ile ortaya çıkan dehşet verici bir olay organ kaçakçılığı-hasadının sadece göçmenler ve düşük gelirli kesimler üzerinden gerçekleşmediğini ortaya çıkardı.

 

Çin’in Falun Gong üyelerini tutukladıktan sonra organlarını alıp karaborsa şekilde piyasaya sunduğunu ortaya çıkaran Matas ve Kilgour’un araştırması o dönem için Çin devletinin kayda geçirdiği 10 bin organ nakli sayısının gerçekte 6 kat, 60 bin civarında, olduğunu gösterdi.

 

Çin’in geleneksel inanç sistemlerinin bir karması olarak şekillenen Falun Gong, bir zihin-beden terbiye sistemi olarak 1990’larda Çin’de yayılmaya başladı. ‘90’ların sonuna gelindiğinde yaklaşık 70 milyon üyesi ile açık alanlarda Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) iddiasına göre “kökeni batıl ve mistik” olan Falun Gong uygulayıcıları Komünist Parti üye sayısını neredeyse geride bırakmıştı. Falun Gong üyeleri ise ÇKP’nin kendilerine üç nedenle saldırdığını ifade etti: Komünist liderlerin insanların kalplerinin ve zihinlerinin kontrolünü kaybetme korkusu, Falun Gong’un yol gösterici geleneksel ilkeleri ile Kültür Devrimi sırasında Çin halkına dayattığı komünist ideolojiye karşı duruşu ve bazı komünist yetkililerin Falun Gong’u kolay bir hedef olarak görüp siyasi bir sağlamlaştırma için seçmesi.

 

ÇKP ile Falun Gong uygulayıcıları arasındaki gerilim Falun Gong yapanların tutuklanması ve çeşitli askeri hapishanelere götürülmesine neden oldu. ÇKP bir gecede yaklaşık 830 bin sivilin tutuklanmasına karar verdi. Matas ve Kilgour’un araştırmasının sonuçları Çin devletinin hapishanelerde Falun Gong mahkumlarını organlarını almak için infaz ettiğini ve hasadı ‘kırmızı markete’ sunduğunu ortaya çıkardı. Matas ve Kilgour’un araştırması 2006-2007 arasında gerçekleşti ve Kanlı Hasad adını taşıyan rapor 31 Ocak 2007’de yayınlandı. Çin eski sağlık bakanlarından Huang Jeifu da 2014 yılından önce infaz edilen mahkumların organlarının organ ihtiyacını karşılamakta kullanıldığını söyledi.

 

Çin’deki organ hasadı Falun Gong ile bitmedi. ÇKP’ne bağlı askeri hapishanelere getirilen ÇKP muhalifi sivillerin organlarının hasadına devam etti. 2019 yılında George takma ismi ile medyaya konuşan Çinli bir doktor ülkenin batısındaki Shenyang’ta bulunan ve Çin’in en büyük askeri hastanesine getirilen mahkumların öldürülerek organlarının alındığını ve pazara sunulduğunu iddia etti.

 

Matas ve Kilgour zamanında, 2006-2007’de, resmi 10 bin olan organ naklinin yasadışı oranı 60 bin civarında iken askeri hastane doktorunun konuştuğu 2019 yılında yasadışı nakillerle beraber Çin’deki organ nakli sayısı 100 bine yaklaştı. 1999 yılından sonra fiyatlar sürekli yükseldi. 2005 yılında Çin’den böbrek almak isteyen yabancılar için fiyat 350 bin dolardı. 2007 yılında iç piyasada 62 bin dolar olan böbrek fiyatı ise 2019 yılında 130 bin dolara yükseldi.

Çin Organ Hasat Merkezleri

Çin Organ Hasat Merkezleri

Çin’deki inanç mahkumlarından zorla organ hasadı soruşturan Çin Mahkemesi BM ile yaptığı çeşitli toplantılarda Çin hükümeti ve ÇKP’nin Falun Gong mahkumlarının yanı sıra on binlerce Uygur Türkü mahkumun bedenlerinden organlarını aldığını belirtti. Mahkeme sunduğu karar metinlerinde kendilerine sunulan kanıtlara dayanarak Çin hükümetinin Uygurlardan kan, DNA ve doku örneklerini organ hasadı maksadıyla topladığını vurguladı. Çin’in bu amaçla 19 milyona yakın Uygur Türkü’nden örnek topladığı İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından raporlandı. Çin hükümeti adına Türkistan bölgesi başkenti Urumçi’de Uygur organlarını hasat eden Dr. Enver Tohti’nin ifadesi de Mahkemenin kanıtları arasında yer aldı. Yaklaşık 10 aydır dünyada tarihin en riskli pandemilerinden birine neden olan korona virüsünün ilk görüldüğü yer olan Wuhan Çin’in organ hasat ettiği merkezlere ev sahipliği yapıyor.

 

Çoğunlukla özel sektörde servet peşindeki doktorlar ve özel hastanelerin karıştığı organ ticareti-hasadı işlemi Çin’deki yahut geçmişte IŞİD kontrolündeki bölgelerde olduğu gibi devlet veya örgütler eli ile askeri tesis ya da kapatma kurumlarında da gerçekleşebiliyor. Özellikle totaliter-kapalı toplumlarda mahkumların organlarının hasadı dikkat çekerken göçmenlerin sosyal medya ile ulaştığı organ tacirleri operasyonlar için çeşitli paravan sağlık hizmeti dernekleri veya özel hastaneleri tercih ediyor.

 

Organ ticareti-hasadı özellikle savaşlardan kaçan ve ekonomik nedenlerle yasadışı göç eden kesimler ile ekonomik olarak kötü durumdakiler ve ötekileştirilmiş gruplar gibi korunmasız toplulukları hedef alıyor. Organ ticareti diğer yandan küresel alternatif para transfer araçları üzerinden elde ettiği parayı hızlı bir şekilde aklayabiliyor. Bu durum ise tacirler, hasatçı devlet yahut örgütlerin bu faaliyetlerine devam etmesini kolaylaştırıyor.

4 Eylül 2020 0 Yorum
1 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Realist Kaygılardan Güçlü İş Birliğine: Güney Kore – IKBY İlişkileri

by Melahat Kemal 2 Eylül 2020
written by Melahat Kemal
Realist Kaygılardan Güçlü İş Birliğine: Güney Kore – IKBY İlişkileri
Melahat Kemal

Güney Kore, Ortadoğu’da büyük devletler ile karşılaştırıldığında genelde manşetlerden uzak kalmış bir ülke. Ancak ABD’nin 2003 Irak işgali ile birlikte Güney Kore’nin Irak’taki etkinliği hızlı ama sessiz bir şekilde yükseldi. Özellikle Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki (IKBY) varlığı ve faaliyetleri azımsanmayacak bir öneme sahip hale geldi. ABD’nin pasif baskıları ile uluslararası koalisyona katılan, askerî ve sivil personelini Erbil’de konuşlandıran Güney Kore, zaman içerisinde IKBY ile güçlü ekonomik ve kültürel bağlar kurdu. Bugün gelinen noktada Güney Kore için farklı ve güçlü bir alan haline gelen Irak’taki varlığının arka plandaki öyküsü ise oldukça dikkat çekici.

Jeopolitik Zorunluluk: Koalisyona Asker Desteği

ABD, Saddam rejimini devirmek üzere Irak’a karşı gerçekleştireceği operasyonun hemen öncesinde uluslararası destek kapsamında Güney Kore’den de asker talep etmişti. Amerika’nın bu talebi Güney Kore’de hükümet ve siyasi çevrelerde olduğu kadar kamuoyu arasında da yoğun tartışmalara sebep oldu. Bu tartışmaların ardında ABD Başkanı George W. Bush’un Kuzey Kore politikaları vardı. Bush, 11 Eylül saldırılarından birkaç ay sonra Ocak 2002’de Kongre’de yaptığı konuşmada Kuzey Kore’yi Irak ve İran’la birlikte “şer ittifakı” tanımlamasının içine yerleştirmişti. Bush ve kabinesi kitle imha silahları bulundurmaktan dolayı Kuzey Kore’ye askerî müdahale planını her zaman masada tutuyordu. Bu durum 2001 yılında Kuzey Kore ile ilişkileri geliştirmek amacıyla “Günışığı Projesi”ni başlatan Güney Kore devlet başkanı Kim’i tedirgin ediyordu. 2002 yılının sonunda Güney Kore başkanı olan Roh Moo Hyun da selefi Kim gibi düşünüyor siyasi ilişkileri yumuşatılabilmesi adına Kuzey ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini de savunuyordu. Roh, bu sebeplerden ötürü Bush’un Kuzey Kore politikalarını agresif olmakla eleştiriyordu.

 

Bu eleştiriye misilleme olarak Washington, Kuzey ve Güney Kore’yi birbirinden ayıran askersizleştirilmiş bölgeyi koruyan 14 bin askerini geri çekeceğini açıkladı. Bu durum Güney Kore’de tehlike çanlarının çalmasına sebep oldu. Zira Kuzey ile yaşanacak herhangi bir çatışmada çok ağır kayıplar verilmesi muhtemeldi.

 

Kuzey ile ilişkilerini belirli bir düzeyde tutmaya çalışan Güney Kore, diğer yandan iki bölge arasında bir çatışma ihtimalinde de kaçınıyordu. Bütün gelişmeler yeni Başkan Roh’u ABD-Kuzey Kore çekişmesinin tam ortasında bırakmıştı ve realite onu ABD müttefikliğini kaybetmemek için koalisyona askerî destek vermek zorunda bırakmıştı.

 

Başkan Roh, meclisteki konuşmasında “realizm” çerçevesinde ABD’ye destek verilmesi gerektiğini savundu. Roh, Kuzey Kore ile nükleer meselenin barışçıl yollarla çözümlenmesi için ABD ile güçlü bir iş birliğinin altını çizdi. Irak savaşı bittiğinde ABD’nin Kuzey Kore’ye yöneleceğini düşünen Roh bu yüzden Seul’un Washington üzerindeki etkisini en üst düzeyde tutmak istiyordu.

 

Güney Kore’nin Irak’a asker göndermesinin ardında Saddam rejiminin kimyasal/nükleer silah tehdidi bulunmuyordu. Güney Kore’nin amacı Amerika’nın Kuzey Kore’ye karşı politikasında etki kazanmaktı ve Irak’a asker yollayarak elini güçlendirmek istiyordu. ABD Başkanı Bush’un “şer ekseni” olarak İran, Irak ve Kuzey Kore’yi tanımlaması, Güney Kore’de Kuzey Kore’nin sonraki muhtemel hedef olacağı endişesine sebep olmuştu. Bu yüzden Başkan Roh, Kuzey Kore nükleer meselesinin barışçıl yollardan çözülmesini istiyor ve yeni iş imkanları yaratmayı hedefliyordu.

 

Neticede meclisteki hararetli tartışmaların ardından 2 Nisan 2003 tarihinde Irak’a asker gönderme kararı aldı. Karar uyarınca yeniden inşa çabaları kapsamında Irak’a 700 muharip olmayan askerî görevli gönderilmesi onaylanmış oldu.

Zeytun Birliği Erbil’de

Güney Kore’nin Irak’a muharip olmayan askeri personel göndermesinin üzerinden yaklaşık bir sene geçmişti ki ABD’den yeni bir talep geldi. Amerika işgalin ilerleyen günlerinde Irak’a konuşlandırdığı asker sayısının aslında ne kadar az olduğunun farkına vardı. 2003 yılının Eylül ayına gelindiğinde ABD, mühendislere ve doktorlara değil savaşacak daha fazla muharip güce ihtiyacı olduğunu gördü ve Güney Kore’den muharip güç göndermesi talebinde bulundu. Güney Kore tarafında bu talebin görüşülmesi ve asker gönderilme meselesinin karara bağlanması bir sene sürdü. 2004 yılının Eylül ayında yeni birlikler için karar alındı.

 

Bu kararın alınmasında Kuzey Kore’den kaynaklı endişenin yanında ekonomik kaygıların da yeri büyüktü. Güney Kore ekonomisi 1997 ekonomik krizinde büyük yaralar almıştı. 1999-2000 yılları arasında küçük bir toparlanma yaşansa da 2001 ve 2003’te piyasalarda ciddi bir daralma yaşanmıştı. Irak’a asker gönderilmesi ilk olarak Koreli şirketlere inşaat alanında kazançlı anlaşmalar getirebilirdi. İkincisi asker gönderilmesi Kore’nin ekonomik kredi notunu devam ettirebilmesi demekti. Talebe muhalif olarak asker gönderilmemesi durumunda ABD, kredi derecelendirme kurumlarına baskı yaparak Güney Kore’nin notunun düşürülmesini sağlayabilirdi. Son olarak da Hyundai İnşaat şirketi bu sayede Irak’tan ödenmemiş borçlarını tahsil edebilirdi.1 Gerald Geunwook Lee, “South Korea’s Faustian Attitude: The Republic of Korea’s Decision to Send Troops to Iraq Revisited”, Cambridge Review of International Affairs, Vol. 19, No.3, September 2006

 

Neticede 2004 yılının Eylül ayında Güney Kore Irak’a 3.600 asker gönderdi. Zeytun Birliği ismi verilen birlikte; yeniden inşa desteği verecek olan mühendis taburu, insani yardım için sağlık taburu ve özel operasyonlar için çok işlevli dört tabur bulunuyordu.2 Hwang Eui-Don, “Republic of Korea Forces in Iraq: Peacekeeping and Reconstruction”, Military Review, Vol.85, Issue 6, November/December 2005 Başkan Roh, bu askerlerin doğrudan çatışmaların olduğu bölgelere değil Erbil’e konuşlandırılacağını açıkladı. Böylelikle Kore, ABD ve İngiltere’den sonra Irak’ta en çok asker bulunduran üçüncü yabancı devlet oldu. Askerlerin gönderilmesinin ardından Başkan Roh, Aralık ayında Erbil’e bir ziyaret gerçekleştirdi ve Koreli askerlerle yemek yedi.

Zeytun Birliği - Erbil

İkinci Ortadoğu Patlaması Beklentisi ve Ekonomik İş birlikleri

2008 yılında dünya ekonomik kriz ile uğraşırken, 2005 yılında 60 dolar civarında olan varil petrol fiyatı 147 dolara yükselmişti. 2008 yılında Güney Kore başkanı olan Lee Myung-bak, bu gelişmeler ışığında 70’li yıllardaki “Ortadoğu patlaması”nı hatırlamıştı. Ekim 1973’te 3.80 dolar olan varil petrol fiyatı 1974 Ocak ayında 14.70 dolara çıkmıştı. Güney Kore, bu dönemde Ortadoğu’da çok önemli anlaşma ve projelere imza atmıştı ve ekonomik kalkınmasını bu döneme borçluydu.3 Shirzad Azad, “Déjà vu diplomacy: South Korea’s Middle East policy under Lee Myung-bak”, Contemporary Arab Affairs, Vol. 6, No. 4, 552-566, 2013 İşte yeni Başkan Lee, ikinci bir Ortadoğu patlamasından fayda sağlama fırsatı kolluyordu.

 

1973 petrol krizinin ardından Koreli şirketleri Ortadoğu’da yatırım yapmaya zorlayan kişi, 1963-1979 yılları arasında ülkenin başkanlığını yapan Park Chung-hee idi. 1970’ler ve 80’ler Koreli inşaat firmalarının Ortadoğu’daki altın çağıydı. 2008 yılında devlet başkanı olan Lee, o dönemde Kore tarihinin en genç iş adamı olarak Hyundai İnşaat’ın yönetim kurulu başkanıydı. Bu sebeple Lee, başkan olduğunda ikinci Ortadoğu patlamasını yine ülke lehine kullanmayı hedefliyordu.

 

Lee’nin Ortadoğu politikasının ana merkezini Körfez ülkeleri oluştursa da 2004 yılından beri asker bulundurduğu IKBY de bu politikada önemli bir yere sahipti. Aralık 2008 yılına kadar Erbil’de kalan bu güçler bölgenin sağlık ve yeniden yapılanma projelerinde önemli bir yere sahipti ve bu projelerin yakın gelecekte sivil şirketler tarafından nasıl yürütülebileceğine dair de bir zemin hazırlıyorlardı.

 

Güney Kore ile IKBY arasındaki ilk önemli petrol anlaşması 2007 yılının Kasım ayında imzalandı. Bu anlaşma ile Kore Milli Petrol Şirketi Zagros bölgesindeki Bazian petrol sahasında keşif çalışması yapma hakkını elde etti. Koreli şirket, 2009 yılında Bazian’da sondaj yapmaya başladıklarını açıkladı.

 

IKBY Başbakanı Neçirvan Barzani, Şubat 2008’de Kore başkanı Lee’yi ziyaret eden ilk yabancı yetkililerden biriydi. Karşılıklı ilişkilerin gelişmesiyle başta otomobil ve elektronik cihazlar olmak üzere Güney Kore malları IKBY pazarında önemli bir paya sahip oldu.

 

IKBY ve Kore arasında imzalanan bu anlaşmalar iki tarafın da içeride ve dışarıda sorunlar yaşamasına sebep oldu. Seul ve Erbil arasındaki başka bir enerji keşif anlaşması, Güney Sangaw ve Kuş Tepe sahaları için yapıldı. Bu sahalardan 1,9 milyar varil petrol çıkarılması ön görüyordu ki bu Kore’nin yıllık tüketiminin iki katıydı. Ancak bu anlaşmalar Bağdat hükümetinin büyük tepkisi ile karşılaştı. Merkezi hükümet bir yandan Güney Kore’ye petrol nakillerini geçici olarak askıya alırken diğer yandan da Kore Milli Petrol Şirketi ve SK Enerji’nin Irak ihalelerine katılmasını yasakladı. Güney Kore bürokratik engeller ve iç siyasi çatışmalar sebebiyle Bazian sahasındaki çalışmalarına 2014 yılında, Güney Sangaw ve Kuş Tepe projelerine ise maliyeti karşılamadığı gerekçesi ile son vermek zorunda kaldı.

 

Seul’un IKBY’deki petrol dışındaki yatırımları devam etti. Büyük Koreli şirketler baraj, yol, su kanalları ve temiz su şebekeleri gibi birçok alanda milyarca dolarlık projeler üstlendiler.4 Shirzad Azad, “Déjà vu diplomacy: South Korea’s Middle East policy under Lee Myung-bak”, Contemporary Arab Affairs, Vol. 6, No. 4, 552-566, 2013 IKBY Planlama Bakanlığı 2010 yılında yayımladığı raporda Güney Kore’nin 2004-2010 yılları arasındaki katkı ve yatırımlarına ayrıntılı bir biçimde yer verdi. Raporda yer verilen Güney Kore Uluslararası İş Birliği Ajansı’nın gerçekleştirdiği projelerinin öne çıkanları şunlar: Erbil’de trafik yönetim/denetim sisteminin modernizasyonu, sirküler bağlantı yolunun inşası, su ve kanalizasyon sisteminin modernizasyonu, bilgi teknolojileri merkezi inşası, kalite kontrol yönetimi laboratuvarının inşası.5 Kurdistan Regional Government Ministry of Planning G. D. of Development Cooperation & Coordination, Contributions of the Republic of South Korea to Kurdistan Region From 2004 to the End of 2010, December 2010

 

2012 yılının Ağustos ayında KBY ile Güney Koreli POSCO ve KNOC arasında, 700 milyon dolar değerinde elektrik santrali inşası anlaşması imzaladı. Anlaşmada Erbil yakınlarında 300 MW’lik bir santral ve Süleymaniye’de de 400 kV’lık trafolar inşa edilmesine karar verildi.

İlişkiler gelişmeye devam ediyor

2018 yılında Kore Uluslararası İş birliği Ajansı ve IKBY arasında “Kamu İhale Sisteminin Modernizasyonu” hakkında bir mutabakat imzalandı. Proje danışmanlık servisleri, elektronik ihale sisteminin geliştirilmesi, bilgi teknolojisi ekipmanların tedarik edilmesi ve eğitim programlarını içeriyordu.

 

2019 yılının Kasım ayında Güney Kore hükümeti, IKBY ve Bağdat yönetimine mültecilere ve iç göç yaşayan insanlara yardım kapsamında 10 milyon dolar bağışta bulunurken Erbil’e 300 bin dolarlık sağlık yardımı sağladı. Seul hükümeti 2014’ten bu yana IKBY’ye eğitim, sağlık, alt yapı ve ekonomi alanlarında artan biçimde insani yardımda bulunuyor. 2016 yılında Güney Kore hükümeti Erbil’deki temsilcilik ofisini başkonsolosluk seviyesine yükseltti.

 

IKBY- Güney Kore ilişkileri COVID-19 salgını döneminde de güçlü bir biçimde devam etti.  Temmuz ayı sonunda Güney Kore Erbil Başkolonsu’nu kabul eden KBY Başkanı Neçirvan Barzani, salgınla mücadelede Kore’nin başarılı yöntemlerini uygulamak istediklerini ifade etti. Güney Kore, Ağustos ayında IKBY’ye hastalıkla mücadele kapsamında 400 bin dolar değerinde tıbbî malzeme gönderdi. Koreli POSCO şirketi Temmuz ayında COVID-19 test kiti gönderirken KOICA da Ramazan ayı için ihtiyaç sahibi ailelere yardım gönderdi.

 

Zorunluluktan doğan ve siyasi olarak realite karşısında mecbur kaldığı hamleyi yapan Güney Kore zaman içinde Irak ve özellikle IKBY ile geliştirdiği ilişkilerini güçlü iş birliğine dönüştürmeyi başardı. Orta Doğu fırsatını savaşın bir tarafı olarak gittiği Irak’ta ticari bir zemine tahvil etmeyi başaran Güney Kore’nin on beş yılı aşan hikayesi uluslararası zorunlulukların nasıl pozitif çıkarlara dönüştürülebileceğini en canlı örneği.

2 Eylül 2020 0 Yorum
1 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Halep Ekseninde Kısa Suriye Siyasi Tarihi

by Levent Kemal 23 Ağustos 2020
written by Levent Kemal
Halep Ekseninde Kısa Suriye Siyasi Tarihi

Suriye’de devrim iddiası ile yola çıkan kitleler ile rejim arasındaki mücadele iç savaşa dönüştüğünde Halep halen bir ticaret kenti olma özelliğini korumaya çalışıyordu. Halep’in devrime geç katılmasında kuşkusuz Halep’in jeopolitik ve sosyolojik durumu etkiliydi. Kent ticari bir geçiş noktası olması sayesinde yüksek refahı ile dikkat çekiyordu. Böyle bir kentin Suriye’de gösterilerin çatışmalara dönüştüğü evrede sessiz kalışı çok dikkat çekmemişti.  Ancak tarafların gözü her zaman Halep üzerindeydi.

 

Halep mali refahının saltanatını ülkedeki karışıklıklara rağmen sürdürmeyi 2014’ün ortalarına kadar denedi. Bu durum aslında hem Suriye’nin geçirdiği siyasi evrelerin hem de Halep’in doğasının sonucuydu.

 

Devrimci kalkışma ve ardından gelen çatışma sürecine oldukça geç katılan Halep, Watenpaugh ve bölge ile ilgili modern döneme geçişi araştıran pek çok yazarın dikkat çekiği gibi, birden çok ticari yolun yanı sıra birçok etnik grubun da kesişme noktasıydı. Bu açıdan kent çok sesli bir yapıya sahipti.1 Keith Watenpaugh, Cleansing the Cosmopolitan City: Historicism Journalism and the Arab Nation in the Post- Ottoman Eastern Mediterranean, Social History, Vol. 30, No. 1, Osmanlı’nın Suriye’den çekilmesinin ardından çok farklı politik akımlara maruz kalan Şam gibi Halep’te de siyaset parçaların ittifakı idi.2 Konuyu daha yakından incelemek için: James Gelvin, Divided Loyalties: Nationalism and Mass Politics in Syria at the Close of Empire, Berkeley: University of California Press. 1998 Osmanlı’nın ardından Halep; ulus bilinci, Arap devrimi ve birlikten daha çok hayatta kalmanın yollarını arıyordu.3 Bu konuda araştırmacı Sluglett, Fransa, Suriye ve Lübnan adlı kitabının “Will the Real Nationalists Stand Up?” bölümünde Halep’in Osmanlı sonrasındaki karmaşada bir ulus bilincinden çok özerklik çabası ile yetindiğini ifade eder. Peter Sluglett, Will the real nationalists stand up? the political activities of the notables of Aleppo, 1918-1946  

 

Pek çok bölge bağımsızlık akımlarını şiar edinip mücadele ederken Halep kısa süreli Şerif Hüseyin hakimiyetinde bile kendi çatışmalarını yaşamıştı. Fransız işgali tehdidi bile Halep’i tek bir çatı altında birleştirememişti. Eski bir İttihat ve Terakki bürokratı ve aynı zamanda Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın topladığı Büyük Suriye Kongresi üyesi olan İbrahim Hananu4 Mehmet Akif Okur, Emperyalizmin Ortadoğu Tecrübesinden Bir Kesit: Suriye’de Fransız Mandası, Bilig, Kış / 2009, sayı 48; Joel Veldkamp, The 1926 Elections in Aleppo: A Moment of Crystallization ile Faysal arasındaki ittifak içinde dahi çekişme yaşanmıştı.5 James Gelvin, Divided Loyalties: Nationalism and Mass Politics in Syria at the Close of Empire, Berkeley: University of California Press. 1998

 

Fransız manda yönetiminden önceki süreçte, Osmanlı tasnifine göre, Halep’in gayri Müslimleri bölgeyi domine eden İngilizler ile sahil bölgelerinde konuşlu Fransızlar arasında git-gel yaşıyordu. Avrupa ile olan ilişkileri sayesinde gayri Müslim Araplar ve diğer etnik gruplar milliyetçiliği bölgeye taşıyor6 Joel Veldkamp, The 1926 Elections in Aleppo: A Moment of Crystallization fakat Arap nüfusun genelinde güçlü bir temele sahip olan İslam’ın etkisinden çekiniyorlardı.7 Bu konuda Watenpaugh ‘un Fransız manda yönetimi altına giren Halep’te manda yönetiminin ilk Cuma namazından 1924’te Türkiye’de hilafetin kaldırılmasına kadar hutbelerin hilafet ve Osmanlı sultanları adına verildiği notu fikir vericidir. Aktaran: Veldkamp, a.g.m Bu kampların birbiri ile olan geçişken ilişkisi ise Halep’in politik tercihlerindeki kaygan zemini açıklıyordu. Bu konuda 1911 yılında İngiliz konsolosu Gerard Lowther’in yazdığı rapor bu zemini tasvir etmektedir. Lowther raporunda, “Ne üzücü ki Halep iki kampa bölünmüş durumda, bir yanda Müslüman toprak sahipleri ve eşraf diğer tarafta Müslüman işçiler, devlet görevlileri ve Hristiyanlar,”8 Keith David Watenpaugh, Being Modern in the Middle East: Revolution, Nationalism, Colonialism, and the Arab Middle Class, s.106, Princeton University Press, 2012 ifadelerini kullanmıştır. Bu kamplaşmaya neden olan muhtemelen Arap milliyetçiliğinin bağımsızlıkçı anlayışından etkilenseler de Osmanlı’nın geliştirdiği kent ve taşra ilişkisini kuran toprak sahibi ve tüccar merkezli yapının hedeflenen Osmanlı sonrası rejim tercihlerinden memnuniyetsizliği idi.

 

Fransız mandası sırasında kendi içinde kamplara bölünmüş Arap milliyetçiliğinin anti-monarşist duruşu hala Osmanlı sultanlarının hilafeti adına hutbe okuyan Halep’i mevcut karmaşa içinde çok ayrı bir yere koyuyordu. Fransızlar ise tüm bunların farkında Arap milliyetçiliğini parçalamak için fraksiyonları9 Arap milliyetçiliğinin doğuşu ile eş zamanlı gerçekleşen Osmanlı’nın çöküşü Suriye bölgesindeki etnik grupların milliyetçilik fikrine ihtiyatlı yaklaşmalarına neden oluyordu. Bu bir fikir çevresinde toplanan farklı grupların çözüm ve amaçlarını, milliyetçilik fikrine bakış açılarındaki farkları doğuruyordu. Bunlardan en belirgin olanı yine Halep’te Khoury’nin aktardığı durumdur. Halep’te erken Arap milliyetçiliği döneminde bazı ileri gelenler fikri ve Arap devrimini desteklerken çok ileri gitmemesi gerektiğini düşünüyordu. Bu düşüncenin arkasında ise milliyetçilik fikrinin İslam Birliği fikrini zedelediği, İslam birliğini kırdığı tezi yatıyordu. Aktaran: Khoury, a.g.e., s.104 19 numaralı dipnot ve var olan etnik – mezhepsel ayrışmaları derinleştiriyorlardı.10 Okur, a.g.e

 

Sömürge yönetiminin Lübnan’da Marunilere inşa ettiği devlet Arap milliyetçilerinin dayandığı ‘Büyük Suriye’ idealini baltalayıp milliyetçiler arasında dini ayrılıkları gündeme taşıyordu.11 Daniel Pipes, Greater Syria: the history of an ambition, s.62, Oxford University Press, 1990 Bu ayrılık Halep’te halihazırda yaşanan kamplaşmada da kendisine yer buluyordu.

 

Müslüman toprak sahibi ve eşraf büyük bir kitle olan Müslüman işçi sınıfından taraftar toplayabiliyordu ama bu gücü Fransız yanlısı politik tercihlerini konsolide etmekte kullandığı için önderlik rolünü yitiriyordu. Diğer taraftan Hristiyan Araplar da Hananu Devrimi sırasında Fransa ve İngiltere’ye koruyuculuk talebinde12 Veldkamp, a.g.m., s.8 bulundukları için inandırıcılıklarını yitirmişti ve Müslüman elitlerle giriştikleri iktidar mücadelesi Halep’te bağımsızlıkçı akımı güçsüzleştiriyordu. Hristiyan Araplar, kendilerine yönelen Avrupa merkezlilik eleştirisine karşılık Arap bağımsızlık hareketi öncüsü olarak kabul edilen Kral Faysal’ın aldığı İngiliz desteğini ileri sürüyorlardı. Khoury bu konuda Hristiyan Arap milliyetçilerinin Avrupa birikimine olan düşkünlükleri nedeniyle Müslümanlarla bölünmeyi körükleyen bir tavra sahip olduklarını söyler.13 Philip Khoury, Syria and The French mandate: The Politics of Arab Nationalism 1920 – 1945, s. 28, Princeton University Press, 1987

 

Bu olgu Halep açısından daha gözle görülür bir durumdu. Osmanlı’ya karşı hızla yükselen Arap milliyetçiliğinin çöküşündeki etnik-mezhep ayrım kendisini Fransız işgalinin ilk anlarında ve sonraki tüm süreçlerde hissettirdi.14 Fransız güçleri Halep’e girmeden hemen önce Faysal döneminde ittifak halinde bir araya gelmiş olan Arap milliyetçilerinin kurduğu Ulusal Savunma komitesinin yöneticileri kentten ayrılmış ve kent savunmasını Bab El Neyrab’ tan kent içine giren üç bin kadar aşiret savaşçısı ile kentin surları dışında Fransızlarla savaşmayı bekleyen Ankara hükümeti destekli İbrahim Hananu ‘ya bırakmışlardır. Bazı araştırmacılara göre komitenin kenti terk eden üyelerini çoğunluğu İngiliz destekli milliyetçilerdir. Daha detaylı bilgiler için bkz: James L. Gelvin, Divided Loyalties: Nationalism and Mass Politics in Syria at the Close of Empire, University of California Press, 1999

Fransız güçleri Halep’e girmeden hemen önce Faysal döneminde ittifak halinde bir araya gelmiş olan Arap milliyetçilerinin kurduğu Ulusal Savunma komitesinin yöneticileri kentten ayrılmış ve kent savunmasını Bab El Neyrab’ tan kent içine giren üç bin kadar aşiret savaşçısı ile kentin surları dışında Fransızlarla savaşmayı bekleyen Ankara hükümeti destekli İbrahim Hananu ‘ya bırakmışlardır. Bazı araştırmacılara göre komitenin kenti terk eden üyelerini çoğunluğu İngiliz destekli milliyetçilerdir.15 Daha detaylı bilgiler için bkz: James L. Gelvin, Divided Loyalties: Nationalism and Mass Politics in Syria at the Close of Empire, University of California Press, 1999

 

Fransız işgali sırasında Şam’dan iki gün önce çatışmasız şekilde Fransızlara teslim olan Halep’in16 Khoury, a.g.e., s.98 siyasi sosyolojisi manda yönetimi sırasında da değişmemiş, Fransızların Osmanlı’dan devşirdikleri kentten kırsala yönelen iktidar ve ekonomi anlayışı17 Gelvin, a.g.e., s.51 sayesinde Müslüman toprak sahipleri, tüccarlar, bürokratlar ve Hristiyanlar arasında yerel iktidar için çekişmeli ittifaklar sürmüştü.18 Khoury, a.g.e., s.99 Şam ile Halep arasındaki ilişki de benzer şekilde idi.

 

Fransız manda yönetimi altındaki Halep, Şam ile çekişmesine devam ediyor, Şam’ın milliyetçileri ile Halep milliyetçileri arasındaki farklar bir iç savaş şeklinde tezahür ediyordu. Fransız işgalinin ilk evresinde direnişsiz teslim olan Halep, daha sonraki süreçte Kahire, Filistin ve Lübnan’dan kendi liderlerini çıkaran Şam karşısında giderek güç kaybediyordu.

 

Şam merkezli Ulusal Hareket Birliği ile Halep’in siyasi aracı Hananu merkezli Vatan Kitlesi arasındaki gerilimler ‘devrim’ ve ‘bağımsızlık’ mücadelesini çok zaman Fransızlarla uzlaşmacı tercihlere zorluyordu. Halep’in siyaseten düşüşü ile Vatan Kitlesi de Şam’ın eline geçti. 21 Kasım 1935’te İbrahim Hananu’nun vefatı ile Halep milliyetçiliği gücünü iyice kaybetmiş19 Khoury, a.g.e., s.457 – 460 ancak kendi içinde çekişmelerini bitirmiş değildi.

 

Osmanlı’dan kopuşun hemen ertesinde Şerif Hüseyin’in bölgeye girişi Arap milliyetçileri arasında ekol farklılıklarının yanı sıra Halep bağımsızlık mücadelesine destek olan ülkeler konusunda da tartışmalara sahne olmuştu. Halep’in Müslüman ve Sünni toprak sahipleri ve tüccarları bir yandan İslam vurgusu yaparken diğer yandan toprak ve ticaret tekellerinden gelen güçlerini kaybetmek istemiyorlardı. Milliyetçilik fikrini Avrupa’dan taşıyan Hristiyan azınlıklar ve az sayıdaki seküler Arap ise İngiliz destekli de olsa Şerif Hüseyin hareketinin İslami karakterinden rahatsızlık duyuyordu. Sünni elitlerin sürüklediği Arap milliyetçiliği Halep’te Osmanlı’da yetişmiş İttihat ve Terakki üyeleri üzerinden Türk – İslam sentezinin etkisine açık halde idi. Böylece Halep’te Fransa, İngiltere ve genç Türkiye’nin arasında savrulan çok parçalı bir milliyetçilik doğdu. Gerek sosyolojik içeriği gerek bir ticaret kavşağı olması nedeniyle çevresel etkilere açık haldeki Halep, Fransız işgali döneminde hem sömürge komiseri ve Şam hem de kendi içinde çatışmalar yaşıyordu.

 

Ülke genelinde Vatan Kitlesi tarafından ilan edilen genel grev sonucu Fransızların verdikleri tavizler 1936’da Paris müzakerelerine neden olurken Suriye delegasyonunda Halep’ten Sadullah Cabiri dışında sadece iki Avrupa eğitimli Ortodoks Hristiyan vardı.20 Paris müzakerelerine katılanlar Haşim El Atasi, Cemil Merdam, Sadullah Cabiri, Fans Hun, Amir Mustafa Şibabi, Edmond Humsi, Edmond Rabbath, Naim Antaki ve Suriye Komünist Parti lideri Halid Bektaş idi. Aktaran: Khoury, a.g.e., s.464 Kuşkusuz bu durumda, Halep’in Fransızlar tarafından işgali ile Türkiye ile koparılan siyasi ilişkisi21 Khoury, a.g.e., s.111 ve Anadolu’dan Halep’e gelen yoğun gayrimüslim akını da etkiliydi.22 Sluglett, a.g.e., s.22 Eski direnişin aktif aktörleri Ankara tarafından destekleniyordu ancak Halep işgali sonrasında sınırlar Fransızların kontrolüne geçmişti. Sonuç olarak Halep’in bağımsızlık temalı siyasi çevrelerinin kendi içindeki mücadeleleri Fransız işgaline ve Şam’ın daha seküler etkisinin Halep’i de yutarak yükselmesine neden oldu.

 

Halep’in siyasi etkisini kaybetmesinde Müslüman ve Hristiyan milliyetçi elitlerin rekabetinin etkisinin yanında Fransa eliyle Suriye’de yükseltilen etnik-mezhep temsile dayalı otonomiler de etkili idi. Fransızlar birleşik bir milliyetçi kalkışmanın önüne geçmek için ülkenin güneyindeki Durzilere, kuzeybatısında sahil şeridi ve dağlarına yayılan Nusayrilere yönetim idaresi sağladı.23 Daniel Pipes, The Alawi Capture of Power in Syria, Middle Eastern Studies, Vol. 25, No. 4, 1989, pp. 429-450 Fransızların bu mezhep temelli kapalı topluluğu askeri eğitimlere alarak ordu içinde güçlenmelerini sağlaması Sünni elitlerin ise orduyu bir iktidar aracı olarak görmemesi24 Pipes, a.g.m siyasi olarak Şam’a teslim olan Halep’in Nusayrilerin yükselişi ile bir kez daha etkisini yitirmesine neden oldu.

 

Fransız sömürge idaresinin Arap milliyetçiliğinin klik farklarını kullanarak bağımsızlıkçı girişimleri engelleme stratejisi daha sonraki yıllarda ülkedeki yönetimin mezhep merkezli askeri bir elitin ele geçirmesine neden olacak ve Halep sadece Sünnilerin ticaret yapabildikleri bir kent haline gelecekti.

 

İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde Suriye’de yaşanan ekonomik kriz büyümüş, savaş nedeniyle Fransızların olağanüstü hâl yasalarına dayanarak uyguladıkları baskı Suriyelileri oldukça bunalmıştı.25 Khoury, a.g.e., s.585; Michael Provence, Liberal Colonialism and martial law in French mandate Syria, Ed. Liberal Tought in the Eastern Mediterranean Late 19th Century until the 1960s, s.53 – 74, Boston, 2008 Türkiye ile ticari ilişkileri Fransız işgali ile kesilen, sonraki dönemde de iç karışıklıkları ile baş başa kalan Halep, ülke geneline yayılan Vatan Kitlesi içinde Şam merkezli siyasi kişiliklerin ön plana çıkışı ile kaybolmuştu. Fransız sömürge yüksek komiserliği gözetimindeki hükümetler içinde yer alan Halepli milliyetçiler olsa da Halep siyasal olarak kendi çelişkileri ile sessizliğe bürünmüştü.

 

Bağımsızlık öncesi dönem ele alındığında Halep ne Arap bağımsızlık hareketini ne Türkiye destekli isyanı ne de İslami birliği savunanlar tarafından güçlü ve tek bir potada toplanmayı sağlayabilmişti. Aktörleri ve gündemi hızla değişen siyasi bir ortamda yükseltmeyi başardığı siyasi araçlarını koruyamamış haldeydi. Nisan 1946’da Suriye bağımsızlığını kazandığında Halep Fransız sömürgesini çatışmasız kabul etmenin utancını halen taşıyan, siyasi çekişmeler ve dini çatışmalara sahne olmuş, kent ve kır demografisi Fransızlara karşı savaş, Anadolu’dan aldığı göçler ve Fransız politikaları sonucu değişmiş bir halde eski etkisinden yoksun bir kentti.26 Philip S. Khoury, Urban notables and Arab Nationalism
The politics of Damascus 1860-1920, Cambridge University Press, 1983. Khoury bu eserinde genel olarak Şam merkezli bir çalışmayı tercih eder ve eserin girişinde bunun nedenlerini ortaya koyar. Genel manada bakıldığında da Vatan Kitlesi ve ardından gelen parçalanma Halep’i Suriye siyasetindeki belirleyici rolden uzaklaştırmıştır. Bu durumda en etkili faktörün bağımsızlık düşüncesinin Şam’da uyanması ve liderliği Şam’ın üstlenmesi olduğunu vurgular.

BAAS’IN YÜKSELİŞİ VE HAFIZ ESED DÖNEMİNDE HALEP

Birinci Dünya Savaşı ardından gelen ekonomik ve siyasal çalkantılar bitmeden kısa bir bağımsızlık dönemi yaşayan Suriye’nin Fransızlar tarafından işgali sorunları derinleştirmişti. Toplumsal sorunların yanında bağımsız yerleşik bir düzenin kurulamadığını düşünen Arap milliyetçileri arasındaki sorunlar da sürüyordu.

 

İstikrarsız manda döneminin ardından siyasal araçları gelişmemiş bağımsız Suriye siyasetinde Osmanlı ve Fransızlar tarafından kontrol aygıtına dönüşmüş etnik ve dini ayrılıkların yansımaları devam ediyordu. Manda döneminin Şamlı elit kesimini temsil eden Şükrü Kuvvetli, Cemil Merdam ve Faris Huri gibi isimler Vatan Kitlesi’nden kopmuş ve Ulusal Parti’yi kurmuşlardı. Şam elitlerinin karşısında Halepli elitleri temsil eden siyasetçiler Halk Partisi’ni kurmuş, Şam ve Halep arasındaki siyasi çekişme iyiden iyiye açığa çıkmıştı.27 Derek Hopwood, Syria 1945 – 1986 Politics and Society, s. 31, Allen & Ulvin, London, 1988

 

Bağımsızlığın ardından Suriye’de Arap milliyetçiliği, sınıfsal çelişkilerine rağmen güçlendi. Ne var ki, ülke genelindeki kimlik bunalımı Fransa’nın uyguladığı alt kimlikleri çatıştırma politikası nedeni ile sürüyordu.28 Nuri Salık, Suriye’de Hafız Esed rejiminin ortaya çıkışı üzerine bir değerlendirme, Ortadoğu, Cilt. 7, Sayı 66, s. 6 Bu ortamın su yüzüne çıkmamış gerilimleri BAAS partisi için oldukça verimli bir siyasal sahaya işaret ediyordu.

 

Bağımsızlık öncesi dönemde genel olarak Arap birliğini savunan bir bağımsızlık hareketi görünümündeki BAAS’ın öncüleri Ortodoks Hristiyan kökenli Mişel Eflak ve Şamlı Sünni bir aileden gelen Salah Bitar idi.29 Nuri Salık, “Modern Suriye’de Toplum ve Siyaset: 1946 – 2000”, s.35, Ed. Bağımsızlıktan Arap Baharı’na Suriye İç ve Dış Politika, Salık & Okur, Nobel, 2016 1939’da görünür bir hareket30 Hopwood, a.g.e., s.86 haline gelen ve 1943’te partileşen31 Salık, a.g.e., s.36 örgüt bağımsızlığın ertesinde ilk kongresini gerçekleştirerek resmi olarak siyaset sahnesine çıktı.

 

Şerif Hüseyin hareketinin Arap coğrafyasına en büyük katkısı, genellikle Hristiyan Araplarla beraber, milliyetçilik düşüncesinin temelinde Arap birliği fikrini yayması oldu. Bu fikir etkisinde bağımsızlık mücadelesi veren birçok Arap siyasal hareketi İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hedefine ulaştı. Fakat, Şerif Hüseyin ve Avrupa’dan etkilenen entelektüel kesimin yaydığı bu düşünce dünya savaşının ardından Mısır merkezli şekilde domine edildi. 1948 yılında genç Suriye devleti, İsrail’e karşı Mısır ve Ürdün’ün desteği ile giriştiği savaşta, müttefikleri gibi, ağır bir yenilgi aldı. Bu yenilgi Arap müttefiklerinden Suriye ve Mısır’da köklü değişimleri tetikledi.

 

Yenilginin ardından Mısırlı askerler Özgür Subaylar hareketini, Suriyeli genç askerler de ülkenin onuru ve bağımsızlığın korunması için kendilerine eski siyasileri devre dışı bırakmaya yönelik örgütlenmeleri oluşturdular. İki grup da yenilginin mevcut politikacılardan kaynaklandığı düşünüyordu. Oysa savaş askerlerin işiydi.

 

Değişim düşüncesi, manda yönetimi altında politik hale gelen ve İsrail’e yenilginin ardından polarize olan Suriye askeri sınıfını harekete geçirdi. 1949 yılının mart ayında Suriye genelkurmay başkanı Hüsnü Zaim yönetime el koydu.32 Hopwood, a.g.e., s.34; Hüsnü Zaim’in darbesi ortadoğu’daki ilk askeri darbe olarak tarihe geçmiştir, bkz: Salık, a.g.m., s.36

 

Hüsnü Zaim’in darbesi ülkenin Sünni elitler ve kentli nüfus ittifakına karşı azınlıklar ve kırsal nüfusun iktidara yürüyüşünü başlattı. Kentten uzak ve dışa kapalı Suriye Nusayrilerinin Fransız mandası döneminde başlayan askeri akademiye yönelişleri bu durumda kuşkusuz en etkili durumdu.

Mart ayındaki darbe, eski siyasetçilere karşı yükselen yeni ve sosyalizm ile harmanlanmış bir milliyetçiliği temsil ediyordu.33 Amos Perlmutter, ‘The Arab Military Elite’, World Politics, Cilt. 22, 1970, s. 298 İsrail karşısındaki yenilginin dalgaları henüz sona ermemişti. Suriye’de siyaset Sünni elitlerin temsil ettiği ‘burjuvaziyi’ dışlarken, tam olarak gelişmemiş yeni sınıfları içine alan militarist bir şekilde genişliyordu.34 Nabil M. Kaylani, The Rise of the Syrian Ba’th, 1940-1958: Political Success, Party Failure, International Journal of Middle East Studies, Vol. 3, No. 1. Jan., 1972, s.12 Yeni siyasi arenanın aktörleri Milliyetçiler ve Halk Partisi ekseninde bir mücadeleye sahne oluyordu. Siyasetin yeni sınıfı olmaya aday BAAS ise bu mücadeleden sessizce karlı çıkmayı bekliyordu. 1949 ağustos ayında ve ardından 1953 sonunda Edip Çiçekli’nin darbesi ile BAAS’ın istediği ortam oluştu.

 

Arap Yeniden Diriliş Sosyalist Partisi ile eski siyasetçilerin etkilerinin sürdüğü partiler arasındaki rekabet sürerken BAAS ordu içindeki örgütlenmesinin yanı sıra gençlik ve işçiler arasında da hızla yayılıyordu.35 Kaylani, a.g.m., s.16 Çiçekli dönemi, Arap birliği formasyonunda Irak merkezli bir iç çekişme ile geçmiş, bu çekişme sırasında Çiçekli’nin baskıcı siyaseti ordunun siyasallaşma sürecini hızlandırmıştı.36 Salık, a.g.e., s.41 Rejim, siyasi partileri tasfiye ederken kendisini ordu aracılığı ile garantiye almaya çalışıyordu.

 

Çoğu muhalif siyasi aktöre göre bu durum Şam merkezli Sünni elitlerin yönetim anlayışından doğuyordu ve bu düşünce alt sınıflar ve azınlıkları muhalif partiler arasında yönetimden en uzak ama en ideal olan gruplara taşıyordu.

 

1954 seçimlerinde bağımsızlar adı altında etkili şekilde parlamentoya giren BAAS yanlılarının bu sıralardaki merkezi Halep’ti.37 Patrick Seale, The Struggle for Syria: A study in Post-War Arab Politics, 1945-1958, s.134, Yale University Press, 1985 Bu durum esasen BAAS’ın o yıllarda Şam’da halen etkin olan elitlerin siyasi gücünü kıramadığını da gösteriyordu.

 

Tüm bunlar manda yönetimi sırasında ortaya çıkan BAAS içinde de değişimin yaşandığı bir döneme denk düşüyordu. Mişel Eflak ve Salah Bitar’ın kurduğu BAAS, Arap birliğini vazgeçilmez olarak görüyor ve karma bir ekonomik plan sunuyordu. Kuşkusuz şekilde seküler olan BAAS, azınlıklar nezdinde, Fransa’nın siyaseti etnik olarak şekillendirdiği ortamda Sünni elitlerin elindeki diğer milliyetçi temsillerden daha çok ilgi çekmişti. Fransız mandası ve İkinci Dünya Savaşı ile gelen bağımsızlık döneminin ekonomik şartları da BAAS’ın komünistlere tercih edilmesini sağlayan bir süreci betimliyordu. Komünistler, Arap milliyetçiliği ile harmanlanmış İslam’a karşı bir tavır sergilerken Eflak ve Bitar’ın BAAS’ı Hz. Muhammed’i Arap yaşam tarzının temeline oturttuğunu ifade ediyordu.38 Hopwood, a.g.e., s.88

Sınıfsal, dinsel ve geleneksel öğelerden özellikler taşıyan BAAS bünyesine aldığı, çoğu asker kökenli, azınlıklar ile ülke siyasetinin genelinde olduğu gibi, yavaşça dönüşmeye başlamıştı. 1954 seçimlerinde 22 sandalye39 Hopwood, a.g.e., s.36 ile parlamentoya giren BAAS, Eflak ve Bitar’ın savunduğu Arap birliği politikasında büyük bir çaba harcayarak Suriye ile Mısır’ın birleşmesini sağlamıştı.40 Salık, a.g.m., s.7 Ne var ki bu gelişme BAAS’ın değişimini hızlandıran olumsuz bir etkiye neden oldu.

 

Halep’te Batı merkezli kolejlerde, Lazkiye’de Nusayri köylerinde, Hristiyan cemaat mekanları yanı sıra tarım işçisi veya asker kökenli Sünni alt sınıfların cemiyet mekanlarında toplanan genç BAAS üyeleri, Mısır ile birleşme sonrasında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin başkanı seçilen Nasır’ın uygulamalarına sessiz kalan Eflak ve Bitar’a karşı birleşmişlerdi. Kendilerini bölgeciler olarak tanımlayan ordu mensuplarının etkisindeki muhalif BAAS kadroları partinin her şeye rağmen birliği savunan politikalarına karşı çıkıyorlardı. Bu muhalefet Nasır’ın politikaları ile güçleniyor, kentli BAAS düşüncesine karşılık kırsaldan Nusayri ve Dürzi ağırlıklı bir BAAS doğuyordu.41 Hopwood, a.g.e., s.46

 

1959 yılının sonlarında BAAS içindeki muhalefet ordu mensubu ikinci nesil üyelerin kurduğu bir komite ile somutlaştı. Hafız Esed, Salah Cedid ve Muhammed Umran liderliğinde askeri bir komite kuruldu ve BAAS içinde örgütlenme faaliyetlerini genişletti.42 John F. Devlin, The Baath Party: Rise and Metamorphosis, The American Historical Review, s.1402, Vol. 96, No. 5, Dec., 1991 1961 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin dağılması ile boşluğa düşen Suriye siyasetindeki dalgalanma Şam merkezli elit siyaset kadar ordu içindeki grupları da etkiledi. Ancak BAAS ve askeri komite bu gruplar arasında değildi ve dalgalanmadan en karlı çıkan gruptu.

 

Şamlı elit siyaset odaklarının arasında yaşanan rekabetin orduya yansımasıyla Sünni subaylar arasındaki itilaflar ve mücadeleler ortaya çıkmıştı. Bu esnada BAAS askeri komitesi Nusayri azınlığı orduda kadrolaştı.43 Salık, a.g.m., s.7 1961 yılından 1963 yılına kadar karmaşa döneminde örgütlenen ve genişleyen BAAS kökenli askeri komite 8 Mart 1963’te bir darbe gerçekleştirdi.44 Devlin, a.g.m.

 

Devlet başkanlığına Sünni kökenli Emin Hafız’ın gelmesine rağmen yönetim, ordunun siyasetteki ağırlığı ve BAAS yandaşı subayların etkisi ile BAAS’ta idi.45 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, s.442, Agora, 2008 Emin Hafız’ın iktidarı sırasında siyasi arenada uzlaşmalar ve çekişmeler arasında Suriye siyasetinde dalgalanmalar devam etti. BAAS içinde Mişel Eflak ve Salah Bitar’ın temsil ettiği öncü fikirler kırsal kökenli subay kadrolarının partiye taşıdığı etnik ve sınıfsal genç kitlelerin ağırlığı altında giderek zayıflıyordu. Askeri komite, Emin Hafız’ın devlet başkanlığı ve Cedid’in başbakanlığına rağmen devlet içindeki ‘yeni BAAS’ karşıtı tüm kadroları tasfiye ederek yerlerine yeni akımın temsilcilerini getiriyordu.46 Devlin, a.g.m.

Üç sene süren mücadele ve öncü BAAS kadrolarının geri adımları sonunda 1966 yılının Şubat ayında Hafız Esad’ın genç subayları Hafız Emin iktidarına son verdiler.47 Cleveland, a.g.e., s.443 1963 darbesinden sonra orduda oluşan yaklaşık yedi yüz subay açığının BAAS ve özellikle Nusayri kökenlilerin kapattığı ortam48 Daniel Pipes, Suriye’de Azınlık İktidarı, s.6, Middle Eastern Studies, 1989 1966’da Suriye’de dönüşümün derinliği konusunda fikir vericidir.

 

Bu dönemde Halep de Humus ve Hama gibi olup bitenlere karşı Sünni elitlerin ve kitlelerinin tasfiye edilmesi ile siyasi olarak zayıflamış birer aktör olarak Şam’ın yanında eriyordu. Halep siyaset ve temsil ayrıcalığını devrettiği Şam’a karşı eski gücünü kazanmak için BAAS’ın yükseliş döneminde bile harekete geçemeyecek kadar de-politize olmuş durumdaydı.

 

1966 darbesinin ardından sivil görünümlü bir askeri akıl, BAAS askeri komitesi, Suriye yönetimini ele almıştı. Özellikle sahil kesimlerindeki Nusayrilerin etkin olduğu ordu içinde Sünni subaylar ile Nusayri, Dürzi ve İsmaili subaylar arasındaki gerilimler49 Pipes, a.g.m., s.6 yerini BAAS kadrolarının kesin hakimiyetine bırakmıştı.

 

Fransız mandasına karşı mücadele ve bağımsızlık, ardından Birleşik Arap Cumhuriyeti gibi mücadelelere imza atan BAAS’ın kurucu liderleri Mişel Eflak ve Salah Bitar Hafız Esed’in egemenliğindeki yeni BAAS tarafından ihanetle suçlanarak ülkeden kaçmışlardı.50 Devlin, a.g.m.

 

İki Nusayri kökenli liderin gölgesindeki BAAS içinde ise mücadele bitmemişti. Sünni ve seküler milliyetçileri saf dışı bırakırken ittifak eden Salah Cedid ve Hafız Esed arasında politik ayrılıklar baş göstermişti. İsrail ile yapılan ve Suriye hava kuvvetlerinin tamamen imha edilmesine neden olan savaş ikili arasındaki ilişkiyi son noktaya getirmişti. 1966 darbesi ile hem hava kuvvetleri hem de savunma bakanlığı görevlerini üzerine alan Hafız Esed, orduda büyüyen gücüne de güvenerek 13 Kasım 1970’te yönetime el koymuştu.51 Hopwood, a.g.e., s.52  

 

1920’li yıllardan 1970’e kadar Suriye’nin siyasi panoraması giderek totaliterleşen, Fransa’nın dayattığı sistem nedeniyle kitlesel temsilden etnik ve mezhepsel temsile yönelen bir halde Hafız Esed ve BAAS iktidarına kadar ulaştı. Esed iktidarı, etnik ve dini azınlıklar ile alt sınıfların Suriye’nin sosyolojik yapısını değiştiren, lider kültü ile politize olmuş yeni dönemine işaret ediyordu.

 

Bu dönem, Sünni olduğu kadar etnik açıdan yoğun bir kent olan Halep’in siyasi yönünü tamamen pasifize edecekti. Halep, ticari ayrıcalıkları ve BAAS rejimi ile iş birliği içindeki burjuvazisi üzerinden katı bir kontrol ekonomisinin zenginlik timsali oluyordu.

 

1971 yılının şubat ayında gücü tekelinde toplayan Hafız Esed’in mart ayındaki seçimlerde Suriye devlet başkanlığına seçilmesi ülkedeki Sünni siyaset etkinliğinin büyük ölçüde sonuna işaret ediyordu. Siyasi arenada etkinlik gösterebilen Sünniler ise eski kent eşrafı, toprak sahibi elitlerin tersine daha alt sınıflardan geliyordu.52 Cleveland, a.g.e., s.444

 

Hafız Esed, başkanlığa seçilmesinin ardından ülkede bir demokrasi sahnesi kurarak BAAS kontrolünde sosyalist ve milliyetçi gruplardan oluşan partiler ve birlikler kurdurdu. BAAS üzerindeki Sovyet etkisi ile köylü, işçi ve öğrenciler için etkisiz ve hiçbir yetkisi olmayan temsil sahneleri inşa eden Esed rejimi, toplumu tamamen kontrol altında tutacak şekilde örgütlendi.

 

Ekonomik alanda millileştirme kampanyaları altında toprağı, bankaları ve sanayi şirketlerini kamulaştıran BAAS, özel sektördeki bazı kısıtlamaları kaldırdı. Böylece siyasi ve ekonomik olarak Şamlı elitleri kendisine bağlamayı başardı.53 Salık, “Modern Suriye’de Toplum ve Siyaset: 1946 – 2000”, s. 57 Bu durum aynı zamanda rejime bağlı yeni bir Sünni tüccar sınıfının doğmasına neden oldu. Esed, Suriye’yi yönetebilmenin geniş Sünni kesimlerin dini duygularını tatmin etmekten geçtiğini biliyordu. Bu maksatla 1971 yılında Halep müftüsü Ahmed Kuftaro ve bazı Sünni dini kişilikleri halk meclisine atadı.54 Hanna Batatu, Syria’s Peasantry, the Descendants of Its Lesser Rural Notables, and Their Politics, s.260, 1990, Princeton University Press, 1999 Ancak kurumsal olarak büyüyen dini kurumlar Şam merkezli ve rejim kontrolünde olanlardı.55 Radwan Ziadeh, Years of Fear The Forcibly Disappeared in Syria, s.14, Transitional Justice Project in the Arab World, Washington, 2010

 

Dış politikayı kendisini var eden İsrail karşıtlığı ile Arap birliği fikrine odaklayan BAAS yönetimi iktidarının ilk yıllarında Mısır’ın yükselen lideri Enver Sedat ile ortaklığa sıcak bakıyordu. Sedat’ın karizmatik liderliğinin ve popülaritesinin yanında Hafız Esed zayıf kalsa da Esed ülke içindeki kitleleri bir arada tutacak maya olarak Arap Birliği fikrini canlı tutuyordu. Fakat bu fikir ne Mişel Eflak’ın ne de önceki dönemlerin milliyetçi fikrine benzemiyor, daha Suriye merkezli bir mantıkla ele alınıyordu.56 Raymond Hinnebusch, Revolution from Above, s.135, Taylor & Francis, 2005 Mısır ile bir iş birliği artık tek bir devlet olarak Mısır’ın boyunduruğuna girmek değil, Suriye’nin çıkarlarını merkeze alarak İsrail’e karşı mücadele etmek anlamına geliyordu. Aynı zamanda bir güvenlik politikasını ifade eden bu yaklaşım Hafız Esed’in başkan seçilmesinin hemen ardından 17 Nisan 1971’te Mısır ve Libya ile federasyon anlaşmasını imzalamasına neden oldu.57 Okur ve Salık, “Modern Suriye’de Toplum ve Siyaset: 1946 – 2000”, s.53

Kahire Anlaşmasının ardından Arap federasyonunun İsrail’e sınırı olan iki ülkesi hızlı bir silahlanmaya yöneldi. 1967’de silahlı kuvvetlerinde 50 bin kişi olan Suriye savaşa kadar bu sayıyı 225 bine çıkardı.58 Cleveland, a.g.e., s.448 Sovyetler Birliği desteği ile silahlanan iki ülke 6 Ekim 1973’te İsrail’e ani bir saldırı başlattı.59 Hopwood, a.g.e., s.57

 

Suriye merkezli bir Arap birliği fikri ve 1967’de kaybedilen toprakların geri alınmasını amaçlayan 1973 savaşı Hafız Esed’in beklediği gibi sonuçlanmadı. Golan Tepelerindeki İsrail işgali devam etti. İsrail ve Suriye orduları arasında birkaç kere el değiştiren Kuneytra kent merkezinin büyük kısmı yok oldu.60 Hopwood, a.g.e., s.58 Arap federasyonu yirmi binden fazla asker, 1850 tank ve 450 uçak kaybetti.61 Anthony H. Cordesman ve Abraham R. Wagner, The Lessons of Modern War, Volume I: The Arab-Israeli Conflicts 1973–1989, s.18, Westview Press, 1990

 

1973 yenilgisinin ardından, 1967’deki gibi, yönetim değişikliği talebi ile değişime aday genç subaylar benzeri hareketler ortaya çıkmadı. Hafız Esed ve BAAS, Birleşmiş Milletlerin müdahil olduğu ateşkes görüşmeleri sırasında Mısır’ın uzlaşmacı tavrını iç siyasette lehine kullanmayı başardı. Yenilginin bir sarsılma getirmesi beklenirken savaş ve sonrasındaki diplomatik süreç Suriye’yi karizmatik liderin güvenlik yönetimi altında birleştirdi.62 Hinnebusch, a.g.e., s.142

 

BAAS iktidarı bu gelişmeler ile oluşurken muhaliflerini de şekillendirmiş, 1963 darbesinin ardından özellikle İslami Sünni muhalefet ülkenin orta kesimindeki Hama ve Humus ‘ta örgütlenmişti. Halep eşrafının seküler ya da dini, hangi temelde olursa olsun siyasal iddiaları Şam’ın ekonomik rüşvetleri ile sönümlenmişti. Kentin ileri gelen tüccarları Osmanlı ve Fransız dönemindeki gibi yeni rejimden de alacaklarını alıyor ve on yıllar önce kaybettikleri siyasi etkiyi umursamıyorlardı.

 

1963 sonrası dönemde muhalefeti sürükleyen Suriye İhvanı olarak anılan İslami muhalefet ilk toplantısını 1937 yılında yapmış ancak Suriye İhvanı’nın ilanı 1945 yılında yapılmıştı. 1930’lu yıllarda daha sonraları Suriye İhvanı olarak anılacak olan İslami hareket kitleleri orta sınıf aydın ve tüccarlarının öncülüğünde sürüklemeye çalışıyordu. Bu öncü harekete de Abdülgani el-Hamid ve ardından Dr. Nuris Abdurrezzak başkanlık ediyordu.

 

Suriye’de bir İslam devleti oluşturmak amacıyla yola çıkan İhvan, öncülleri sayılabilecek olan Şam’daki Muhammed Gençliği ile Halep’teki İslam Cemiyeti ve Dar’ül Erkam Cemiyeti’ni kuranlarla bir araya gelmiş ve bu cemiyetleri kendi çatısı altında toplamıştı. Bu birlikteliğin başına da Mustafa Sıbâî geçmişti.63 . Calvert, Sayyid Qutb and the Origins of Radical Islamism, s.46, Columbia University Press, 2009

 

Suriye İhvanı’nın resmi manadaki ilk toplantısı daha sonra hareketin liderlerinden olacak Sadreddin Beyanuni’nin nezaretinde Halep’te yapıldı.64 Lefévre, a.g.e., s.24 Kentin siyasi etkisini yitirmesine rağmen Sünniler için Halep yine de tercih edilen bir kent olma özelliğini koruyordu.

 

Suriye İhvanı kuruluşunun hemen ardından gelen seçimlerde bağımsız adayları ile parlamentoya girmeyi başardı.65 Hanna Batatu, “Syria’s Muslim Brethren,” MERIP, Kasım – Aralık, 1982, p. 17.; Seale’de İhvan’ın Suriye’deki seçim dökümantasyonu şu şekildedir: 1947’de 4, 1949’da 3, 1954’te 5 ve 1961’de 10 sandalye Ulusal Blok yönetimi altında iç çekişmeler ve İsrail sorunu ile karşı karşıya kalan genç Suriye’nin tecrübesiz siyasi ortamında giderek görünür hale gelen Suriye İhvanı, politikasını sosyalist-komünist politikalar ve BAAS mezhepçiliğine karşı şekilde geliştirdi.

 

Suriye İhvanı’nın Sünni tabanlı politikası bu dönemde iki kanat üzerinden ilerledi: Haleplilerin ağırlıkta olduğu ve Nusayrilere ılımlı bakan Halep kanadı ile Hama-Humus ağırlıklı ve daha mücadeleci, BAAS ile Nusayrileri kesin şekilde düşman ilan eden diğer kanat. İki farklı anlayış, görüş ayrılıklarına rağmen Suriye İhvanı’nın ülke içinde oldukça geniş kitlelere ulaşmasını sağladı.66 Lefévre, a.g.e., s.26   İhvan içinde bu iki hattı temsil eden gruplar da vardı. Şam’da İsam Attar, Hama ve Humus’ta Mervan Hadid, Halep’te de Abdul Fettah Gudde grupların temsilcileri içinde yer alıyordu. Şam grubu, ılımlı ve uzlaşmacı Halep ile müahaleci Hama-Humus grubunun yaşadığı gerilimden kısmen uzaktı. Bu dönemde dikkat çeken ise Mervan Hadid ve takipçileriydi.

 

Mücadeleci ve seküler unsurları kesin düşmanlar olarak tanımlayan kanat zirvesini, 1970’ler boyunca Suriye İhvanı’nın güçlü merkezleri halindeki Humus ve Hama’da Mervan Hadid’in öncülüğünde yaşadı. Mervan Hadid’in 1964’te Hama’da gerçekleştirdiği öncü savaş bölgesel bir hareketin doğmasına neden olmuş, özellikle gençler arasında hızla yayılmıştı. Yine 1970’ler boyunca ekonomik krizlerin ve siyasi dalgalanmaların toplumsal gerilimi iyiden iyiye yükselttiği ortamda, iktidarın zayıflamış görünen yönleri de Hadid takipçilerinin güçlenmesine uygun ortamı sağladı.

 

1976 yılına gelindiğinde, Hadid ile başlayan ve içten içe büyüyen Suriye İhvanı içindeki öfke Hafız Esed liderliğindeki BAAS rejiminin Lübnanlı Müslümanlar ve Filistinli direniş gruplarına karşı Hristiyan Maruniler lehine savaşa katılması ile yeniden alevlendi.

 

BAAS rejiminin, Lübnan’da Hristiyanlardan yana aldığı tutum ile BAAS yetkilileri ve liderlerine yönelik suikast eylemleri başladı.67 Nikolas Van Dam, The Struggle For Power in Syrian: Politics and Society Under Asad and the Ba’th Party , s.89, Tauris Publishers, London, 1997 1978 yılında yaşanan esneme ve Irak ile sorunların giderilmesi bir nebze olsun gerilimlerin önüne geçse de arkasında Suriye İhvanı’nın bulunduğu düşünülen suikastlar durdurulamadı. İhvan eylemleri, 1979 yılında Halep Topçu Okulu’nda görevli yüzbaşı İbrahim Yusuf’un 32 askeri öğrenciyi öldürüp 54 askeri yaraladığı eylemle doruk noktasına ulaştı.68 Van Dam, a.g.e, s.91 Yaşanan hadisenin yaklaşık bir ay sonrasında on beş Suriye İhvanı üyesi idam edildi.

Halep’teki olayın yankıları ve Suriye İhvanı’nın eylemleri sürerken 26 Haziran 1980’de BAAS lideri Hafız Esed’e bir suikast girişiminde bulunuldu. Girişimin hemen ertesi günü, Hafız Esed’in kardeşi Rıfat Esed’in emri ile, Palmira kentindeki cezaevinde tutulan yüzlerce İhvan üyesi infaz edildi.69 Aron Lund, The Ghost of Hama: The bitter legacy of Syria’a failed 1979-1982 revolution, s.10, Haziran, 2011 Palmira katliamının70 Nikolas Van Dam Suriye’de güç mücadelsi kitabında Palmira Katliamı başlıklı bölümde infaz edilen İhvan üyesi mahkûm sayısını 550 olarak vermiştir hemen arkasından BAAS rejimi, İhvan’a üye olmanın ölümle cezalandırılacağı 49 nolu yasayı kabul etti.71 Liad Porat, “The Syrian Muslim Brotherhood and the Asad Regime”, Middle East Brief, No: 47, Brandeis University Crown Center for Middle East Studies, December 2010

 

Ne var ki, BAAS rejiminin verdiği şiddet dolu karşılık yine şiddet ile cevaplandı. İhvan üyeleri ülkenin birçok yerinde bombalı eylemler ve suikastlar düzenlemeye devam etti. Parlamento binası, hava kuvvetleri ve yerel ofisler çeşitli saldırılara hedef olurken BAAS ile İhvan arasındaki mücadele Suriye toplumunu da iki kutupta topluyordu.

 

İhvan ile BAAS arasındaki mücadele sürerken rejim muhalifi olan ve yasadışı ilan edilen sol parti ve gruplar da İdlib’in güneyindeki Cisr Eş Şuğur bölgesinde giderek güçlenen Ulusal Demokratik Birlik komitelerini örgütlüyorlardı. Nasırcı sosyalistlerin öncülüğündeki hareket 1979 sonrasındaki gerilimli dönemde komünist hareket ve BAAS’tan kopanlarla beraber görünür bir muhalif odak haline gelmişti.72 Lund, s.9 Ancak BAAS rejimi 1980 yılında gerçekleştirdiği askeri operasyonlar ile Cisr Eş Şuğur’daki sol muhalefeti büyük oranda yok etmişti.73 Van Dam, a.g.e., s.112

 

BAAS, toplumsal olarak geniş bir hareket alanına sahip olan muhalefeti tüm şiddet politikasına rağmen durdurmayı başaramamış, İhvan 1980’de Suriye İslami Cephesi’ni ilan etmişti. Aynı yılın Kasım ayında İhvan çatısı altında topladığı diğer muhalif gruplarla beraber Suriye İslam devrimi manifestosu ve programını yayınlayarak BAAS rejimine karşı hattını genişletmişti.74 Nikolas Van Dam, The Struggle For Power in Syrian: Politics and Society Under Asad and the Ba’th Party, s.107, Tauris Publishers, London, 1997

 

1981 yılında Şam’da başbakanlık ofisine, hava kuvvetleri üsleri ve Rus askeri danışmanlarına yapılan bir dizi saldırının ardından Mısır devlet başkanı Enver Sedat’a yapılan suikast ile artık İhvan bölge yönetimleri için sınır ötesi bir tehdit olarak algılanmaya başlandı. Enver Sedat suikastından sonra Suriye’de dağıtılan broşürlerle Hafız Esed de aynı kaderi yaşamakla tehdit edildi.75 Van Dam, a.g.e., s.108

 

1982 yılına gelindiğinde BAAS ile Suriye İhvanı arasındaki mücadele şiddetin doğallaştığı bir hal almıştı. Halep ve Şam’daki İhvan kollarını pasifize etmeyi başaran BAAS, Humus ve Hama’daki güçlü İslami muhalefet bloğunu kıramamıştı. Mervan Hadid’in takipçileri ve gençlik örgütlenmesi bölgede serpilmiş ve 1982 yılının şubat ayında BAAS ile İhvan arasında şiddetli çatışmalar yaşanmıştı.76 Derek Hopwood, Syria:1945-1986 Politics and Society, s.65, Allen & Ulvin, London, 1988

 

BAAS’ın başkent Şam’daki İhvan örgütlenmesini dağıtması Halep’ten daha zor olmuştu. Şam’a göre daha kırsal ilişkilerin kentin mahallelerine nüfuz edebildiği Halep’te aileler İhvan nedeniyle arananları koruyor ya da güvenlik kurumlarındaki akrabalık ilişkilerini kullanarak kentten çıkarıp Türkiye ya da Irak’a gönderebiliyordu. Ancak ülkenin batısında, güney ile kuzeyini birbirine bağlayan yolların ortasındaki görece sanayileşmiş Hama ve çevresinde BAAS İhvan’ı durduramıyordu.

 

BAAS rejimi adına Hafız Esed’in kardeşi Rıfat Esed tarafından komuta edilen ordu güçleri 2 Şubat’ta başlayan çatışmalarda Hama kentine top, tank ve helikopterler ile saldırmış, çatışmalar sonunda Hama sakinlerinden yaklaşık 25 bin kişi hayatını kaybetmiştir.77 Nikolas Van Dam, The Struggle For Power in Syrian: Politics and Society Under Asad and the Ba’th Party, s.111, Tauris Publishers, London, 1997 BAAS rejimi Hama’daki operasyonda iktidarının niteliği özetleyen bir komuta kademesi kurmuş, Nusayri – Alevi kökenli komutanlardan seçilmiş bir askeri komite ile Hama saldırısını gerçekleştirmiştir.78 Van Dam, a.g.e., s.112

 

Sosyalist muhalefetin Cisr Eş Şuğur’da, İhvan’ın Hama’daki yenilgisinden sonra iki muhalif odak 1982 yılının mart ayında Suriye’nin Özgürlüğü için Ulusal İttifak adında ortak bir bildiri yayınladı. Ancak Hama olayları İhvan’ın, 1960’lı yıllardan beri süren çekilme sürecini hızlandırmıştı. Muhalefetin art arda ve tümden yenilgisi İhvan’ın sürgünde bir örgüt olarak uzun süren bir sessizlik dönemine girmesine neden oldu.79 Bulut Gürpınar, Sürgünde Örgüt: Suriye İhvanı, Marmara üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, s.127, Cilt 2, Sayı 1, Mart 2014 Bu dönem aynı zamanda Suriye’de muhalefetin ve özellikle Halep’in sessizliğini de tetikledi.

1982’DEN 2011’E

Suriye’de muhalefetin çevre ülkelere dağılması ile büyük oranda düşen etkinliğine rağmen Suriye içinde İslami hareketler kendiliğinden taraftar bulabiliyordu. BAAS rejimi kendiliğinden doğan muhalif unsurları ve tüm toplumu kontrol altına almak için oldukça geniş bir iç istihbarat örgütlenmesine yönelmişti.

 

1965 yılında Suriye’de güvenlik ve istihbarat birimlerinde çalışanların sayısı 70 bin kadar iken bu sayının Hafız Esed’in kontrol dönemine işaret eden yılların sonunda 685 bine yükseldi.80 Volker Perthes, The Political Economy of Syria under Assad, s. 141–145, London, Taurus Publishers, 1995 BAAS’ın bu kontrol ve baskı mekanizması iki binli yıllara gelindiğinde öyle büyük bir hal almıştı ki her 257 Suriyeli için bir güvenlik ve istihbarat elemanı çalıştırılıyordu.81 Alan George, Syria: Neither Bread Nor Freedom, s.3, London, Zed Books, 2003

Güvenlik ve İstihbarat çalışmasının yanı sıra BAAS rejimi, 1971 yılında Halep müftüsü Ahmed Kuftaro ve bazı Sünni dini kişilikleri halk meclisine alınmasından sonraki en büyük İslami atılımını yaparak üzerindeki mezhepçi etiketten kurtulmaya çalışıyordu. Hafız Esed, 1973 yılındaki anayasa krizi sonrasında İslami muhalefetin yükselmesinin önüne geçmek amacıyla, 1974’te 1,138 imam, 252 müderris, 610 vaiz ve 280 kar’inin maaşlarını yükseltti. Bu 1980 yılına kadar düzenli olarak bu şekilde devam etti. Sünniler ile ticari alanda kurulan çıkar ilişkisinin iktidarını rahatlatmayacağını düşünen Hafız Esed ölümüne kadar Sünni ulema ile düzenli olarak Ramazan iftarlarında bir araya geldi.82 Hanna Batatu, Syria’s Peasantry, the Descendants of Its Lesser Rural Notables, and Their Politics, s.260, 1990, Princeton University Press, 1999

 

Esed Sünni nüfus ile ilişkisini düzenlemek için Halep’teki BAAS sekreterini partinin özel yürütme konseyi olan Bölgesel Yürütme konseyine de aldı. Ancak aynı anda Bölgesel Yürütme konseyi Halep’i denetliyor, üniversite ve kurumlar dahil olmak üzere buralarda üyeler barındırıyordu.83 Thomas Collelo, ed. Syria: A Country Study. Washington: GPO for the Library of Congress, 1987.

 

Suriye’de kurulan sistem toplumsal alanın her grup ve fiziki her köşesine yayılan güvenlik ve istihbarat oluşumlarının yanı sıra Esed’e bağlı gençlik örgütlerinin de muhaliflere karşı tutumlarından faydalanıyordu. BAAS rejimi 1990’lı yıllarda, bu güce dayanarak, muhalifleri bastırma politikasını bırakıp kontrollü şekilde sistem içinde tutma yolunu seçti. 1995 yılında ülkede potansiyelini koruduğunu düşündüğü Suriye İhvanı ile diyalog çalışmaları çerçevesinde yurda dönüş anlaşması teklif etmiş ve anlaşma içinde de pişmanlık, bireysellik ve siyasi-dini faaliyetlere son verme şartlarını sundu.84 Eyal Zisser, Syria, The Ba’th Regime and The İslamic Movement: Stepping On a New Path, s.53, The Muslim World, Vol.95, No.1, Şubat, 2005

 

1980 sonrasında ülkeden çıkmak zorunda kalan Suriye İhvanı yönetimi ve üyelerinin büyük bölümü çevre Arap ülkelerinin yanı sıra Avrupa ülkelerinde de ikamet etmeye başlamış, bu durum örgütün zamanla İslami referanslarının yanına demokrasiye atıflar içeren unsurları da almasına neden olmuştu. Hafız Esed rejiminin teklifi de örgüt tarafından demokrasi çerçevesinde eleştirilerek reddedilmişti.

 

Suriye İhvanı’nın yurtdışı döneminde liderlik edenlerden Münir Gadban Mekke’de, Edip Gaca Ürdün’de, Abdul Fettah Ebu Gudde Riyad’ta, Hasan Huveydi Ürdün’de vefat etti. Tüm bunlar olurken Suriye İhvanı kendi içerisinde de bir değişim geçiriyor, liderler ve önde gelenler Halep kökenli kişiler olarak öne çıkıyorlardı.

 

1996 yılında İngiltere eğitimli ve ikametli Ali Sadreddin Beyanuni’nin genel sekreterliğe seçilmesi ile Suriye İhvanı’nın İslami argümanları demokrasi ve çoğulculuk gibi kavramlarla destekleyişi daha belirginleşti. Esasen Beyanuni’nin Suriye İhvanı olarak tanınması hem İhvan içinde hem de genel olarak Suriye muhalefetinin genelinde daha uzlaşmacı ve müzakereci Halep kanadının daha müdahaleci ve ‘radikal’ görülen Hama kanadına karşı zaferini temsil ediyordu. Ne var ki Halepli İhvan 1986-87 yıllarında BAAS ile yapılan müzakerelerin tecrübesini de taşıyordu. Bu nedenle Halep eksenli İhvan liderliği Beyanuni’nin öncülüğünde azınlık hakları, toplumsal eşitlik ve demokrasi kavramları çerçevesinde yeniden şekillendirdikleri bir programla BAAS ile çatışmadan kaçınacak şekilde bir strateji belirledi.85 Raphaël Lefèvre, Hama and Beyond: Regime-Muslim Brotherhood Relations since 1982, s.3-17 içinde: Raymond Hinnebusch, State and Islam under Bashar al-Assad

 

2000 yılında Hafız Esed’in ölümü üzerine yerine geçen oğlu Beşşar Esed’in muhalefet konusunda daha yumuşak davranması beklenmişti. Örgütün Londra yaşayan lideri Beyanuni bu beklenti ile Beşşar Esed’in siyasi tutukluların bulunduğu Şam’ın Mezze ilçesindeki cezaevini kapatmasının ardından Şam yönetimine üç maddelik bir teklif iletmiştir.86 Zisser, a.g.m., s.53 Beyanuni’nin teklifinde, İhvan üyesi siyasi tutukluların serbest bırakılması, yurtdışındaki tüm Suriyelilerin ülkeye dönüşüne izin verilmesi ve İhvan’ın siyasi etkinliklerine hürriyet garantisi isteniyordu.

 

Ancak bu dönemde Beşşar Esed’in özgürlükler adına yaptığı en somut atılım Ulusal İlerici Cephe içerisindeki diğer partilere de kendi yayın organlarını basma hakkı tanıması olmuştur.87 Joshua Landis ve Joe Pace, Syrian Opposition, Washington Quarterly, Cilt 30, s.47, No.1, Kış 2006-07 Beşşar Esed’ten beklentiler 2000 yılında 99’lar Bildirgesi ve hemen ardından da 1000’ler Bildirgesi ile dile getirilmiş, Suriye İhvanı da bu bildirgelere imza atmıştı. Genel olarak muhalifler olarak adlandırılan grupların imzaladığı bildirgelerde olağanüstü halin kaldırılması, siyasi tutukluların serbest bırakılması, basın özgürlüğü, demokratik bir seçim yasası, bağımsız yargı gibi özgürlük talepleri yer alıyordu.88 Seth Wikas, Battling the Lion of Damascus Syria’s Domestic Opposition and the Asad Regime, s.5, Washington Institute for Near East Policy, Policy Focus No.69, Mayıs 2007

 

Bildiriler süreci ne muhalifler ne de Suriye İhvanı açısından beklendiği gibi sonuçlanmayınca muhalefet Londra’da bir araya geldi ve 2005 yılında Şam Deklarasyonu yayınlandı.89 Landis-Pace, a.g.e., s.60 Fakat tüm bu girişimler karşısında BAAS rejimi kendisini korumak, içerde ve dışarıda rekabetçi güvenlik politikalarına devam etmek adına bir değişime gitmemiştir.

 

Beyanuni döneminde Suriye İhvanı, daha önceki dönemlerde olduğu gibi Halep’in fırsat kollayan tüccar eğilimindeki siyasi tavrında çıtayı yükseltmiş, örgüt Hama Katliamında muhalifler adına baş rolü oynayan Mervan Hadid ve arkadaşlarının Suriye İhvanı üyesi olduklarını inkâr etmiştir.90 Gülşah Neslihan Akkaya, Suriye Müslüman Kardeşler Hareketi: Kuruluşu, Söylemi ve Siyasi Faaliyetleri, Ed. “Modern Suriye’de Toplum ve Siyaset: 1946 – 2000”, s.176, Salık & Okur, Nobel, 2016

 

Karakteristik olarak Halepli siyasetçiler ya da akımlar kentin siyasi tarihindeki gibi Hama ya da Şam kökenli siyasi hareketler ve kişilere göre daha uzlaşmacı olmuş, siyasal duruşlarını ve hareketlerini gücün akışına göre konumlandırmıştır. Fransızların işgalini sessizce seyrettikleri günlerden sonra Suriye İhvanı’nın sürgünde geçen yıllarındaki dönüşümü ve 2012 yılında başlayan silahlı çatışmaların 2014’te kendisini getirdiği eşiğe kadar Halep tüm toplumsal olaylarda pazarlık ederek güçlü olanla uzlaşma yolunu seçmiştir. Bu seçim kentin 1920’lerde olduğu gibi 1980’lerde ve 2000’lerde taşıdığı ticari ve sosyolojik yapı nedeniyle doğal bir kirlilik halini almıştır.

23 Ağustos 2020 0 Yorum
2 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Bir Sistem Krizi: Lübnan

by Çağatay Cebe 17 Ağustos 2020
written by Çağatay Cebe
Lübnan’da Sistem Karmaşası

Lübnan’da yaklaşık son bir yıldır hükümetler ve halk arasında yaşanan sorunların başlıca kaynağı ülkedeki siyasi sistem olarak gösteriliyor. Tarihsel bir zincirlemenin son halkası olan mevcut sistem, din ve mezhep temelli ayrışmayı temel alıyor. Hükümetler değişse dahi Lübnan’daki bakanlıkların verileceği siyasi partiler ve mezhepler genellikle aynı kalıyor. Ancak buna rağmen hükümeti belirlemek aylarca sürebiliyor. Çünkü kabineyi kurmak için hükümette yer almayan bazı siyasi kişi ve kurumları da buna ikna etmek gerekebiliyor. Lübnan’da kısacası zoraki bir konsensusa/koalisyona dayalı bir hükümet sistemi yatıyor. İttifaklar ise bu koalisyon içerisinde iktidar veya muhalefet olarak yer değiştiriyor. Yasama ve yürütmenin din ve mezhebe dayalı olarak seçildiği Lübnan’da sistemin getirdiği zorluklara artık çare bulunamaması, insanların sokağa dökerek yoğun katılımlı protestolarla değişim taleplerinin yerine getirilmesine zorluyor. Lübnan’daki bu siyasi sistemin kökenleri Osmanlı Devleti’ne kadar uzanıyor. Çoğu yorum bu durumu, siyasi sistem okumalarını, iç savaşın bitişi olan 1989 yılından başlatsa da sorun daha derinlerde.

 

Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık Savaşı’nı kazanmasının ardından ülkenin merkezindeki Lübnan Dağları’nda yeni bir sayfa açıldı. İstanbul yönetimi bölgeye emir olarak Ma’an aşiretinden Dürzi Fahreddin bin Osman’ı atadı. Ancak bu seçim tepki aldı. Osman’ın yönetimine tepki gösterenler arasında kendi mezhebinden olanların yanında diğer din ve mezheplerden aileler de vardı. Bu siyasi çatışmalar neticesinde kısa bir süre sonra emirliğe Mansur el-Asaf geldi. Türkmen ve Sünni olan Emir Mansur, altmış yıllık yönetiminde Maruni ve Şiilere yönetimde yer vererek, Lübnan bölgesinde istikrarlı bir dönemin yaşanmasını sağladı. Maruni olan Hubeyş ailesi de bunun karşılığında tüm yeteneklerini Mansur’un emirliği için kullandı.1 Winslow, C. Lebanon – War and Politics in a Fragmented Society. Londra: Routledge, 2005, s. 15 Bu gelişmelerle Osmanlı Lübnan’ında yönetimle ilgili ilk sorun emirliğin mezhebi ve dini üzere çıkmış oldu. Yönetimin el değiştirmesi ile kısa süreli olsa da çözülmüş oluyordu. Ancak Ma’an ailesi daha sonra yönetimi geri alacak ancak dönemleri boyunca huzursuzluklar bitmeyecekti. Emirliği işgal eden Ma’an ailesinin sonunu ise iktidarda kalmak için mücadele ettiği İstanbul’dan çok diğer Dürzi aşiretlerle mücadelesi getirdi.

 

Lübnan uzun süre yerel yönetim üzere aileler ve mezhepler arası rekabetin beşiği olarak görece istikrarlı şekilde Osmanlı ile yaşamını sürdürdü. Mısır Valisi Mehmet Ali ve oğlu İbrahim’in isyanlarının karşısında Lübnan Marunileri ve Dürzileri İstanbul yönetimi ile yan yana durdu. Bastırılan isyanın ardından Kahire’deki isyancı paşalar bölgedeki kontrolü yeniden İstanbul’a devretmek zorunda kaldı. Bu süreçte Mısır tarafından bölgeden sürülen Dürzi toprak ağalarının geri dönmesi Marunilerle aralarında çatışmaların çıkmasına neden oldu. Bu gelişme bölgede iz bırakacak mezhep ve din kavgalarının ilkiydi.2 Makdisi, U. The Culture of Sectarianism – Community, History and Violence in Nineteenth-Century Ottoman Lebanon. Londra: University of California Press, 2000, s. 51 İki grup arasında bölgenin Mısır idaresinde olduğu dönemde İbrahim Paşa’nın uyguladığı politikalar nedeniyle oldukça şiddetli bir mücadele yaşanmıştı. Bu durum Osmanlı’nın bölgenin idaresini tam olarak geri aldığı 1840 tarihine kadar sürdü. Dürzi ailelerin emirlik makamını ellerinde tutmasına karşın Maruni Kilisesi’nin artan siyasi ve ekonomik etkileri de, bu iki topluluğun birbirleriyle çatışmalarına yol açıyordu. Bu çatışmalar dini göründüğü kadar güç ve ekonomik çıkar çatışmalarına da dayanıyordu.

 

 

Tanzimat Fermanı ve yabancı ülkelerin, bilhassa Fransa ve İngiltere’nin yoğun olarak Lübnan üzerinden İstanbul’a kurduğu baskı artık bölgede yeni bir yönetim şekline geçilmesini zorunlu kıldı. 1842 yılında Osmanlı, Beyrut-Şam Yolu’nu sınır belirleyerek, “İki Kaymakamlı Düzeni” başlattığını duyurdu. Bu kapsamda yolun kuzeyi Marunilere ve güneyi de Dürzilere verildi. Gelgelelim buradaki bir sorun ise kuzeyde yaşayan Dürziler olduğu gibi güneyde yaşayan Marunilerin olmasıydı.3 Malaspina, A. Lebanon. New York: Infobase Publishing, 2009, s. 37 Bu haritalandırma da iki topluluğun aslında yıllardır sürdürdüğü iç içer yaşam alanlarını birbirlerinden kesin olarak ayırmıyordu. Osmanlı yine de bu ‘düzende’ ısrar etti. Her iki kaymakamlık da bünyesinde on iki kişilik bir meclis barındırıyordu. Bu kişiler de farklı mezhep ve dinlere ait kişiler arasından seçiliyordu. Her makam, kendi mezhep/diniyle ilgili sorunlarla ilgilenirken katipler ise bağlı olunan yönetimin inancından oluyordu.4 Keleş, E., 2008, “Cebel-i Lübnan’da İki Kaymakamlı İdari Düzenin Uygulanması ve 1850 Tarihli Nizamnâme”. Tarih Araştırmaları Dergisi, Vol. 27, No. 43 s.140

Règlement Organique

Lübnan’ın Akdeniz’e kıyısı ve tarıma elverişli arazileri ticareti bölgenin sahili ile iç kesimleri sıkı bir ilişkide tutuyordu. Sadece sahil kentleri değil iç bölgelerde yer alan köy ve kasabalar da deniz ticaretinden faydalanıyordu. 19. yüzyıla doğru canlı ticaret havzası ve Avrupalıların ilgileri ile Lübnan’da büyük bir ticari değer oluşmaya başladı. Bu ticari değer toprağı da kıymetlendiriyordu ve bu dönem toprak ağaları için de zenginlik dönemi idi. Beyrut’un kuzeyindeki verimli Kesrevan arazilerinde Maruni Hazin ailesi tipik bir toprak egemen aile olarak oldukça etkindi. Ancak vergiler ve siyasi etkilerle alınan ticari kararlar ailenin gücünü gittikçe azaltıyordu. Yönetimin aileden daha çok vergi alması ve ailenin ipek üretiminde daha yüksek pay istemesi çatışmaya yol açmaya başladı.

 

Yönetimin Hazin ailesine yönelik tutumu ailenin Beyrut’taki tefecilerle olan bağlantılarını ve Maruni Kilisesi’nda kaybettiği nüfuzuna mal oluyordu. Tüm bu kayıplar da ailenin Kesravan’daki çiftçilere yönelik baskılarını artırmasına neden oldu. Halihazırda zor şartlarda yaşayan bu çiftçilerin paraya ihtiyaç duydukları zaman tefecilere gitmeleri de bölgede çözülmesi zor bir kısır döngüye yol açtı.5 Ayteki̇n, E. (2012). “Peasant Protest in the Late Ottoman Empire: Moral Economy, Revolt, and the Tanzimat Reforms.” International Review of Social History, Vol. 57, No.2, s. 205 Hem Kırım Savaşı’nın getirdiği ekonomik sıkıntılar hem de Hazin ailesinin, Hıristiyan olan Kaymakam’ı devirmek için girdiği güç mücadelesi, 1858 yılının sonlarına doğru çiftçiler arasında bir değişim dalgasını tetikledi. Toprak ağaları ile aynı dinden olan bu çiftçiler, kendi içlerinden bir temsilci aracılığı ile şikayet ve isteklerini arz etmek gibi bir hakları olmadığı için farklı bir yol izlediler: 1859 yılının başlarında Kesravan’daki Maruni köylüler, yaptıkları toplantıda katırcılık işiyle uğraşan Tanyus Şahin’i kendilerine önder seçtiler.6 Chaker, Joane. (2016). “Mule Drivers in Nineteenth-Century Lebanon: From Local Social History Towards Global History”. Almanack, No. 14, s. 34

 

Liderlerini seçen köylüler, bağımsızlıklarını ilan ederek, toprak ağalarından fazla vergi ve aşırı çalışma uygulamalarını bitirmelerini talep ettiler. Ancak Hazin ailesi bu duruma hiç de sıcak yaklaşmadı.7 Aytekin E., a.g.m, s. 206 Aile bu zor durumda Beyrut’un güneyindeki sahil şehri olan Seyda Valisi Hurşid Paşa’dan yardım istedi. Her ne kadar Osmanlı yanında olsa da çiftçiler Hazin ailesini bölgeden sürmeyi başardılar.8 Leila Tarazi Fawaz. “An Occasion For War – Civil Conflict In Lebanon And Damascus In 1860”. Berkley: University of California Press, 1994, s. 45 Kesravan’daki bu hareketlilik diğer bölgeleri de etkilemeye başlamıştı. Lübnan Dağları’nda yer alan Şuf bölgesindeki Dürzi köylüler de toprak ağalarına karşı ayaklanıyorlardı. Sınıfsal ayaklanmayı bastırmak bir yana Dürzi toprak ağaları bu bölgede farklı mezheplerden çocuklar arasında yaşanan bir arazi anlaşmazlığı sebebiyle 1860 yılında Marunilerle bir savaşa başladılar. Dürzilerin kazandığı bu savaş, Osmanlı ve Avrupalı devletlerin de müdahalesiyle Dürzi ve Maruni toprak ağalarının statülerini korumalarını sağladı. Bununla birlikte Avrupa devletleri, Lübnan’a yönelik politikalarını daha müdahaleci bir seviyey taşıdı ve bölgede İstanbul yönetimine karşı mücadeleye başladılar.9 Aytekin E., a.g.m, s. 208

 

Köylülerin devrimi ile lider seçilen Tanyus Şahin’in Kesravan’daki yöneticilik rüzgarı 1861 yılının yaz aylarında sona erdi. Hem Dürzilerin saldırılarını engelleyememesi hem de Osmanlı ve Avrupa’nın desteğiyle Lübnan’da yeni yönetimin kurulması için yapılan müdahale ile destekçileri de dağıldı.10 Makdisi, U. (2000). “Corrupting the Sublime Sultanate: The Revolt of Tanyus Shahin in Nineteenth-Century Ottoman Lebanon”. Comparative Studies in Society and History, Vol. 42, No.1, s. 207 Lübnan’ı yerelden yönetmek için kurulan bu sistem sadece yirmi yıl yaşayabildi. Bölgeyi ikiye ayıran kaymakamlık sistemi, yöneticilik iddiasındaki Maruni ve Dürzi iki aile arasında paylaştırılmasına karşın hem iç hem de dış etkenler sebebiyle bu varlığını sürdüremedi. Esasen ülkenin sosyolojik ve ekonomik yapısı da İstanbul ve Avrupalıların isteklerine uymuyordu. Öyle görünüyor ki 1842 yılında getirilen bu ikili sistem, Mısır işgalinin ardından hızla ve kısa sürede bölgeye istikrarlı bir çözüm olması amacıyla basit bir düşünce üzerine kurulmuştu.

 

Osmanlı İki Kaymakamlık yerine Mutasarruflık sistemini getirdi. Artin Davud Paşa, ilk Mutasarruf olarak bölgeye atandı. Osmanlı ilk olarak bölgede barış ve istikrar ortamını kurmayı amaçladı. Bunun için çatışmalardan zarar gören halka, hazineden yardımda bulundu. Asayişi sağlaması amacıyla da Jandarma kuruldu. Vergilerde muafiyetlere, özel kredi olanaklarına ve Lübnan Dağları’ndaki zararı kapatabilmek amacıyla da çeşitli teşvikler çıkarıldı.11 Akarlı, E. “The Long Peace: Ottoman Lebanon, 1861-1920”. California: University of California Press, 1993, s. 36 Lübnan’daki Hıristiyan topluluklar, uluslararası camia tarafından tanındı ve Maruniler bu dönemde yükselişe geçmeye başladı.12 Hazran, Y. (2009). “Between Authenticity and Alienation: The Druzes and Lebanon’s History”. Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London, Vol. 72, No. 3, s. 465 Bu yükselişin en büyük etmenlerinden birisi de Fransa’ya ait askeri birliğin, Lübnan Dağları’na sevk edilmesi ve Dürzi liderliğin bölgeden ayrılması oldu. Bununla birlikte Fransa, dağın yöneticiliği için Mecid Şihab’ı aday gösterecek kadar olaylara müdahil oldu. Ayrıca bu süreçte Lübnan’a uluslararası kamuoyundan komisyonlar gelerek, bölgedeki etnik unsurlarla doğrudan iletişim haline geçiyorlardı.13 J. P. Spagnolo. (1971). “Constitutional Change in Mount Lebanon: 1861-1864”. Middle Eastern Studies, Vol. 7, No. 1, s. 28 Bu iletişim hali I. Dünya Savaşı’na giden süreçte kendisini belli edecekti. Bir buçuk ay süren bu çatışmalar bastırıldıktan sonra Beyrut ve Seyda kentlerinde Müslüman-Hıristiyan komisyonları kuruldu. Bu komisyonlar ile çatışmalardan etkilenen sivil halka iki dini yapı ortak yardımlarda bulundular.14 Gümüşsoy, E., ’’1860-61 Cebel-i Lübnan İsyanı ve Osmanlı Devleti’’ (2008). Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı: 12 Yıl: 6, s. 71 Haziran 1861’de yayınlanan Cebel-i Lübnan Nizamnamesi’ne göre bir idare meclisi kuruldu ve bölge, altı kazaya ayrıldı. Bu idare meclisinde; iki Maruni, iki Dürzi, iki Katolik, iki Ortodoks, iki Şii ve iki Sünni yer aldı. Bu kazaların başına o bölgedeki nüfus çoğunluğuna sahip olan din/mezhepten bir yönetici atandı.15 Reyhan, C., ’’Cebel-i Lübnan Vilayet Nizamnamesi’’(2018). Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, Sayı: 30, s. 2

 

Lübnan, I. Dünya Savaşı’na kadar önceki yıllara göre barış içerisinde bir dönem geçirdi. Lübnan Dağları’nda egemen nihai bir emir yoktu, dış ülkelerin de müdahaleleriyle bölge dahilinde çeşitli din ve mezheplerden temsilciler, topluluklarının sorunlarını yönetim katında dile getirebiliyor, bunun çözümü için çalışıyorlardı. Bu süreçte Lübnan ve Suriye’de etkin olmayı amaçlayan Fransa, bölgedeki okullarında Frankofon yaşam tarzını ileriki yıllarda hükümete gelecek gençlere aktarmaya başladılar.

Fransa Hakimiyeti

Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Osmanlı, Orta Doğu’daki hakimiyetini kaybetmeye başladı. 1918 yılının Sonbahar aylarında Osmanlı birlikleri Adana’ya çekilirken, Suriye’deki vilayetler teker teker İngiltere ve Faysal’a bağlı Arapların kontrolüne geçti. 6 Ekim tarihinde ise Fransa, Beyrut’a çıkarma gerçekleştirdi. Ve böylece Osmanlı’nın Lübnan’daki hakimiyeti son bulmuş oldu.16 Shaw, Standford, J., Shaw, Ezel K. “History of The Ottoman Empire and Modern Turkey Volume II: Reform, Revolution, and Republic: The Rise of Modern Turkey, 1808-1975”. Cambridge: Cambridge University Press, 2002, s. 327 1 Eylül 1920 tarihinde Fransa, General Henri Gouraud yönetiminde “Büyük Lübnan”ın kurulduğunu açıkladı. Fransa, Orta Doğu’da istediği yayılmacılığı böylece resmi olarak sağlamış oluyordu. Ekonomik ve siyasi sebepler, ülkede ilerleyen yıllarda parçalı bir din ve mezhebe dayalı siyasi sistemin kurulmasına sebep olacaktı. Lübnan’a Suriye’den katılan topraklar sonucunda da Müslüman nüfus artmış, toplum tamamiyle mezheplere ayrılmış ve hepsine görece ayrı bir özerklik ve temsil hakkı tanınmış oldu. Osmanlı döneminde bir kadı, tüm mezheplerden olurken şimdi her mezhebin kendi kadısı vardı. Yüksek Komiser Gouraud, 1922 yılında önce 17 ve daha sonra da genişletilmiş bir şekilde, 1921 sayımına göre 30 üyelik bir Temsilciler Meclisi kurdu. Sayıma Müslümanların katılmaması, Meclis’te Hıristiyanların çoğunluğu oluşturmasına her ne kadar yarar sağlasa da Yüksek Komiser, alınan kararları veto etme hakkına sahip olduğu için etkili bir yasama organı kurulduğunu söylemek pek mümkün değil. 1926 yılının Mayıs ayında Lübnan, bağımsız bir devlet olarak anayasasını ilan ettiğini duyurdu. Senato, Meclis ve Cumhurbaşkanlığı makamından oluşan, Arapça ve Fransızca’nın resmi dil olarak tanındığı bir ülke olduğu belirtiliyordu.17 Tanrıöver, B. (2009). “LEBANON: POLITICAL DILEMMA FROM 19TH CENTURY TO PRESENT”. (Yüksek Lisans Tezi). Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 31-32

 

Ne var ki Fransız Yüksek Komiser’in anayasayı askıya alma ve Meclis’i dağıtma gibi bir yetkisi vardı. Halkın egemenliği sadece sözde kalacak şekilde 1943 yılına kadar Lübnanlı yöneticiler ile Fransız komiser arasında sürtüşmeli ve anayasayı feshetmeli dönemler yaşanacaktı. Anayasa ilan edilmesine karşın birbirini dengeleyecek unsurlar bulunmuyordu. Cumhurbaşkanı çok geniş yetkilere sahipti. Vatana ihanet ve anayasa ihlali haricinde yaptıklarından dolayı sorumlu değildi. Kabineyi ve Meclis’i görevden alabiliyordu, uluslararası anlaşmalar yapabiliyor, bürokraside atamalar gerçekleştirebiliyordu. Buna karşın Hükümetin rolü tam belli değil veyahut taşıması gereken özellikleri barındırmıyordu. Kabineyi toplamak ve Meclis’te hükümeti temsil etmek haricinde Cumhurbaşkanı’na göre yetkileri oldukça sınırlıydı.18 “Lebanon: Constitutional Law and the Political Rights of Religious Communities”. Law Library Of Congress, 2010, s. 5-6 1932 yılına kadar Cumhurbaşkanı görevi Hıristiyanlarda olmasına karşın mezhepsel bir atama yapılmıyor, Fransa ile arası iyi olan bir lider yönetime seçiliyordu. Beyrut’taki Yüksek Komiser’in seçtiği bazı adaylar, Fransa Dışişleri Bakanlığı tarafından reddedilebiliyordu. Lakin başka birisinin tercih edilmesi, güdülen amaç dahilinde herhangi bir değişikliğe sebebiyet vermiyor sadece basit çıkar çatışmalarının sonucu oluyordu. 1932 yılında yapılan nüfus sayımı, günümüzde Lübnan için ezberlenen “Cumhurbaşkanı Maruni, Başbakan Sünni ve Meclis Başkanı Şii olmalı” kuralının temelini attı. Her ne kadar günümüzde bu nüfus oranı çok değişse de ülkedeki siyasi dengelerin yerinden oynamaması için siyasi seçkinler tarafından pandoranın kutusu gibi uzak durulan bir konu olma özelliğine sahip. Bu sayım kapsamında Lübnan’ın en kalabalık topluluğu yüzde 28.8 ile Maruniler oldu. Yüzde 22.4 ile Sünniler ikinci ve yüzde 19.6 ile de Şiiler üçüncü sırada gelerek ülke yönetiminin dağıtımında en üst sıraları alabildiler.19 Faour, M. (2007). “Religion, Demography, and Politics in Lebanon”. Middle Eastern Studies, Vol. 43, No. 6, s. 909

Çatışmalar, Buhran ve Savaş: Sistem Sıkıntısı Devam Ediyor

1943 yılındaki bağımsızlığa kadar Lübnan’da çeşitli siyasi ve ekonomik krizler yaşandı. Bunlara bağlı olarak da sosyal sıkıntılar da kendisini gösterdi. Yüksek Komiserlik otokrat yüzünü göstermekten hiç çekinmiyordu. Lübnanlılara bağımsızlık sözü verilmesine karşın yerine getirilmemiş üstüne üstlük II. Dünya Savaşı’nın başlaması ile işler iyice karmaşık bir hal almıştı.

 

Irak ve Mısır’daki bağımsızlık hareketleri çoktan Fransızları rahatsız ediyordu. Vichy Hükümeti’nin iktidara gelmesi, General Charles de Gauelle’ün destek bulmak için yaptığı Orta Doğu ziyareti, bağımsızlık isteyen Lübnanlı ve Suriyelilerin istediği uygun ortamı bir türlü sağlayamıyordu. Önceki yıllarda Lübnan’daki Cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyan Bişara Huri, Arap ülkelerine sık ziyaretler gerçekleştiriyor, bağımsız bir Lübnan için Riad es-Sulh ile çalışıyordu. Suriyeli Arap milliyetçileri çoktan kendisine desteklerini beyan etmişlerdi bile. Fransa nihai olarak seçimlere izin verdiği zaman 21 Eylül 1943 yılında Bişara Huri Cumhurbaşkanı seçilerek, Riad es-Sulh’ün de Başbakan olarak Hükümeti kurmasını istedi. 1989 yılındaki Taif Anlaşması’na kadar Lübnan’daki temsil oranı 55 kişilik Meclis’te 30 Hıristiyan ve 25 Müslüman olmak üzere 6/5 oranında kaldı.20 Traboulsi, F. (2012) A History Of Modern Lebanon (Second Edition). London: Pluto Press, s.106 Ulusal Pakt olarak bilinen ve yukarıda bahsettiğimiz yönetimin üç mezhebe dağıtılması iki lider arasında yapılan bir anlaşmayla Lübnan’ın yeni bir hayatındaki mihenk taşı oldu.

 

Lübnan’ın resmi olarak 18 mezhebe/dine bölünerek her topluluğun kendini temsil edebilmesi düşüncesi gün geçtikçe ülkedeki sinir uçlarını zorluyordu. Manda yönetimi altında kurulduğu ilk günden beri siyasi seçkinlerin ve kilisenin çekişmelerine sahne olan Lübnan, bunun ilk sıkıntısını 1958 yılında yaşadı.

 

1958 Buhranı’nın asıl nedeni mezhep ve din değildi. Ancak mezhep ve din temeline oturtulmuş politikanın getirdiği siyasi ortam buhrana neden olmuştu. Cumhurbaşkanı’nın daha da imtiyazlı olması ve meclisteki orantısız temsil bu dönemin Arap milliyetçileri tarafından protesto edilen bir durumdu. Cumhurbaşkanı Kamil Şamun’un Amerika’ya bir çağrı yaptı ve ülkedeki siyasi kriz iç savaşa dönmeden durduruldu. Ancak derin ayrılıkların biriktirdiği çekişmeyi tutabilecek bir baraj değildi. Nüfus oranlarını ülkedeki siyasi varlıklarının teminatı olarak gören Maruniler, İsrail’in işgal ve genişlemesi sebebiyle Filistinlilerin Lübnan’a göç etmesinden çok rahatsız oldular. Bu sebeple Filistinlilere vatandaşlık verilmedi ve ‘misafir’ gözüyle bakıldı. Bu durumda pek çok siyasi çatlağa neden oldu.

 

Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) ülkedeki varlığı sebebiyle Falanjistler nizami bir şekilde silahlanıyorlardı. Lübnan Ordusu haricinde yönetimde etkin bu parti de bazı yerlerde FKÖ ile çatışma yaşamaya başladı. Statükonun en büyük koruyucuları arasında olan bu Maruniler, sistemin bozulmaması için ellerinden geldiğince uğraşıyorlardı. 1975 yılında başlayan Lübnan İç Savaşı, o güne kadar ülkede yaşanan bütün olayların patlama noktası oldu. Ekonomik, sosyolojik ve mezhepsel/dini tüm sorunların patlak verdiği on beş yıllık kaos ortamına şahit olundu. Her ne kadar Hıristiyan ve Müslüman çatışmaları ile başlasa da kısa süre içerisinde bu topluluklar, kendi içlerinde savaşmaya başladılar.

 

Mezhepsel farklılık gütmeyen komünist ve milliyetçi partilerde farklı mezhep ve dinden savaşçılar yan yana savaşıyordu. Hatta kendi mezheplerinden olan milis liderlerine suikastler gerçekleştiriyorlardı. Bu süreçte 1943 yılındaki Ulusal Pakt’a uygun hükümetler kuruluyor lakin herhangi bir işe yaramıyorlardı.

 

Siyasi seçkinlere karşı olanlar da bu süreçte askeri gücü ellerinde barındırmaları sebebiyle karşı oldukları bu seçkinler sınıfına girerek yeni Lübnan’ın statükosunu koruyacak sınıfın temsilcisi olma yolunda gidiyorlardı.

‘Galip Yok, Mağlup Yok’: Taif Anlaşması

1989 yılında yabancı ülkelerin dahil olmasıyla Taif Anlaşması ile Lübnan İç Savaşı’na son verildi. Ulusal Pakt’ın kırk altı yıl sonraki bir düzenlemesi olan bu anlaşma ile Hıristiyanlar ve Müslümanların kamuda temsil hakları dengelendi. 6/5 oranındaki üstünlük 5/5 oranında eşitlendi. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı yine aynı mezheplere verildi. Kabinedeki bakan sayısı 30’a çıkarılırken, 128 milletvekili koltuğu,1932 sayımına göre topluluklar arasında dağıtıldı. Kamuda işe girebilmek için aranan mezhep ve din kotası her ne kadar bu anlaşma ile korunsa da nihai olarak 2009 yılında kaldırıldı.21 John Nagle (2016). “Between entrenchment, reform and transformation: ethnicity and Lebanon’s consociational democracy”. Democratization, Vol. 23, No.7, s. 1148 Taif Anlaşması kabaca; Lübnan’ın siyasi ve sosyal yapısının çeşitliliği göz önüne alınarak mezhep ve dinlere güç dağıtımında denge getirmeyi ve Cumhurbaşkanı’ndaki yürütme gücünü Hükümet’e kaydırmayı gerçekleştirdi. Birçok alt konuda ise yine bu dağılımların eşit yapılmasını amaç edindi. Ve hatta ülkedeki mezhep/dine bağlı sistemin kaldırılması için çalışmalar yapılmasını vaad etmesine rağmen bu konu hiç açılmadı.22 Bahout, J. (2016). “THE UNRAVELING OF LEBANON’S TAIF AGREEMENT: Limits of Sect-Based Power Sharing”. Carnegie Endowment for International Peace. s. 9

 

Taif Anlaşması’nın üzerinden otuz yıl geçti ve bu süreçte Lübnan, birçok badire atlattı. 1990’lı yıllardaki savaş sonrası dönemde ekonomik toparlanma, 2005 ve 2006 yılındaki siyasi suikastler, Sedir Devrimi havası, Şam’ın çekilmesi23 İç savaş döneminde Suriye Ordusu Lübnan’a girmiş ve Hristiyanları desteklemişti ve İsrail ile Hizbullah’ın savaşı24 12 Temmuz 2006 – 14 Ağustos 2006 tarihleri arasında Lübnan’ın güneyindeki savaş ülke insanına siyasetten doğan hayatın zorluğunu dayatıyordu. Dış ülkelerle sorun yaşanmasa dahi partilerin birbirleriyle yaşadıkları siyasi çekişmeler bazı zamanlar silahlı çatışmalara dönüyor ve tıpkı 2008 yılında olduğu gibi Doha Anlaşması ile Hizbullah’a siyasi kanatta güç kazandırıyordu.25 Katar’ın Doha şehrinde Arap Birliği arabulucuğunda 5 gün süren Lübnan’daki taraflar arasındaki barış görüşmelerinde, Hizbullah’ın siyasi olarak Lübnan’da etkin bir güç olmasının yolu açıldı

 

İç savaştan sonra hiç düşmeyen enflasyon, elektrik sorunu, yeni istihdam alanlarının oluşturulmasında eksiklik, üretimin artırılamaması, kamu hizmetlerinin verimsizliği vb. nice sebepler, devletin gerektiği yerde hayata müdahil olmaması Lübnan halkına günlük yaşamda doğrudan olumsuz etki ediyordu. İttifakların yaşadıkları mücadeleler ve güç dengelerinin sürekli değişimi ülkeye yeni hiçbir şey sunmuyordu. Savaş sonrası Lübnan’daki siyasi ortam da çıkılması güç bir labirent halini aldı. Lübnan statükosunu uzun yıllar boyunca korumaya çalışan ve bunun için silahlanan Falanjistler ile sisteme tamamiyle karşı olan önemli sayıdaki Dürzinin desteklediği İlerici Sosyalist Parti, kendilerini aynı siyasi kampın içerisinde buldular. Bir dönem ülkedeki gücü ellerinde bulunduran partiler, zaman içerisinde sisteme muhalif bir hale büründüler. Kuruluşlarının temeli Lübnan’ın eksik bir devlet olmasında yatan Şii partiler ise bir dönem düşman oldukları Özgür Vatansever Partisi (ÖVP) ile ittifak oluşturarak statükonun teminatı haline geldiler. Lübnan’da bir sonraki seçimlere kadar ÖVP ve Hizbullah birlikteliği ellerinde Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamlarını barındırıyor. 

Bu süreçte yönetimin alışagelmiş siyasi partiler ve bir dönemin toprak ağaları arasında el değiştirmesine tepki gösteren genç bir nesil de oluşuyordu. Yaşanan bütün siyasi çekişmelerden uzak, ekonomik ve sosyal sıkıntıların gün geçtikçe arttığı, bölgesel veyahut küresel herhangi bir krizde bu sıkıntıların ülkeyi durma noktasına getirmesine tepki gösterenler gün yüzüne çıkmaya başladı. Lübnan Lirasının yüzde seksen oranında değer kaybetmesi, gıda maddelerine ulaşmadaki sıkıntı, ülkenin kuzeyindeki halkın gittikçe fakirleşmesi, Beyrut’ta artan hırsızlık vakaları ve insanların çaresizliklerinin giderek yayılması halkın tepki göstermelerine yol açtı. Lübnan’a dair bütün tabuları yıkmaya hazır bu genç nüfus, mezhep ve dine dayalı olarak siyasi partilerin mücadelelerle birbirleri arasında köşe kapmaca oynadıkları devlet kurumlarından ayrılmalarını istiyorlar. Ülkedeki sistemin dini ve mezhebi dağılıma göre ve bir partinin çıkarına değil Lübnan ve halka hizmet edecek tarafsız olmasını talep ediyorlar.

 

Arap Baharı boyunca 2015 yılı haricinde pek ortaya çıkmayan bu kitle, 2019 yılının Ekim ayında bir verginin onaylanmasının ardından “devrim” isteğiyle sokağa çıktı. COVID-19 ve Beyrut Limanı’ndaki patlamada hükümetlerin hatası ile sokaklarda Fransa’nın kurduğu bu dini ve mezhepsel sistemin artık bitirilmesini aylar boyunca ısrarla dile getirdiler. Siyasi partiler tarafından desteklenen bir teknokrat hükümetin de başarısız olmasıyla Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “Büyük Lübnan”ın kuruluşunun yüzüncü yılında ülkede başka bir sistem kurmayı Beyrut sokaklarında dile getirdikten sonra ülkeden ayrıldı. Tarihi olgular arasından sadece Lübnan ile Fransa’nın frankofon ve manda geçmişini çekip çıkaran Macron, başarısız bir devlet olmaya mahkûm olan Lübnan’ın kuruluşundaki Fransız rolünü atlayarak bunu geçmiş hükümetlere yıkmayı tercih etti.

 

Lübnan’ın yüzüncü yılına yaklaşırken, yeni bir Lübnan kurmayı vaat eden Macron’un Beyrut’a dönerken Amerika ve Rusya’nın da yardımını alarak uzun vadede ülkeye yardım etme ihtimali şimdilik belirsizliğini koruyor.

17 Ağustos 2020 0 Yorum
1 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

LİBYA’DA BİR YAHUDİ VATANI KURULAMAMASININ SEBEBİ: SU KITLIĞI

by Mustafa Şaban 16 Ağustos 2020
written by Mustafa Şaban
Libya’da Bir Yahudi Vatanı Kurulamamasının Sebebi: Su Kıtlığı
Mustafa Şaban
Mustafa Şaban

1904 yılının başında Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Başkanı Theodore Herzl, İtalyan Kralı III. Victor Emmanuel’e Yahudi göçünü Doğu Avrupa’dan Libya’nın Trablus bölgesine yönlendirmek üzere bir öneri sundu. Bu sayede Trablus’a yerleşen Yahudiler İtalyan yasa ve kurumlarına bağlı bir otonom bölge kurabileceklerdi.

 

Herzl bu öneriyi rastgele sunulan bir öneri değildi. Dr. Emin Abdullah Mahmud, Fransız Devrimi’nden I. Dünya Savaşına Kadar Yahudi Yerleşim Projeleri isimli kitabında bu önerinin rastgele olmamakla birlikte İtalya’nın Libya’yı sömürgeleştirme niyetini keşfettikten sonra yapıldığını ifade etmektedir.

 

Ancak Herzl, İtalya kralından Siyonist Teşkilatı’nı bu projede destekleyemeyeceklerini çünkü “Trablus başkalarının yurdu” olduğunu ve İtalya’nın oranın üzerinde herhangi bir yetkisi olmadığı açıklamasını yapmasının ardından şaşkınlığa uğradı.

 

Görünen o ki İtalya kralı, İtalya’nın Libya’yı sömürgeleştirme niyetinin açığa çıkması korkusuyla Siyonist Teşkilatı’na bağlayıcı bir vaatte bulunmamayı tercih etmişti. Mahmud’a göre böyle bir vaat, İtalya’nın Osmanlı İmparatorluğu yanında Britanya ve Fransa ile ilişkilerinde sorunlara sebep olacaktı.

Yenilenen Teşebbüsler

Libya’da yerleşme teşebbüsleri Herzl’in Temmuz 1904’te ölmesinin ardından yenilendi. Yenilenen projenin başında bu kez Bölgesel Siyonist Teşkilatı’nın lideri Israel Zangwill bulunuyordu. Zanqwill, Doğu Avrupa Yahudileri için bir devlet içinde otonom bir idare kurabilecekleri iklimi ılıman, ekilebilir arazileri olan ve denize kıyısı olan bir yerleşim yeri bulmayı amaçlıyordu.

 

Mahmud’a göre Libya’da bir Yahudi yerleşimi kurma fikri Paris Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Nahum Saluş’un 1906 Temmuz’unda Trablus’a gerçekleştirdiği bir ziyaretin ardından gelişti. Saluş Zangwill’e verdiği raporda Osmanlıların Barka vilayetindeki Cebel-i Ahdar’da bir Yahudi yerleşimi kurulması fikrine sıcak baktıklarını aktarıyordu.

 

Aynı dönemde Britanya hükümeti Tunus’taki Başkonsolosu Harry Johnston’u Zangwill’e aynı bölgede Yahudiler için milli bir vatan kurma fikrini teklif etmesini bunun için bölgenin şartlarını tetkik etmek için bir heyet gönderileceğini ve Osmanlı Trablusgarb valisi Recep Paşa’nın (1904-1909) bu heyetin üyelerine yardımcı olmaya istekli olduğu noktasında teminat vermesi noktasında bilgilendirdi.

 

Zangwill ve teşkilat üyeleri Saluş’ın raporu ve Johnston’un teklifi üzerinde çalıştılar ve neticede Barka vilayetinin Yahudi yerleşimi için uygun bir yer olduğu kanısına vardılar. Bölge Akdeniz’in güney sahilinde bulunuyordu ve bu konumuyla Rusya ve Romanya’dan Yahudi göçmenlerin naklini kolay kılıyordu. Mahmud, Barka’nın Filistin’e yakın olması birçok Yahudi’nin eninde sonunda “Vaadedilmiş Topraklar”a yerleşebileceklerine inanmasına sebep olmuştu.

 

Bunun da ötesinde Saluş, eskiden Sirenayka olarak bilinen Barka vilayetinin Yahudi mirasında özel bir yeri olduğuna inanıyordu: Büyük İskender ve Ptoleme Krallığı zamanından beri çok sayıda Yahudi’ye ev sahipliği yapmıştı ve bu yüzden Yahudi yerleşimi için düşünülen Kıbrıs ya da Uganda’dan daha çok Yahudi tarihi ile ilgiliydi.

 

Zangwill, büyük sayılarda Yahudi’nin getirilmesi ve yerli nüfusun çöllere göç etmek zorunda bırakılması ile Yahudi nüfuzunun galebe çalacağına ve demografik üstünlüğü ele geçireceğine inanıyordu.

Genel Valinin Desteği

Barka’da yerleşim fikri teşkilat üyelerinin zihninde iyice netleştikten sonra sıra aynı zamanda Afrika’daki Türk silahlı kuvvetlerinin başında bulunan Trablusgarp Valisi ile iletişime geçmeye gelmişti. “Yahudilerin Libya’da Yerleştirilmesi için Siyonist Proje” isimli kitabın yazarı Mustafa Abdullah Bayou Osmanlı valisini ayrıntılı bir biçimde anlatır ve Sultan’ın temsilcisi olarak tüm yetkileri elinde bulundurduğunu ifade eder.

 

Zangwill, Saluş’un Trabslus ziyaretinden istifade ederek onunla projenin imkânı üzerinde çalışır. Trablus’a vardığında Recep Paşa ve Dışişleri Bakanı Bekir Bey ile görüşür. Onunla Libya’daki Yahudilerin ekonomik şartlarını, tarım faaliyetlerinin nasıl geliştirebileceklerini ve Rusya’dan kaçan Yahudilerin Libya’ya yerleştirip yerleştirilemeyeceği konularını ele alır.

 

Ona göre Recep Paşa Yahudilere karşı dostane bir tavır sergiliyordu ve Yahudileri yaşadıkları sıkıntılardan kurtarmak için gücü dahilinde her şeyi yapmaya hazır olduğunu söylüyordu.

 

Görünen o ki Osmanlı Valisi’nin gergin Türk-Rus ilişkilerinden etkilenmiş olan Yahudilere karşı sempatik yaklaşıyordu. Bu gergin ilişkiler Türkleri Rusların daimî ihtiraslarına maruz bırakıyordu. Ayrıca Vali, bu yerleşim planını Libya’daki İtalyan emellerine bir son vermek için de kullanmak istiyordu.

 

Abdullah Bayou’ya göre Recep Paşa şaşırtıcı biçimde “sadece Libya’da Yahudi yerleşimi ve ülkedeki Yahudilerin tarım faaliyetleri hakkındaki proje üzerinde durmaz aynı zamanda bir devlet ve endüstrisinin kurulması, bazı mühendislik projeleri, büyük limanların ve Yahudi ticari filosunun inşasının teşviki meseleleri üzerinde de kafa yorar”.

 

Saluş’un Paşa ve adamları ile görüşmesinde Yahudilerin projelerinde finansal ve dinî açıdan bağımsız olmaları konuları da ele alınır. Ele alınan diğer konular arasında: Yahudilere küçük devlet memurlarının istismarından korunma sağlanması, kendi kendilerini idare hakkı tanınırken Libya’nın geri kalan kısmındaki halkın saldırısına maruz kalmamaları için askeri koruma sağlanması bulunuyordu.

 

Saluş’un işi iki açıdan kolaydı: Birincisi Osmanlı valisinin Yahudi taleplerine verdiği karşılık ikincisi de dost Yahudi Jacob Krieger’in Trablusgarp valisinin resmi tercümanı olmasıydı.

 

Bayou Krieger’in nasıl Selanik’te Trablus’a geldiğini ve Hristiyan Katolik Georges Faeq’in yerini nasıl aldığını aktarır.

 

 Trablusgarp valisi başlangıçta Krieger’e güvenmemiş, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Avrupalılara sağlanan avantajlardan faydalanmak için Libya’da yaşayan bütün Yahudilerin yaptığı gibi Libya’daki yabancılarla iş birliği yapacağını düşünmüştü. Ancak Krieger büyük ustalıkla Paşa’nın güvenini kazanmış ve onun Yahudilere, özellikle de Saluş’a lütufta bulunmasını sağlamıştır.

 

Böylece valilik Yahudi tarihçiye gerekli olan tüm yardımı sağlamış oldu. Hatta ona muhtemel Yahudi yerleşimi için Barka’dan önce Maslata ve Batı Dağı bölgelerine gitmesini tavsiye etmiştir.

Yerleşim Planı

Bayou kitabında Yahudileri Libya’ya yerleştirme planı temelde Rusya’dan çıkışlarını hızlandırmaya dayanıyordu: Birkaç haftada bir 10 ya da 20 aile Rusya’dan çıkacak böyle Osmanlı yetkililerin Yahudi göçmenleri uygun bir biçimde bünyesine alması kolaylaşacaktı.

Bu yolla vilayet, Babıali’den hiç çekinmeden Yahudi göçmenlere ev sahipliği yapmak için izin isteyebilecekti; Yahudiler Libya’da Osmanlı vatandaşı olarak yaşayacak ancak bağımsızlıklarını sürdüreceklerdi.

 

Bayou’ya göre Zangwill hiç vakit kaybetmeden Babıali hükümeti ile doğrudan görüşmelere başlamayı tercih etti. Türklerin Avrupa’nın Yahudi olmayan halklarının Libya’ya göçmelerine engel olma politikasından istifade etmek istiyordu. Yahudi teşkilatı durumu, Avrupalıların özellikle de İtalyanların tiranlığından kaçarak Barka’ya gelen Yahudilerin korunması olarak gördüler.

Bilimsel Heyet

Recep Paşa tarafından cazip teklifler sunulmuş olsa da Konsey’in tedbirli davranmak istemesi projeyi gölgeliyordu. Proje üzerinde çalışmak üzere Konsey tarafından kurulan coğrafî komisyon hızlı hareket etmekten çekiniyordu ve bilimsel bir heyetin bölgeye giderek saha araştırması yapmasını talep ediyordu.

 

Mustafa Muhammed Şabani’nin “Libya Yahudileri: Libya’dan Tazminat Taleplerine Dair Siyasi ve Hukuki Araştırma” adlı kitabında yazdığına göre, 1908 yılının Temmuz ayının ortalarında Teşkilat, uzmanlardan oluşan bilimsel bir heyet gönderdi. Heyetin üyeleri ön yargılardan uzak ve tarafsız bir rapor olması için Yahudi olmayan bilim insanlarından oluşuyordu. Heyetin başında University of Glasgow’da jeoloji profesörü olan Profesör Gregory bulunuyordu.

 

Şabani’ye göre heyette tarım şartları çalışmaları ile tanınan John Trotter, Reginald Middleton, Walter Hunter ve Matthew Duff bulunuyordu. Görevleri bölgenin mevcut kaynakları ve mimarî imkânlarını araştırmaktı. Heyetin bir başka üyesi M. Kidder’in görevi de Barka’nın sağlık koşullarını ve yerleşime uygun olup olmadığını araştırmaktı. Nahum Saluş heyetteki tek Yahudi’ydi ve görevi bir Yahudi anavatanı olmak için Barka’nın Yahudilik ve Yahudiler açısından tarihi arka planını çalışmaktı.

Sultan’ın Onayı

Bu arada Zangwill, Budapeşte Üniversitesi’nde profesör ve Sultan II. Abdülhamid’in özel arkadaşı olan Yahudi dostu Arminius Vambery ile irtibata geçti. Projesini ona anlattı. Çünkü o Osmanlı sarayında yüksek bir statüye sahipti. Vambery onu içtenlikle karşıladı ve projenin Filistin’den ziyade Libya’da olmasından ötürü daha uygulanabilir olduğunu söyledi. Özellikle Filistin, Müslümanlar ve Hristiyanlar için de önemliydi ve Libya sayesinde onlarla çatışmadan kaçınılmış olacaktı.

 

Vambery proje hakkındaki fikirlerini paylaşmakla kalmadı onu Özel Kalemi Tahsin Paşa vasıtasıyla Sultan’a iletti. Proje ek olarak, projeyi destekleyecek Sultan’ın yerleşimcileri tebaası olarak tanıyacağı onlara yıllık vergileri toplayın Türk hazinesine teslim etmek şartıyla otonomi tanıyacağı siyasi şartları anlatan belgeleri ekledi.

 

Bayou’ya göre Sultan projeye olumsuz yaklaşmadı. Bu yüzden Vambery, Zangwill’e doğrudan Sultan’a kendisinin yazmasını ve Sultan’ın onun mektubuna hızla cevap vereceğini söyledi.

Şartların Değişmesi

Zangwill, Tahsin Paşa’ya mektup yazmaya hazırlanırken İttihat ve Terakki’nin İstanbul’da bir darbe yaptığı haberi geldi. Sultan II. Abdülhamid Nisan 1909’da tahttan indirilmesi ve yerine Sultan V.Mehmed geçmişti.

 

Heyet Cebel-i Ahbar ziyaretinden Trablus’a döndüğünde, Recep Paşa’nın bölgeden ayrıldığını ve yeni kabinede savaş bakanı olmak üzere İstanbul’a gittiğini öğrendi.

 

Bayou’ya göre Recep Paşa’nın Trablus’tan ayrılması Yahudi teşkilatının canını sıkmış olsa da onun ordu destekli yeni yönetimde İstanbul’da üst düzey bir yetkili olması ümitlerinin yeniden canlanmasına sebep olmuştu. Onun savaş bakanı olması, teşkilatı projelerinin başarılı olacağını düşündürtmüştü.

 

Teşkilatın umutlarının aksine projeleri ciddi bir darbe aldı. Recep Paşa, büyük tantana ile İstanbul’a doğru yelken açmıştı ancak birkaç gün sonra hayatını kaybetti. Zangwill onun ölümünün Yahudiler için büyük kayıp olduğunu söyledi. Çünkü projelerine karşı gösterdiği dostça ve meraklı yaklaşımına karşılık hiçbir maddi beklentisi olmamıştı.

 

Ancak en acıtıcı darbe Yahudi teşkilatı tarafından kurulan bilimsel heyetin 1 Ocak 1909’daki çıkarımlarına dayanan rapor ile gelmişti: Mavi Kitap. Rapor heyetin bulgularını içeriyordu. Hayal kırıklığına sebep olan bulgu, jeolojik yapısından dolayı Barka’da yeraltı suyunun bulunmamasıydı. Bu da toprağın yağmur suyunu tutmasına izin vermiyordu.

 

Rapor Barka’nın Yahudi yerleşimine uygun olabilmesi için kurak yılların ardından gelen kıtlığa karşı önlemler alınması tavsiyesinde bulunuyordu. Şabani’ye göre rapor, bunun aşırı masraflı olacağının altını çiziyordu.

 

Tüm bunlara rağmen Zangwill ve teşkilatının üyeleri yılmadı ve projeyi hayata geçirmekte kararlı davrandı. Mahmud’a göre Konsey’in çeşitli iç meselelerle meşgul olması Sultan’ın Libya yerleşimi ile ilgili desteğini anlamsız kıldı, özellikle de Recep Paşa’nın ölümünden sonra.

 

İtalyan emellerinin yükselişe geçmesi, 1911’de Libya’nın istila ve işgali ile sonuçlandı ki bu işleri daha karmaşık bir hale getirdi. Birkaç yıl içerisinde tüm dünya kendini Birinci Dünya Savaşı’nın içinde buldu. Ve böyle Libya’da bir Yahudi vatanı kurma hayali tuzla buz oldu.

16 Ağustos 2020 0 Yorum
1 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

SURİYELİ KÜRT PARTİLERİNİN BİRLEŞMESİ NEDEN BU KADAR ZOR?

by Rena Netjes 9 Ağustos 2020
written by Rena Netjes
Why is it so difficult for Syrian Kurdish parties to unite?
Rena Netjes

Rena Netjes Clingendael Ensititüsü'nde Arap coğrafyası üzerine
çalışma yapmakta ve şu anda Suriye'de Kürtler üzerine çalışmaktadır.

“KNC ile PYD arasındaki (gizli) diyalog ya da görüşmelerin ikinci safhası yaklaşık bir hafta önce yeniden başladı”: KNC heyetinden bir temsilci 23 Temmuz Çarşamba günü yazara bu açıklamayı yaptı. Aynı temsilci “Bu görüşmeler üç konu çerçevesinde Dohuk Anlaşması’na1 Divided Syrian Kurds reach deal in face of ISIS threat, Rudaw, habere gitmek için tıklayınız  göre yürütülecek. İlk konu yetki, ikinci konu yönetim ve üçüncü konu da askerî meseleler olacak. İlk konu ile başladık. Bugüne kadar doğrudan bir görüşme olmadı. Temsilciler arasında doğrudan (yüz yüze) bir toplantı henüz yapılmadı. Amerikalıların araya girmesi ile evrak ve düşünce alışverişi gerçekleştirildi. Ancak ilk taslak metin üzerinde tartışmak için doğrudan bir toplantı gerçekleştirmeye çok yakınlaştık. Beklemek için uzun bir zaman geçeceğini düşünmüyorum; birkaç gün içinde gerçekleşebilir” dedi.

 

Suriye Kürtleri on yıllardır, tüm Suriyelilerin yaşadığı baskının yanında, haklarından mahrum bir şekilde yaşıyorlar. Ancak, bunun yanında Suriye Savaşı’nın başlamasının üzerinden yaklaşık on yıl geçmiş olmasına, IŞİD tehdidine, Türkiye’nin Afrin ve Kuzey Suriye’deki müdahalelerine rağmen Suriyeli Kürt partileri hâlâ birleşebilmiş değil. Peki neden? Bu makalede, bu sorunun cevabını bulmaya çalışacağım. Bunun yanında tüm partilerin duruşları göz önünde bulundurulduğuna bir araya gelmelerinin mümkün olmadığını ortaya koyacağım.

 

Amerikalılar, Kobani’de IŞİD’le savaşan YPG’ye (Halkın Koruma Birlikleri) silah indirerek askerî olarak destek vermeye başladı. Irak Peşmergeleri Türkiye üzerinden ve bir ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) birliği de Halep’ten yardıma geldi. Amerikalı bir diplomat yazara yaptığı açıklamada “YPG’nin tek bir kontrol hattı vardı ve bu da onlarla çalışmayı kolaylaştırdı” açıklamasında bulundu. Tüm bunlar Suriye’nin üçte birini kapsayan YPG öncülüğündeki şu anki SDG (Suriye Demokratik Güçleri) içinde gelişti. SDF’nin kontrolündeki bölgenin nüfusunun çoğu Araplardan oluşuyor. Çoğunlukla Rakka ve Deyrezzor bölgelerinde yaşayan Araplar, gizli görüşmelerde yer almıyor. Büyük ihtimalle kendileri için ne karar verileceğini tahmin etmekle yetiniyorlar gibi görünüyor ki aynı durum bölgenin Süryanileri (Hristiyanlar) gibi daha küçük bileşenler için de geçerli.

 

SDG komutanı Mazlum Abdi 16 Haziran’da sosyal medya paylaşımında “KNC ve Kürt Ulusal Birlik partilerinin müşterek çalışmasından gurur duyuyoruz. Çalışmaların bir ön anlaşmayla neticelenmesi de sevinç kaynağı” dedi.2 Bu çeviri PYD’nin yayın organı olan ANHA’dan alınmıştır

 

Ancak bu paylaşımdan bir gün sonra, Suriye Kürtleri arasındaki görüşmelerde bulunan KNC müzakerecisi WhatsApp üzerinden gönderdiği sesli mesajda bir anlaşmaya varıldığını yalanladı: “Uzlaşılan noktalar var ancak bir anlaşma yok. Uzlaştığımız noktalardan biri ortak bağlayıcılığı olan bir siyasi vizyon geliştirmek oldu. Gelecekteki görüşmelerin temelinin Dohuk Anlaşması’nın üzerine kurulması ve bu sayede görüşmelerden iyi neticeler elde edileceği noktasında da bir uzlaşıya vardık”.3 alrayiysiat ‘iielam ENKS ‘akhbar ‘iielam ENKS bayan mushtarak ‘iilaa al’iielam walraay aleamm. ENKS resmi web sitesi, haber için tıklayınız 

İki Rakip Blok Neden Birleşemez?

KNC liderleri ile yapılan mülakatlarda onlara KNC ile PYD arasındaki farklılıkları sordum. Benimle şu sekiz noktayı paylaştılar:

 

İlk olarak bizler 1957’den başlayan ve günümüze kadar uzanan süreçte Kürt halkının Suriye’deki varlığı ve haklarını savunmak için mücadele veren siyasi partileriz. Mücadelemizin odak noktası burası. İkincisi biz Suriye’de kan döken rejime karşıyız. Biz, Suriye Ulusal Muhalefeti’nin yanındayız ve siyasî bir çözüm arayışındayız. Üçüncüsü, Suriye toplumuyla ilişkimizde siyasî ve demokratik bir yol benimsiyoruz, silahlardan ve baskıdan uzak duruyoruz. Bizim vizyonumuz net ve herkese açıktır. Dördüncüsü, Kürt hareketi ve KNC’nin ulusal muhalefete ve onun siyasi mücadelesine yaklaşımı nettir, mücadeleleri Kürt toplumu kadroları nezdinde de nettir. Beşincisi PYD, PKK’yı temsil eden yedek partidir ve Kürt halkının haklarıyla ilgili bir ajandası yoktur. Sadece PKK’ya lojistik destek sağlamak ve PKK’nın ajandasını yerine getirmek için kuruldu. Dahası bu amacı yerine getirmek için hiçbir aracı kullanmaktan çekinmiyorlar. Altıncısı PYD, rejimle birlikte hareket ederek Kürt hareketinin, Kürt ve Suriye halkının taleplerinin baskı altına alınmasını sağladı. Rejimi ve rejimin ekonomik kurumlarını koruyarak rejime destek verdi. Yedincisi, PYD’nin tek aracı silah ve baskıdır. Diğer seçenekleri etkisiz hale getirir ve herhangi biri ile iş birliği yapmayı reddeder. PYD ajandasını, yoldaşları ve yöneticileri de dahil olmak üzere, herkesten saklar. Son olarak, PYD Kürt hareketinin yayılmasını engellemek için adam öldürme, adam kaçırma ve tehdidi kullanır. Rejimin suç ortaklarıdır ve hepsi Suriye halkının düşmanıdır.

 

Yapılan röportajlara baktığımızda iki yapı arasında çok daha fazla ihtilaf ve engel bulunduğu görülüyor. Şöyle ki KNC’nin askerî kanadı (Kesin istatistikler yok, ancak Suriyeli Kürt kaynaklar yaklaşık 3.000- 4.000 kişi diyor) ve Roj Peşmergeleri (Bazı KNC politikacıları Kürt ÖSO’su olarak tanımlıyor) kuzeydoğu Suriye’nin dışında bulunuyor; PYD/YPG bölgeye girmelerine izin vermiyor, bu yüzden hâlâ Irak Kürdistan Bölgesi’nde bulunuyorlar. KNC liderlerinin çoğu bölgeden sürüldü ve geri dönemiyorlar. Aynı durum KNC aktivistleri ve Süryani (Hristiyan) ve Arap muhalifler için de geçerli.

 

KNC siyasetçilerinin çoğu PYD ve YPG’den PKK ile bağlarını alenen reddetmesini istedi, ancak bu asla gerçekleşmedi. Mazlum Abi, Aldar Xelil ve Salih Müslim uzun yıllar Kandil’de çatışma eğitimi alan, tanınmış PKK militanlarıdır. PKK ABD, AB ve Türkiye tarafından terör örgütü olarak tanımlanmaktadır.4 ABD Dışişleri Bakanlığı, Foreign Terrorist Organizations, Bureau Of Counterterrosism, sözkonusu sayfaya ulaşmak için tıklayınız

 

PYD’li siyasetçiler, yapılan röportajlarda PKK’ya bağlı olmadıklarını ancak onunla aynı ideolojiyi paylaştıklarını söylediler. Aynı zamanda aralarında ihtilafları da şöyle dile getirdiler: “KNC ve onunla olan diğer partiler Cuma günü namazdan sonra camiden çıktılar ve Allahu Ekber, Allahu Ekber diye bağırdılar ve eylemi bitirdiler. Bir saat sürdü. Diğer haftaya kadar sadece bu kadar. Devrim, elbette, bu değildir. Bir fikir olmalı. PYD bir fikirdir, ve biz bunu bütünlüklü bir vizyonla sahada temsil ediyoruz. YPG bizim koruma gücümüzdür, savunmamızdır. Ve topluma baktığımızda Araplar var, Süryaniler var Kürtler var; bu toplumun bir araya gelmesi. PYD ile bir ilişkisi yok. Şiiler ve Sünniler arasındaki bir çatışma ile bunun sona ereceğini biliyoruz”.

 

PYD/Tevdem’den Aldar Xelil, Syria TV’deki açıklamasında “Biz sahadayız, onlar Suriye’nin dışında” dedi. KNC lideri İbrahim Biro, neden dışarıda (Erbil’de) olduğuna dair yöneltilen soruya verdiği cevapta: “Beni Kuzey Suriye’de tutukladılar ve oradan sürdüler ve eğer Kuzey Suriye’ye dönersem öldürmekle tehdit ettiler” dedi.5 Arapça bilen okuyucularımız bu hikayenin tamamını içeren televizyon programı izleyebilmek için buraya tıklayabilir

 

SDG lideri Mazlum Abdi, Türkiye’nin Eylül 2019’da Kuzey Suriye’de Tel Abyad (YPG kontrolünde, Arap) ve Resülayn (YPG kontrolünde Arap Kürt ve Süryani, Çerkes ve diğerleri) bölgelerine müdahalesinin ardından Suriye Kürtlerini bir çatı altında toplamak üzere bir girişim başlattı. İki rakip bloğu birleştirmeye yönelik önceki sayısız teşebbüse bakıldığında, bu görüşmelerde bulunan kişilerin yazara yaptığı açıklamalara göre PYD/YPG, KNC’ye karşı gerçekten taviz vermek istemiyor. Bundan bir sene önce Fransa Dışişleri Bakanlığı iki partinin de katıldığı verimsiz bir konferans düzenledi. Hollanda’daki görüşmelerde bulunan temsilciler başka yerlerde de karşılıklı konuşmaların gerçekleştirildiğini söyledi.

 

KNC’li bir yetkili yazara yaptığı açıklamada: “SDG üzerinde bir baskı var. Türkiye’nin Tel Abyad ve Resülayn’a girmesinden bu yana bir baskı var. Ve uluslararası anlaşmalar, Türk-Rus anlaşması, Türk-Amerikan anlaşması. Mazlum Kobani 32 km. ileriye gitti, hâlâ da sınırın yakınında. Amerikalılar Irak’tan Kamışlı’ya döndü ve Fişabur aracılığıyla Kamışlı’dan biraz daha batıya. Amude’de Ruslar var. Mazlum durumun bu kadar kötü olduğunu görünce, Kürtlere birleşme çağrısında bulundu. Amerikalılar bizi (KNC) daha fazla sıkıştırdı. Çok uzun zaman önceden bugüne kadar. Amerikalılara güven tesis etmeye, ofislerimizi açmaya ve siyasi faaliyetlere başlamaya ve kaybolan üyelerimizin nerede olduğunu ortaya çıkarmaya ihtiyacımız olduğunu söyledim. Üstünü örtmeye çalıştılar; böyle güven inşası olmaz, eğer güven olsaydı “onları biz öldürdük” demeleri gerekirdi” dedi.

 

 “Onları öldürdüler, sekizi de kayıp olabilir mi?” “Evet, biz buna inanıyoruz”. Amerikalılar, kayıpların dosyasını bildiklerini ve PYD’nin bazı hatalar yaptığını söyledi, fakat “Bir yol bulmamız gerekiyor. Bir adım daha atılmasını istiyoruz. Diyaloga başlamak istiyor musunuz, istemiyor musunuz?” Açıkçası, Amerika önemli bir ülke, hayır deme şansımız yok. Ancak SDG’nin ne derece ciddi olduğunu bilmek istiyoruz. SDG, PYD’ye ne derecede baskı yapacak ve PYD’nin anlaşmayı kabul etmesini sağlayacak? Prensipte, belki önümüzdeki haftadan itibaren bir görüşme başlatabiliriz”.

 

Bu Şubat ayındaydı. Konuya aşina olan KNC’li bir yetkili de şöyle bir açıklamada bulundu: “Nerede görüşeceksiniz? Bölgede mi yoksa Kuzeydoğu Suriye’nin dışında mı?” “Bölgede, Amerikan heyetinin bulunduğu ve Haseke barajının yakınında bir yerde. Hemen dışında, Haseke ve M4 yolu arasında, Derbesiye-Haseke kesişiminde bir yerde buluştuk”.

 

Ancak PYD ve KNC arasındaki farklılıklar her zaman çok büyüktü. Özünde de uzlaşmaya vardırılması mümkün değildi. Belki de en büyük sorun KNC, Esed karşıtı iken PYD’nin karşıt olmamasıydı. Kamışlı ve Haseke’de rejimin önemli askerî tutunma noktaları buluyor. Haseke’nin tüm etnik gruplarını kapsayan aktivistlere ve siyasetçilerine göre rejim istihbaratı bölgeyi hiçbir zaman terk etmedi. Süryani bir siyaset adamı “Operasyonlarını karargahlardan yürütmüyorlar, evlerinden yürütüyorlar” diyor. Kamışlı’da yaşayan bir Kürt kadın aktivist yazara yaptığı açıklamada Facebook’taki paylaşımları yüzünden PYD ve rejim görevlilerinin evine geldiklerini ifade ediyor. PYD, Amude ve diğer yerlerdeki Esed karşıtı gösterileri bastırdı. Haziran 2013’te Amude’deki gösterilerde (Suriyeli bir gazeteciye göre) yedi gösterici öldürüldü. Amude’de yaşayan KNC’li siyasetçi Abdülhalim Beşar’a göre öldürülenler arasında KDP-S ve Yekiti üyeleri ve destekçileri bulunuyordu. Yakın zamanda PYD bunun için özür diledi -en azından kabul etti- ancak ne kimse tutuklandı ne de mahkemeye çıkarıldı. KNC kaynaklarına göre PYD bazı KNC’li politikacıları ve aktivistleri rejime teslim etti.

 

Yıllar geçmesine rağmen PYD ve KNC arasındaki farklılıklar azalmadı: Mişel Temo ve Nasreddin Burhek gibi çok sayıda KNC’li siyasetçi ve aktivist PYD ya da PKK tarafından öldürüldü ya da kayboldukları söylendi. Halihazırdaki KNC baş müzakerecisi Muhammed İsmail’in hem meslektaşı hem de yakın arkadaşı olan Nasreddin Burhek vuruldı. Burhek, Kamışlı’da kaldığı hastanede arkadaşı İsmail’e failin PKK olduğunu söyledi. İsmail de 2016-2017 yılları arasında 6 ay hapis yattı ve şimdi onu hapse atanlarla bir anlaşma yapmak zorunda. KNC ofisleri kapatıldı, bazıları da yağma edildi ve yakıldı. İşte bu yüzden KNC, her ne kadar izinleri olsa da ofislerini açmaya korkuyor. Ofis sahipleri ise buraları yeniden KNC’ye kiralamaktan çekiniyor. Bazı KNC’li siyasetçiler ve aktivistler hâlâ kayıp. KNC onlara ne olduğunu bilmek istiyor ancak PYD onları elinde tuttuğunu reddediyor. Kamışlı’daki SDG sözcüzü, o listedekinin rejim subayı olduğunu söyledi. Yazara açıklama yapan bir KNC lideri: “Onların öldüğüne eminiz” dedi.

 

Kısacası, KNC (Suriyeli Kürt gazeteci ve aktivistler de) PYD’nin Kandil’deki Suriyeli olmayan kadrolarının emirlerini yerine getirdiğine ve onların kendilerince ayrı bir devrimleri olduğuna inanıyor.

 

PYD, üçüncü bir yolu olduğunu savunuyor. Ne rejimle ne de muhalefetle birlikte olduklarını belirterek Suriye’nin tümü için bir demokratik projeleri olduğunu söylüyorlar (Aldar Xelil, Syria TV). Buna cevap olarak KNC: “Suriye muhalefetinin zaten tüm Suriye için bir demokrasi projesi var, PYD’ninkine ihtiyacımız yok. Her şeyden önce biz Suriyeliyiz, Kürt olmak ikinci sırada geliyor”.6 Haber videosunu seyretmek için tıklayınız

 

Suriye Kürtleri, Alevilerden sonra Suriye’deki ikinci büyük azınlık. Suriye rejimi vermediğinden net bir istatistik paylaşmak zor. CIA’in hazırladığı Factbook’a7 CIA Factbook’a ulaşmak için tıklayınız göre, Kürtler Suriye nüfusunun yüzde onunu teşkil ediyor.

 

“Irak, İran ya da Türkiye’nin aksine Suriye’deki Kürtler çoğunluğu Kürtlerden oluşan coğrafi olarak bağlı tek bir bölgeye sahip değiller. Suriye’nin kuzeyindeki sınır hattında birçok bölge önceleri geniş bir Kürt nüfusunu barındırıyordu. Ancak 1960’lardan itibaren Suriye’nin kuzey sınırı hattında bir “Arap kuşağı” oluşturmaya dayanan Baasçı Araplaştırma politikası neticesinde bu bölgede Araplar çoğunluk haline getirildi. Suriye Savaşı sırasında PYD, kuzeydeki Arap nüfusu üzerinde “etnik temizlik” yapmakla meşguldü”.8 Bkz:Nikolaos van Dam, Destroying a Nation, (2017), s. 62

 

Suriye Kürtleri başlıca üç bölgede yaşıyor: Afrin, Kobani, Türkiye-Irak sınırı yakınındaki Cezire ve Halep ve Şam havalisi. Cezire’de Araplar, Süryaniler, Süryani Çerkesler, Türkmenler, Yezidiler ve Ermeniler bulunmaktadır. Rejim, yıllar boyunca Suriyelilerin çoğunu kaçmak ve göç etmek zorunda bıraktı ancak Kürt bölgelerine ciddi manada saldırmadı. IŞİD, Kobani’ye ve Kuzey’deki diğer kasabalara saldırdı. Yakın zamanda Türkler Kürt bölgelerini (Afrin, Resülayn) alarak, çok sayıda Kürt’ün bu bölgelerden kaçmasına sebep oldu. Kürtler, YPG’nin zorunlu askerlik uygulamasını dayattığı bölgelerden de kaçtılar. Halihazırda YPG ve SDG’nin kontrolü altında bulunan bölgelerdeki nüfusun %70’i Arap: Deyrezzor, Rakka, Tabka, Menbiç ve diğer bölgeler. Bu durum başka bir soruyu gündeme getiriyor: Araplar neden görüşmelerde yer almıyor? Mazlum Abi Arap bölgelerinde dolaşıyor. Ancak bölgenin en büyük aşireti olan Ukeydat aşireti temsilcileri, diğer aşiret temsilcileri de yazara yaptıkları açıklamalarda YPG ve SDG tarafından yönetilmeyi asla kabul etmeyeceklerini söyledi. Bazı aşiretler bu konuda bölünmüş görünüyor; bir diğer büyük aşiret Bakkara ve destekçileri gibi.

 

“Başlangıçta Türkiye, PYD’nin rejime ya da IŞİD’e karşı savaşmasını önemsemedi. Ancak ne zaman ki gelişmeler PYD’nin lehine dönmeye başladı ve PYD kuzey Suriye’nin büyük bölümünü ele geçirdi, o zaman Ankara PYD’yi Türkiye’ye karşı mutlak güvenlik tehdidi olarak görmeye başladı”.9 Muhammed İsmail ile röportaj

 

Kürtlerin siyasi faaliyetleri ve KNC partilerine bir bakalım. İlk Suriyeli Kürt partisi, KDP-S ( Kürdistan Demokratik Partisi-Suriye) 1957’de kuruldu. KDP-S halen KNC içerisindeki en büyük partidir.

 

KNC (Kürt Ulusal Konseyi) 27 Ekim 2011’de kuruldu. Suriye Kürtleri arasındaki görüşmelerin baş müzakerecisi Muhammed İsmail, partinin siyasi danışmanıdır. İsmail, Mazlum Abdi ve Amerikalılar ile Haseke dışında gerçekleştirilen görüşmede KNC heyetinde bulunuyordu. 2011 yılında kurulduğunda KNC’nin ilk başkanı olan ve o dönemde Kamışlı’da bulunan Abdulhekim Beşar ise bugün sürgünde yaşamaktadır. Zaman içerisinde, başka ayrılıklar yaşandı ve partiler oluştu. Bazıları Hazım Derviş gibi daha rejime yakın iken Yekiti gibi daha radikalleri de ortaya çıktı. “Yekiti (Birlik)10 KNC bünyesindeki ikinci büyük parti. Liderlerinden biri olan İbrahim Biro, sınırda PYD tarafından tutuklandı ve ardından serbest bırakıldı uzun zaman önce ikiye ayrıldı: Yekiti Şeyh Ali ve diğer Yekiti. Yakın zamanlarda diğer Yekiti de bölündü: Fuad Aliko, İbrahim Biro, Süleyman Oso bir yanda Hasan Salih ve grubu diğer yanda” diyor Suriyeli Kürt bir avukat.

 

Syria TV’de yayınlanan son röportajında Fuad Aliko: “Hakkımızda çıkan Etilaf koalisyonundan ayrılıp Suriye muhalefeti ile bağlarımızı kopardığımız sızıntıları doğru değildir.11 Etilaf, Suriye muhalefetindeki ana gruptur Biz Esed rejimi ve İran ile ilişkilerimizi kestik. Suriye muhalefetinin bir parçasıyız, Suriye devriminin bir parçasıyız. Arapların, Türkmenlerin, Süryanilerin ve diğerlerinin görüşmelerde yer almasını istiyoruz” açıklamasında bulundu.

 

Yekiti’den İbrahim Biro, zamanın Amerikan büyükelçisi Robert Ford ve Fransız mevkidaşının kendisinden PYD’yi 2014’teki Cenevre görüşmelerine davet etmesini istediklerini ancak PYD’nin muhalefet heyetinin bir parçası olmayı reddederek bu teklifi geri çevirdiğini aktardı.12 Rena Netjes, sayfaya erişmek için tıklayınız

Suriye’de PKK ve PYD

PKK lideri Abdullah Öcalan, 1980 yılında Suriye’ye Kobani’den girdi. Şam yakınlarında Duma’da ofisi vardı. Türkiye’nin PKK lideri üzerinden tehditleri yüzünden Suriye, Öcalan’ı sınır dışı etti. PKK’nın kurucularından Cemil Bayık, Washington Post’taki yazısında: “1999 yılında, Türk yetkilileri PKK lideri Abdullah Öcalan’ı Kenya’da ele geçirdi, bu ABD tarafından desteklenen bir operasyondu. İmralı adasında müebbet hapis cezasına çarptırıldı, yaklaşık 20 yıldır burada tek başına mahpus” yazıyordu.13 Now is the moment for peace between Kurds and the Turkish state. Let’s not waste it, Washington Post, 2019, yazıya ulaşmak için tıklayınız

 

“2011 yılında gösteriler sırasında bir gün, bunlardan bir fayda elde edilemeyeceğini gördük. Neden? Sunniler ve Şiiler arasında ne olacağını biliyorduk”. Ekim ayında, Resulayn’daki bir PYD temsilcisi yazar ile Esed karşıtı gösteriler hakkındaki görüşlerini paylaştı: “2011 öncesine bir bakalım. PYD, Suriye ve Türkiye’de yasaklıydı. KNC ve diğer partiler de onlarla birlikteydi. Cuma günü insanlar camiden çıktı ve bir saat boyunca “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diye bağırdılar. Sonra bitirdiler, bu onlar için yeterliydi. Oradan ayrıldılar ve bir yerlerde yemek yediler. Bir sonraki hafta yine aynı şeyi yaptılar. Bu şüphesiz devrim değildir. Üstelik Devrim’in doğduğu yer camilerdi, ancak dindar olmak devrimin kendisi değildir. Bir fikir olmalı. PYD bir fikirdir ve sahadadır. Bizim bütünlüklü bir vizyonumuz var ve YPG koruma gücüdür, savunma gücüdür. Topluma baktığımızda Araplar, Süryaniler, Kürtler var; bunların bir arada toplanması. Bunun PYD ile bir bağı yok”.

PYD Nasıl Bu Kadar Güçlü Hale Geldi?

Suriyeli bir gazeteci yazara yaptığı açıklama gelişmeleri şöyle aktardı: “2011’de PYD, Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırına yakın Kürtlerin çoğunlukta olduğu 3 bölgeyi kontrol etmeye başladı. Bunu birçok nedenden ötürü yaptı. İlk olarak, Abdullah Öcalan’ın halkların kardeşliği hakkındaki öğretisine ve felsefesine dayanıyorlardı. Kandil’de farklı ülkelerden gelmiş ve Kuzey Irak’taki dağlarda 10-20 yıldır Türkiye’ye karşı savaşan savaşçıların kulaklarında bu öğreti yankılanıyordu. Bölgedeki bazı ülkeler de buna destek verdiler. Irak Kürdistan Bölgesi, İran ve Türkiye’deki hükümetler 30’dan fazla belki de 40 yıldır dağlarda olan bu savaşçılardan kurtulmanın iyi olacağını düşündüler”.

Suriyeli gazeteci sözlerine şöyle devam etti: “Irak Kürdistan Bölgesi onları kontrol etmiyor. Savaşçılar Suriye ve Türkiye’den Kandil’e gidiyordu, fakat şimdilerde Türkiye ve Kandil’den Suriye’ye gidiyorlar. Bu ülkeler onları sorun olarak görüyor. Bu hükümetler tüm bu savaşçıların Suriye’ye gitmesi durumunda sorunlarının biraz olsun azalacağını gördüler. Onlarca yıl zorlu dağlık arazi şartlarında savaş eğitimi almış bu savaşçıların, yapının kontrolü ele almasında büyük bir etkisi vardı. KNC, örgütsel ve askerî açıdan zayıf. Bölgedeki halk, Kürt yönetimi, Kürt federalizmi rüyasıyla yaşıyor. Bölgede Kürt bayrağının yükselmesi partinin onu kontrol etmesine imkân tanıdı. Bu halkın IŞİD’e karşı mücadelede yaptığı fedakarlığı göz ardı edemeyiz. Ancak IŞİD’e karşı verilen bu mücadele de uluslararası koalisyonun desteği olmadan asla mümkün olmazdı”.

 

Aynı gazeteci PYD’nin gelişimi hakkında şunları aktardı: “PKK’nın Hafız Esad’ın ve İran’ın sıcak kolları arasında kurulduğunu biliyoruz. Eğitim kampları, Hizbullah ve İran’ın himayesi altındaki Lübnan’ın Şii bölgelerindeydi. Orada Hizbullah ve Emel’in kampları on yıllardır aktifti. Hafız Esad ve İran ile bağlantıları, 1980’lerdeki aynı döneme denk geliyordu. Yine de PYD olduklarında ısrar ediyorlar ama ideolojileri Öcalan’dan. Her şey İran’la, Hafız Esad ve müttefikleriyle iyi ilişkiler içinde olduklarını gösteriyor. Bu önemli bir nokta… IŞİD Kobani’ye girdiğinde PYD’nin Kürt sokaklarındaki karşılığı çok zayıftı, bunun da birçok sebebi vardı. Başlıca sebebi, PYD 27 Haziran 2013’te Amude’de düzenlenen rejim karşıtı gösterilerde 7 kişiyi öldürmüştü. Kürtleri katlettiler ve devrimi destekleyen Kürt gençler üzerinde baskı oluştular ve Kürt bölgelerinde devrim bayrağının asılmasını yasakladılar. PYD’nin devrim yanlısı olmadığı açıktı. PYD, Suriye devrimini destekleyen Kürt gençlerine baskı uyguladı, onları sindirdi; ya göz altına aldı ya da onları Suriye’den gitmeye zorladı”

 

Harriet Allsopp, Suriye Kürtleri isimli kitabında “Bağımsız haber kaynakları ve Türk istihbaratı Esed’in yeniden Türkiye içindeki PKK faaliyetlerini desteklediğini ve PYD’nin Suriye içinde rahatça hareket etmesine izin verdiğini iddia etti. Bu iddialar Arap muhalefetinin yanında Türkiye’deki Kürt toplulukları tarafından da dile getiriliyordu” yazıyor.14 Harriet Allsopp, The Kurds of Syria, s.208.

 

“Bu iddiaları destekleyen delillerde şu beş nokta öne çıkıyor: İlk olarak, PYD lideri Salih Müslim 2010 yılında Suriye’den sürüldü. Ardından Irak Kürdistan Bölgesi’nde PKK kamplarında kaldı ve 2011 yılında Suriye’ye döndü. Aktarılan bilgilere göre yanında yaklaşık 2.000 PKK gerilla savaşçısı vardı ve rejim buna müdahale etmedi. İkincisi, PYD başından beri açıkça rejimin düşmesini talep etmedi ve onunla diyaloga açık kaldı. Üçüncüsü, Suriye yetkililerinin hiçbir müdahalesi olmadan Kürtçe dil okulları açtı. Dördüncüsü, Afrin’de düzenlenen rejim karşıtı gösterilere engel olmak ve gösterileri sekteye uğratmakla suçlandı. Son olarak, kontrol noktaları inşa etti ve rejim güvenlik güçlerinin bulunduğu Kürt bölgelerinde güvenliği sağlamaya başladı. Kürt kasaba ve bölgelerinin kontrolünü ele geçirmesi hızlı ve barışçıl olmuştu. Burada şüphe uyandıran nokta, ÖSO’dan alınan bölgelerin güvenliğinin sağlanması ve Suriye’de mezhepsel çatışmanın körüklenmesi için Suriyeli yetkililerle anlaşma yapmalarıydı. Tüm bu noktalar PYD tarafından yalanlandı. Parti kategorik olarak Esed rejimi ya da PKK ile olan bağlantıları reddetti ancak Öcalan’ın demokratik konfederalizm teorisine yakınlıklarını reddetmediler” diyor Allsopp kitabının aynı bölümünde.15 Allsopp, s 208-209

 

Clingendael’in PYD ile ilgili gelecek raporunda yazar ve Erwin van Veen bu konuyu daha derinlemesine ele alacak.

 

Bu bağlamda, Abdulhakim Beşar’ın KDP-S ile yapılan ilk görüşmeye dair şahitliğine bir bakalım16 KDP-S, KNC içindeki en büyük partidir : “İşin aslı PYD ile devrimin başlamasından sonraki ilk görüşme Nisan 2011’de gerçekleşti. Ben o zamanlar hâlâ Suriye’de yaşıyordum ve bir muayenehanem vardı. Kamışlı’da bir doktorum. Salih Müslim, o zamanlar PYD genel sekreteriydi ve beni ziyaret etti. Bana iki parti arasında iş birliğini sağlayıp sağlayamayacağımızı sordu. Ben de o dönemde KDP-S başkanıydım. Stratejik bir biçimde iş birliği yapıp yapamayacağımızı sordu. Ona tek bir soru sordum: Şam rejimi tarafından hakkınızda siyasi ve adlî iki dosya var ve aranıyorsunuz, bunu bana nasıl sorabiliyorsunuz? Beni ziyaret etmek için Suriye’ye geldi. Yurt dışındaydı ve Suriye dışında da muhaberat tarafından takip ediliyordu. Kandil dağlarında kaldı. Beni ziyaret ettiğinde devrimin başlarındaydık, sadece birkaç hafta geçmişti. ‘Rejim tarafından aranıyorsunuz ve Suriye’ye tekrar nasıl girdiniz?’ Bana ‘Saklanıyorum’ dedi. O anda pencereyi açtım ve dışarıda güvenlik subayı olduğunu söyledim. ‘Bir tanesi 24 saat orada duruyor. Buna rağmen nasıl girdin?’ O dönemde, Nisan 2011’de, her yer Suriye rejiminin tam kontrolü altındaydı. Salih Müslim’in ziyaretinin ardından, hâlâ Nisan ayındaydık, başka biri beni ziyarete geldi. Bana Aldar Xalil olduğunu söyledi; PKK merkez komitesi üyesi yani liderlerden biri. Salih Müslim ile stratejik biçimde birlikte çalışmamı teklif etti. Bana ‘Bir televizyon kanalı açalım. Taraflar olarak ikimizin de işine yarar’ dedi. Ona da aynı soruyu sordum: ‘Rejim tarafından iki dosyadan dolayı aranıyorsun. Buraya nasıl girdin? Her sokakta güvenlik birimleri varken’. Cevabı tatmin edici değildi ve muayenehaneden ayrıldı. Onunla çalışmayı reddettim”. Abdulhekim Beşar gibi başka KNC’li siyasetçiler de yazara rejimin görüşmek üzere onlara nasıl yaklaştığını anlattı. Bir KNC’li yetkili ‘Rejimin bize haklarımızı vermeyeceğini bilecek kadar rejim hakkında tecrübemiz vardı” açıklamasında bulundu.

 

Bir Süryani politikacı yazara yaptığı açıklamada: “Suriye’deki Kürtlerin sorununa bir gün çözüm bulabileceğinizi düşünüyorsunuz. Bu sorunu, Türkiye ve PKK arasındaki problemi çözmeden bir çözüme kavuşturmanız mümkün değil; Suriye, Irak ya da Türkiye gibi değil.
Irak’ta Barzani ve Talabani’nin partileri var. Diğer yanda ise PKK ve Apo. Suriye’deki Kürtlerin asıl problemi Apo ve Barzani arasındaki rekabettir. Suriye Kürtlerini kim kontrol edecek? Kandil akımı çekişmeyi kazanıyor. Aslında Suriye topraklarında üç Kürt gücü var: PYD (ve ona yakın tüm yapılanmalar), KNC ve yeni Kürt ittifakı yani Hamid Derviş.17 Hamid Derviş 24 Ekim 2019’da vefat etti Dolayısıyla, Suriye’deki Kürt sorununa getirilecek gerçek çözüm, bana göre her şeyden önce AKP ile Abdullah Öcalan ile barış görüşmelerinin yeniden başlatılmasıdır. Bu doğrultuda adımlar atılmazsa, bence asla bir çözüme ulaşılmayacak”.

 

Aynı Süryani politikacı PYD ve KNC arasındaki görüşmeleri şöyle anlattı: “PYD ve KNC arasında üç anlaşma yapıldı (Erbil ve Duhok anlaşmaları). Elbette bunlar Mesud Barzani’nin himayesi altında yapıldı, fakat başarısız oldu. Üç noktada başarısız olundu; biri askerî ve biri ekonomikti… ve PYD/YPG şunu kabul etmedi: başlangıçta pay 50/50 idi sonra 70/30 oldu. Mutabık oldukları tek şey girişimin kendisiydi… yani işleyişin yönetim veçhesi. Ancak en önemli bahisler ilk ikisiydi yani askerî ve ekonomik bahisler. Ve o dönemde, PYD’nin kontrolünde Simelka ve Yarubiye’de iki kontrol noktası vardı”.

 

20 Haziran’da Syria TV’de yayınlanan “Siyaset Salonu” adlı programda bir Arap temsilci bazı önemli noktaları ve soruları dile getirdi: “Fransa ve ABD, bölgede PYD’yi desteklemek için Araplar, KNC ve diğerleri üzerinde baskı kuruyor. Bu zamana kadar petrol gelirlerine ne olduğuna dair bir fikrimiz yoktu (Rumeylan ve Deyrezzor). PYD’nin Devrimle nasıl ilgilendiğini biliyoruz. Tamamen Arap olan Deyrezzor ve neredeyse tamamına yakını Arap olan Rakka’nın yönetimi için neden Kürtler arasında görüşmeler yürütülüyor? Eğer 2014 yılındaki Duhok anlaşması gelecek görüşmeler için rehber olacaksa neden Duhok şimdiye kadar doğrudan uygulanmadı?”

 

Kobani’de yaşayan bir Kürt avukat yaptığı açıklamada: “Hâlâ bir şey değişmiş değil. Eğer değişseydi, onlar hakkında sızıntılar olmazdı. İlk aşama, ortak siyasi bağlayıcılığı olan bir deklarasyon ile nihayete erdi. İkinci aşama yönetimle ve savunma meselesi ilgili. Bu durum Suriye halkının diğer bileşenlerinde endişe uyandırıyor: PKK ne olacak? Şu ana kadar PYD/SDG, ne PKK ile bağlantısını netleştirmeye ne de kadrolarının Suriye’den ayrılışına dair bir açıklama yayınladı. Rakka ve Deyrezzor’un kaderi net değil: Anlaşma sadece Kürt bölgeleri hakkında mı yoksa PYD ve SDG’nin kontrolü altındaki bölgeler hakkında mı olacak? Deyrezzor ve Kürtler arasındaki ilişki ne? Bu konu birçok endişeyi beraberinde getiriyor. Nihaî anlaşma yok, bunlar daha taslak diyorlar. Amerikalılar, PYD ve KNC arasındaki bu taslaklar gizliyse o zaman anlaşmaları da gizli olacak. Ancak bana göre bu mesele tüm halkla, Cezire’deki tüm bileşenlerle ve doğrudan tüm Suriye halkıyla bağlantılı; Kuzeydoğu Suriye’nin petrol zenginliği. Dolayısıyla bu anlaşmalar hakkında ve tüm olan bitenle ilgili çok daha fazla bilgi olması gerekli. Ancak bu zamana kadar, bu gerçekleşmedi. Her şey gizli saklı oluyor. Etilaf KNC’yi doğrudan destekledi ancak bu zamana kadar KNC hiçbir soruyu kamuoyu önünde cevaplamadı” dedi.

 

KNC’den İbrahim Biro bir açıklamasında18 Arapça bilen okuyucularımız bu hikâyenin tamamını içeren televizyon programı izleyebilmek için buraya tıklayabilir “Barzani üç kere denedi ancak başarısız oldu. Maalesef PYD, ittifak için gerekli olan en temel noktalara bağlı kalmadı. Görüşmelerin başarıya ulaşması için PYD’nin gerçekten bir şeyler önermesi gerekiyor” dedi.

 

Kürt Demokratik Eşitlik Partisi’nden Kamışlı’da yaşayan kıdemli KNC’li siyasetçi Nemut Davud’a ikinci tur görüşmelerin ne zaman başlayacağını sordum. Davud’un 9 Temmuz’da verdiği cevap şöyle:


“16 Haziran’dan sonra KNC ve PYD’nin öncülüğündeki yirmi Kürt partisinden oluşanUlusal Birlik Partileri arasındaki uzlaşılara dair açıklama yayınlandı. İkinci tur henüz başlamadı. KNC ile nezaret eden taraf arasında (ya Amerikalılar ya da SDG liderliğinden Mazlum Abdi) bir iletişim var, aramızda da bir iletişim var. İkinci tur için hazırlıklar var”.

 

KNC heyetinden bir yetkili 23 Temmuz Çarşamba günü yazara yaptığı açıklamada “PYD ve KNC arasındaki (gizli) diyalog ya da müzakerelerin ikinci turu geçtiğimiz hafta yeniden başladı” dedi ve ekledi “Bu görüşmeler Dohuk Anlaşmasına göre üç konu etrafında sürdürülecek. İlk konu yetki, ikincisi yönetim ve üçüncüsü de askerî meseleler olacak. İlk konu ile başladık. Şu ana kadar doğrudan görüşmeler olmadı. Heyetler arasında doğrudan (yüz yüze) bir toplantı gerçekleştirilmedi. Amerika’nın arabuluculuğunda evrak ve fikir alışverişinde bulunuldu. İlk taslak metin üzerinde çalışmak üzere doğrudan bir toplantı gerçekleştirmeye çok yakınız. Çok fazla beklememiz gerekeceğini düşünmüyorum; belki birkaç gün içinde gerçekleşebilir”.

 

9 Ağustos 2020 0 Yorum
1 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

WHY IS IT SO DIFFICULT FOR THE SYRIAN KURDISH PARTIES TO UNITE?

by Rena Netjes 28 Temmuz 2020
written by Rena Netjes
Why is it so difficult for Syrian Kurdish parties to unite?
Rena Netjes

Rena Netjes, Arabist and currently researching Northeast Syria for The Clingendael Institute

“The second phase of the (secret) dialogue, or negotiations between the PYD and KNC resumed about a week ago” a member of the KNC delegation told the author on Wednesday 23 July. “These negotiations will go according the Dohuk Agreement1 Divided Syrian Kurds reach deal in face of ISIS threat, Rudaw, click for news along three subjects. The first subject will be authority, the second subject will be the administration and the third subject will be the military matters. We started with the first subject. Until now, there were no direct negotiations. A direct (face to face) meeting between the delegations hasn’t happened yet. There is an exchange of papers and ideas with the help of an American go-between. But we arrived at a closer point to be able to have a direct meeting to discuss a first draft paper. I don’t think it will take a long time to wait; maybe within only a few days it will happen,” he said.

 

For decades, the Syrian Kurds have been deprived of their rights, on top of the repression all Syrians suffered. But, moreover, after almost ten years into the Syrian Conflict, and after the ISIS threats and after the Turkish interventions in Afrin and Northeast Syria, the Syrian Kurdish parties are still not united. Why not? In this article, I will attempt to answer that question. And I will also show that, because of the aims both parties stand for, it is in a way impossible to unite. Realism tells us only some superficial deal is the only thing achievable.

 

The Americans started to support YPG (Peoples’ Protection Units) militarily by weapon droppings to fight ISIS in Kobani. Others, too, like the Peshmergas were sent in from Iraq via Turkey and a Free Syrian Army (FSA) brigade from Aleppo helped. “YPG has one line of control,” a US diplomat told the author, “that’s why it’s so easy to work with them.” All developed in the current SDF (Syrian Democratic Forces) led by the YPG control covering about one third of Syria, and most of the population in SDF area are Arabs. The Arabs, mainly living in Raqqa and Deir al-Zour areas, are not involved in this secretly held talks, they seem to be just guessing what will be decided for them; the same goes for other smaller components in the area, like Assyrians (Christians).

 

“We are proud of the joint work of the Kurdish National Council (KNC) and the Kurdish National Unity parties, as their work to reach an initial agreement is a source of joy,” SDF commander Mazloum Abdi tweeted on 16 June.2 This translation was provided by ANHA, a PYD outlet.

 

But the day after, the main KNC negotiator in the intra-Syrian-Kurdish talks denies in a WhatsApp voice message there was an agreement: “These are understandings, but there’s not an agreement. One understanding is that we accomplished a political vision in a joint binding way and we got to an understanding together that the Duhok Agreement is the base from where we built upon for a dialogue in the future and the details of the dialogue to get good results from.”3 This joint declaration can be found here

 

Why can’t the two rival blocs just unite?

From interviews with KNC leaders when asking them what the differences are between them and the Democratic Union party (PYD), the following eight arguments they share:

 

Firstly, we are political parties, whose struggle to defend the Kurdish people’s existence and rights in Syria began in 1957 and continues to this day. Our struggle focuses here. Secondly, we are against the blood shedding dictatorial regime in Syria. We stand by the Syrian National Opposition and we seek a political solution. Thirdly, we adopt the political and democratic method in dealing with the Syrian society, so we stay far away from weapons and repression. Our vision is clear and overt to everyone. Fourthly, the Kurdish movement and the Kurdish National Council have a clear position regarding the national opposition and their political struggle is clear within the cadres of the Kurdish community. Fifthly, the PYD is an emergency party which represents the PKK and has no agenda related to the rights of the Kurdish people. It was only established to provide logistical support to the PKK and to fulfill the Kurdish Workers Party’s agenda. Moreover, the PYD doesn’t abstain from any means to achieve this goal. Sixthly, together with the regime, the PYD arranged the oppression of the Kurdish movement and the claims of the Kurdish and Syrian people, and it supports the regime by protecting it and its economic foundations. Seventhly, the only means of the PYD are arms and repression. It neutralizes the other options and refuses to cooperate with anyone. The PYD hides its agenda from everyone, even from its comrades and executives. Lastly, they made use of murdering, kidnapping and threats to prevent the spread of the Kurdish movement. They were the regime accomplices and they all are the enemies of the Syrian people.

 

There are more grievances and obstacles that raise from the interviews, such as the KNC military wing (there are no exact statistics, but Syrian Kurdish sources estimate 3,000-4,000 men), the Rosh Peshmerga (the Kurdish FSA as one of the KNC politicians described), stay outside Northeast Syria; PYD/YPG don’t allow them to enter the area, so they’re still in Iraqi Kurdistan. Many KNC leaders have been expelled from the area and can’t return. The same goes for KNC activists, and Assyrian (Christian) and Arab opponents.

 

Several KNC politicians have asked the PYD and YPG to denounce their ties with the PKK in public, but this has never happened. Mazloum Abdi, Aldar Xelil and Salih Muslim are known PKK militants who spent years of combat training in Qandil. The PKK is labeled as a terrorist organization4 US Department of State, Foreign Terrorist Organizations, Bureau Of Counterterrorısm, click for page in the US, EU and Turkey.

 

In interviews with PYD politicians, they say they follow the same ideology without being connected. They also have grievances: “The KNC and the other parties that are with them went out at Friday, the people went out at Friday from the mosque, and they say ‘Allah akbar, Allah akbar’. They finish. Until that time becomes one hour. And until the next week. The Revolution is not this, of course. Beyond this, the Revolution from the mosques and the use of religion, that is not a revolution. There should be an idea. PYD is an idea, we’re present on the ground, with a complete vision, and YPG is our protection force, our defense. And from the society itself, we have Arabs, Assyrians/Syriacs, Kurds; a gathering from this society. It does not have a relation with PYD. And, we know that this will end in a fight between Shia and Sunni.”

 

“We’re on the ground, they’re outside Syria,” PYD/Tevdem’s Aldar Xelil said on Syria TV.  KNC leader Ibrahim Biro, when answering the question why he is outside (Erbil): “They arrested and expelled me from Northeast Syria and threatened to kill me, in case I would return to Northeast Syria.”5 For those among you who understand Arabic, here’s the full TV broadcast covering this story: الجزيرة السورية والمصير المنتظر | الصالون السياسي, https://www.youtube.com/watch?v=dqtRuUF-Ovs&feature=youtu.be

 

The SDF military leader Mazloum Abdi came with an initiative to unite the Syrian Kurdish ranks after the Turkish intervention in October 2019 in (YPG controlled, Arabic) Tel Abyad and Ra’s al-Ayn in Northeast Syria (YPG controlled mixed Arabic Kurdish and some Circassians, Syriacs and others). From the many previous attempts to unite the two rival blocs, insiders who helped facilitating previous talks told the author that YPG/PYD are not really willing to make concessions towards the KNC. A year ago, the French Ministry of Foreign Affairs organized a fruitless conference with both parties. Other talks took place in other places, according to participants also in The Netherlands.

 

“There is pressure on them (SDF), Turkish pressure from the moment Turkey entered Ra’s al-Ayn and Tel Abyad. And international agreements, a Turkish-Russian agreement, and a Turkish-American agreement. Mazloum Kobani went thirty-two kilometers further, still near the border. And the Americans returned from Iraq to Qamishli, and a bit west from Qamishli via Pesh Khabour. In Amouda are the Russians. When Mazloum saw the situation was bad, he asked for a unification of the Kurdish position. The Americans pressurized us (KNC) even more. From a long time already until now. I told the Americans, we need to build trust, to open up the offices and allow political activities, and to discover where the missing persons are. They try to cover up; that is not building trust, if they were trustworthy, they’d say: ‘We killed them,’” A KNC politician told the author.

 

“They killed them, the eight that are missing?” “Yes, this is what we believe.” The Americans said that they know the file of the missing and some mistakes the PYD made, but “we need to find a way. We want a next step. Are you willing to start a dialogue or not?” And to be honest, America is an important country, we are not able to say: No. But we want to know to what extent the SDF are serious. To what extent can SDF pressure PYD and let the PYD accept the agreement? And in principal, maybe from next week, we can start a meeting. ”This was in February. “Where will you meet? In the area, or outside Northeast Syria”? “In the area, at the location where the American delegation stays and near the Hasaka dam, just outside, between Hasaka and the M4 road, there is junction Derbasiye – Hasaka, a location where we meet,” according to a KNC politician familiar with the matter.

 

But the differences between the PYD and the KNC have always been huge and –  in essence – unreconcilable, with perhaps the biggest problem that the KNC is anti-Assad and the PYD isn’t. In Qamishli and Hasaka, the regime has significant military footholds, and according to activists and politicians from all ethnic groups of the Hasaka province, the regime intelligence has never left the area: “They don’t operate from their headquarters, but from their homes,” as an Assyrian politician pointed out. A female Kurdish activist in Qamishli told the author she gets visits from the PYD and from the regime about her posts on Facebook. The PYD has suppressed anti-Assad demonstrations such as in Amouda. According to Syrian Kurdish journalists, seven protestors were killed here in June, 2013. “Among them were KDP-S and Yekitee members and supporters, says KNC politician Abdel Hakim al-Bashar from Amouda. Recently, the PYD apologized for this – well, at least they acknowledged – but no one was arrested or put on trial. They also handed over some KNC politicians and activists to the regime, according to KNC sources.

 

The differences between PYD and KNC haven’t diminished over the years; several KNC politicians and activists, like Mashaal Tammo, and Nasreddine Burheik have been killed or have gone missing by PYD or PKK. Nasreddine Burheik, a colleague and close friend of the current main negotiator of the KNC, Mohamed Ismail, was shot, and he told Ismail in the Qamishli hospital the perpetrators were PKK. Burheik did not survive the assassination attempt. Many KNC politicians have been jailed or expelled from the area. Ismail himself was jailed for six months in 2016 and 2017. And now he has to make a deal with his jailers. The KNC offices have been closed, some have been ransacked and put on fire. This is a reason why the KNC is afraid to re-open them, even if they were allowed to do so. Office owners are hesitating to rent them out to KNC parties again, etc. Still a number of KNC politicians and activists are missing. The KNC wants to know what happened to them, but the PYD denies holding them. The SDC spokesperson in Qamishli said that on that list was a regime officer. A KNC leader told the author: They are dead for sure.

 

In short, the KNC (and also Syrian Kurdish journalists and activists) believes the PYD is carrying out orders from Qandil, from non-Syrians, and that they have their own revolution.

 

The PYD advocates they have a third way, that they are neither with the regime, nor with the opposition, and they say they have a democratic project for the whole of Syria (Aldar Xelil on Syria TV). The KNC responds as follows: “The Syrian opposition has a democracy project for whole Syria already, we don’t need a new PYD plan. First of all, we are Syrians, being Kurds comes second.”6 Watch the news clip here: الجزيرة السورية والمصير المنتظر الصالون السياسي, https://www.youtube.com/watch?v=dqtRuUF-Ovs&feature=youtu.be

 

The Syrian Kurds are the second biggest minority in Syria, after the Alawites, although hard statistics are impossible to obtain because the Syrian regime does not give them.  According to the CIA Factbook 7 https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/sy.html , the Kurds are about ten percent of the population.

 

“In contrast to Iraq, Iran or Turkey, the Syrian Kurds don’t have one single geographically connected area that is mainly populated by Kurds. Various Syrian border areas in the north, formerly inhabited to a great extent by Kurds, have since the 1960s become more heavily populated by Arabs who have settled there as part of the Ba’thist policy to Arabize the northern Syrian border areas, the so-called ‘Arab belt’. During the Syrian War, the PYD has been active in ‘ethnic cleansing’ of the Arab population in the north.”8 Nikolaos van Dam, Destroying a Nation, (2017), p. 62 and Nikolaos van Dam, Destroying a Nation (2017), p.116/7

 

Syrian Kurds live mainly in three areas: Afrin, Kobani and in the Jezira near the Turkish and Iraqi border, and in quarters in Aleppo and Damascus. In the Jezira there are also Arabs, Assyrians, Syriacs Circassians, Turkmens, Yazidis, some Armenians and some from others. Over the years, the regime made most Syrians flee by far, but it did not really attack the Kurdish areas. ISIS did attack Kobani and other towns in the North. More recently, the Turks took over Kurdish (Afrin, Ra’s al-Ayn), causing many Kurds to flee from those areas. Where forced conscription of YPG occurred, young Kurds fled the area as well. Currently, about 70% of the population under YPG led SDF control are Arabs: Deir al-Zour, Raqqa, Tabqa, Manbij and other areas. The latter raises another question:  Why aren’t the Arabs involved in the talks? Mazloum Abdi is touring these Arab areas, but representatives from the biggest Arab tribe the Oqeidat, as well as from other tribes, told the author they would never accept to be ruled by YPG led SDF. Some tribes are divided on the issue, like the other big tribe, al-Baggara, or go with whom has the authority.

 

“At first, Turkey did not mind the PYD fighting against the regime or against IS, but when developments turned in favour of the PYD, once it succeeded in conquering bigger parts of Northern Syria, the PYD came to be seen in Ankara as an imminent security threat against Turkey”9 An interview with Mohamed İsmail

 

Let’s turn to Kurdish political activity and the KNC parties. The first Syrian Kurdish party, Partiya Demukrata Kurdistan – Suriya (PDK-S) was established in 1957. It’s still the biggest party10 The National Relations Office of the PDK-S issues an important circular on the situation of stranded people in Syrian Kurdistan, https://www.arknews.net/en/node/20392 within the Kurdish National Council, with the majority of offices.

 

The KNC was established on 27 October, 2011. The main negotiator in the intra-Syrian-Kurdish talks, Ismail, is this party’s political advisor. He is part of the KNC delegation that met Mazloum Abdi and the Americans just outside Hasaka. The first KNC chairman, Abdul Hakim al-Bashar, who, in 2011, was still in Qamishli, now lives in exile. Over time, other split-offs and parties appeared, quite often keeping the same name. Some more leaning to the regime, like Hazem Darwish, and others more radical like Yekitee, which means Union in Kurdish.11 This is the second biggest party in the KNC. Ibrahim Biro, one of its leaders, was arrested and dropped at the border by PYD. “Yekitee broke up into two fractions a long time ago: Yekitee Sheikh Ali and another Yekitee. Now this later Yekitee also split up recently, in Yekitee Fuad Aliko, Ibrahim Biro, Suleyman Oso and on the other side Hasan Saleh and his group,” according to a Syrian Kurdish lawyer.

 

In a recent episode on Syria TV, Fuad Aliko said: “All these leaks about us leaving the Etilaf cut with the Syrian opposition are not true.12 Etilaf is the main Syrian opposition group We cut relations with the Assad regime, with Iran. We’re part of the Syrian opposition, we’re part of the Syrian Revolution. And we want the Arabs, Turkmens, Syriacs and others to be part of the talks.”13 Rena Netjest’s tweet feed, click for tweet

 

Yekitee’s Ibrahim Biro explains here14 We talked with the US ambassador @fordrs58 and the French ambassador… https://twitter.com/RenaNetjes/status/1224311793268535297?s=09 how the American ambassador at the time, Robert Ford, and his French colleague asked him to invite the PYD to the Geneva talks in 2014, and how the PYD refused to be part of the opposition delegation.

PKK and PYD in Syria

Abdallah Öcalan, the leader of the Kurdistan Workers’ Party, entered Syria via Kobani in 1980. He had his office in Douma, near Damascus. After Turkey’s threats over the PKK leader in 1998, Syria expelled him. “In 1999, Turkish operatives captured PKK leader Abdullah Öcalan in Kenya, in an operation supported by the United States. He was sentenced to life in prison on the island of Imrali, where he has been the sole inmate for nearly 20 years.” Cemal Bayyik, one of the founders of the PKK wrote in the Washington Post.15 Now is the moment for peace between Kurds and the Turkish state. Let’s not waste it, Cemil Bayik, 2019, click for news

 

“One day during these demonstrations in 2011, we saw that there was no benefit from them. Why? We knew what would happen between Sunna and Shia.” In October, a local PYD representative shared their perspective on the anti-Assad demonstrations with the author: “Let us go back to before 2011. The PYD was forbidden in Syria and Turkey. They go out at Friday, the people leave the mosque then and shout “Allah akbar, Allah akbar” for an hour long. Then they finish, it’s been enough. They leave and have a meal somewhere.  Another week passes by and then they go again. This is, of course, not the Revolution. On top of this, the Revolution had its birthplace in the mosques, but being religious is not a revolution in itself. There should be an idea. PYD is an idea, present on the ground. We have a complete vision, and YPG is the protection force, the defense force. And from the society itself, we have Arabs, Syriacs, Kurds; a gathering from this society. It has no link to PYD.”

How did the PYD become so powerful?

“In 2011, the PYD started to control the Kurdish majority areas in north Syria, three enclaves close to the Turkish border. They did so for several reasons. Firstly, it leans on the preaching and philosophy of Abdallah Öcalan concerning the brotherhood of the peoples. In the ears of the fighters from different countries in Qandil, who had been fighting for ten, twenty years in the mountains of Northern Iraq against Turkey, this preaching sounded gentle. It was a dream to have a kind of self-administration in the Kurdish region. And some countries in the region encouraged this. The governments of Iraqi Kurdistan and Iran and Turkey thought it was good to get rid of those fighters who’d been in the mountains for over thirty, perhaps forty years,” A Syrian journalist from the area told the author.

 

“The Iraqi Kurdistan government doesn’t control them. Fighters were always seen going from Syria and Turkey towards Qandil, but now they went from Turkey and Qandil to Syria. These countries considered them a problem. And these governments saw that, if all these fighters were going to Syria, this reversed north-south fighters’ migration would ease their problem a bit. These fighters, with dozens of years’ experience in combat training in difficult mountains circumstances, had a big influence on the organization to get control. The KNC was organizationally and militarily weak. The people in the area took over this dream of Kurdish rule, of Kurdish federalism. Raising the Kurdish flag in the area enabled the party to control it. We can’t deny those people brought huge sacrifices in the fight against ISIS. But this fight against ISIS would never have been possible without the support of the international coalition,” according to the journalist.

 

“We know that the PKK is established in the bosom of Hafez al-Assad and Iran. Their trainings camps were in the Shi’ite areas of Lebanon under the auspices of Hezbollah and Iran. The Hezbollah and Amal camps have been there for decades. Their connections with Hafez al-Assad and Iran go back to their same cradle the 1980s. Still, they persist they are PYD, but their ideology is from Öcalan. Everything points at their good connections with Iran and with the Bashar al-Assad and regime allies. This is an important point… the moment ISIS entered Kobani, the popularity of the PYD on the Kurdish streets was at its lowest ever for a number of reasons. The main one is that the PYD killed seven people who had organized an anti-regime demonstration in Amouda on June 27, 2013. Because of their massacring of Kurds and their suppression of Kurdish youngsters who supported the revolution, they forbade to raise the revolution flag in the Kurdish areas. It was clear the PYD wasn’t pro-revolution. The PYD pushed all the Kurdish youths in favor of the Syrian revolution, squeezing them, whether in detention or by forcing them to leave Syria,” says the Syrian local journalist.

 

“Independent reports and Turkish intelligence suggested Assad was again supporting PKK activities in Turkey and allowing the PYD to act freely in Syria. These allegations came both from the Arab opposition as well as from the Kurdish communities in Turkey themselves,” writes Harriet Allsopp in her book. 16 Harriet Allsopp, The Kurds of Syria: Political Parties and Identity in the Middle East, p. 208.

 

“The evidence that supports these accusations includes the five following details: Firstly, the PYD party leader, Salih Muslim, exiled from Syria in 2010 and then encamped with the PKK in the Kurdistan region of Iraq before returning to Syria in 2011, reportedly with as many as 2,000 PKK guerilla fighters, without regime intervention. Secondly, the PYD initially didn’t explicitly call for the fall of the regime and remained open to dialogue with it. Thirdly, it openly established a number of Kurdish language schools without interference from Syrian authorities. Fourthly, it was accused of preventing and disrupting protests against the regime in Afrin. Lastly, it erected checkpoints and began policing Kurdish areas in the presence of regime security services as its takeover of Kurdish towns and regions was peaceful and swift, raising suspicious that they had an agreement with the Syrian authorities to secure the areas from the FSA and to incite sectarian divisions within Syria.

 

Each point was refuted by the PYD. The party categorically denied any connections to the Assad regime or to the PKK, aside from an ideological affinity with Öcalan’s theory of democratic confederalism,”17 Allsopp, pp. 208/9.

 

In the upcoming Clingendael report on the PYD by Erwin van Veen and the author you will find a closer look into this matter.

 

In this regard, this is the eyewitness account by Abdul Hakim al-Bashar of the first meeting between the PDK-S (now in the KNC).18 The PDK-S  is the biggest party in the KNC that was to be established half a year later. “Really the first meeting with the PYD from the start of the revolution, was in April 2011. I was at the time still living in Syria, and I had a clinic. I am a doctor, in Qamishli. Salih Muslim was the Secretary of the PYD, visited me. He asked me if we could cooperate as two parties. I was the chairman of the party (PDK-S) at the time. And he asked if we could coordinate in a strategic way. I asked him one question: You are wanted by the Syrian regime in Damascus, how can you ask me this? He came to visit me in Syria. He had been abroad and was being followed by the security apparatus outside Syria. He stayed in the Qandil mountains. In the beginning, only a few weeks into the revolution, he visited me. ‘You are wanted by the regime and how did you enter Syria again?’ He told me: ‘I’m hiding.’ Then I opened the window and told him that there is a security officer. ‘And that one is standing there 24 hours per day. How did you even enter?’ At that time, April 2011, the Syrian regime was in totally full control of the whole area. A week after Salih Muslim’s visit, it was still in April, another person came to visit me. He told me he was Aldar Khalil, member of the PKK central committee, so one of the leaders. He also suggested to work with Salih Muslim in a strategic way. He said ‘Let’s open a TV channel. It can be a good idea we could both benefit from.’ I put him the same question: ‘You are wanted by the regime for two cases. How did you enter here? While the security apparatus is present in every street.’ His answer was weak and he left the clinic. I refused to work with him.”

 

KNC politicians, like Abdul Hakim al-Bashar also told the author how the regime approached them to meet. “We’ve had enough experience with the regime to know it won’t give us our rights at all,” a KNC politician told us.

 

“And if you think one day you can find a solution for the Kurdish Syrian problem in Syria. Well, you can’t possibly solve this issue before the problem between Turkey and PKK has been dealt with; Syria is not like Iraq or Turkey” an Assyrian politician told the author.

 

“In Iraq, you know you have the Barzani and the Talebani party. On the other side, you have PKK and APO, Apoci, Abdallah Öcalan. The real problem for the Kurds in Syria is the competition between Apo and Barzani. Who will control the Syrian Kurds? The Qandil trend wins this competition. So, in fact, there are three Kurdish forces in these Syrian regions, namely PYD (and all the institutions next to PYD, the Kurdish National Council (KNC)), and the new Kurdish alliance, just now like let’s say, Hamid Darweesh.”19 Hamid Darweesh passed away in the Autumn of 2019 (Oct. 24).

 

 “So, for a real solution for the Kurdish issue in Syria, first of all, I think we have to start to re-open the peace dialogues between AKP and Abdallah Öcalan. If there are no moves forward into this direction, I don’t think there will never be some solution,” according to the Assyrian politician.

 

 “There were three agreements between PYD and the KNC (Erbil and Duhok agreements). Of course, under the patronage of Mas’oud Barzani, but they failed. They failed with three axes, one of them military, one was financial… And PYD/YPG didn’t accept that: first of all, it was 50/50 and then 70/30 between them. The only thing they accepted between them was the initiative… let’s say the governance aspects of the treatment. But the most important were the two first ones, the military and the financially. And in that time, there was a checkpoint in Samalka and even one more in al-Yaroubiye which was also in PYD hands,’’ according to an Assyrian politician.

 

In the political programme, ‘The Political Salon’ on Syria TV, on 20 June, some other important points and questions were being raised here by an Arab representative: “France and the US are pressuring Arabs, Kurdish KNC, and the others in the area to support PYD.  Until now, we have no idea what happens with the oil revenues (Rumeilan and Deir al-Zour). And we know how PYD dealt with the Revolution. And why there are Kurdish – Kurdish talks about how Deir al-Zour (which is completely Arabic) should be run, and Raqqa (which is almost completely Arabic)? If they agree that Duhok20 Report about the intra Syrian Kurdish talks in Northeast Syria, https://twitter.com/RenaNetjes/status/1274289271223058432?s=09   (2014) will be the starting point for further talks, why Duhok isn’t being implemented now immediately?”

 

 “There is still nothing new. Or if there is, there are no leaks about them. The agreement about the first phase ended, given the joint politically binding declaration.  The second phase is about administrative things, and the matter of defense, the matter creates worries among other components of the Syrian people: what about the PKK, as until now the PYD/SDF hasn’t published any statement that clarifies their connection with the PKK, nor their departure of its cadres from Syrian soil, still the faith of Raqqa and Deir al-Zour is not clear, will the agreement be only about the Kurdish areas or about all the areas under SDF and PYD control? What is the connection between the Kurds and Deir al-Zour? This matter causes a lot of worry. They say there is no final agreement, only drafts. And even these drafts remain secret because together with the Americans, the PYD and the KNC, they agree it will remain secret. But, according to my opinion, this is linked to all the people, to all Jezira, to all components, directly linked to the Syrian people; Northeast Syria has the wealth of oil. So there should be enough information about these agreements and about all that’s going on. But until now, this hasn’t happened, as everything is still happening secretly. The Etilaf facilitated the KNC in a direct way, but until now the KNC is not answering any questions in public” according to an exiled Kurdish lawyer from Kobani.

 

Ibrahim Biro (KNC): Barzani tried three times but failed. Unfortunately, the PYD did not stick to the most essential common points to become partners. They (PYD) really have to offer something for talks to succeed. 21 Watch the news clip here: الجزيرة السورية والمصير المنتظر الصالون السياسي, https://www.youtube.com/watch?v=dqtRuUF-Ovs&feature=youtu.be

 

When will the next round of talks begin? I asked KNC veteran Ne’mut Daoud, chairman of the Kurdish Democratic Equality party, in Qamishli. He answered on 9 July:

 

“After 16 June, after they issued the statement22 This is a statement of the Partys of the Kurdish National Unity. In the name of…https://twitter.com/starrcongress/status/1262993140249747456?s=09 about the understandings which happened between the KNC and the National Unity Parties. Twenty Kurdish parties – next to the PYD – the second phase of the negotiations did not yet start, there is contact between the KNC and the supervising side of the of the negotiations whether it is the American side or the leadership of SDF, general Mazloum, there is contact  between us, there are preparations for the second phase.”

 

“The second phase of the (secret) dialogue, or negotiations between the PYD and KNC resumed about a week ago” a member of the KNC delegation told the author on Wednesday 23 July.

 

“These negotiations will go according the Dohuk Agreement23 Divided Syrian Kurds reach deal in face of ISIS threat, https://www.rudaw.net/english/kurdistan/221020141-amp?__twitter_impression=true   along three subjects. The first subject will be authority, the second subject will be the administration and the third subject will be the military matters. We started with the first subject. Until now, there were no direct negotiations. A direct (face to face) meeting between the delegations hasn’t happened yet. There is an exchange of papers and ideas with the help of an American go-between. But we arrived to a closer point to be able to have a direct meeting to discuss a first draft paper. I don’t think it will take a long time to wait; maybe within only a few days it will happen,” he said.

*For safety reasons, names of many sources had to be omitted.

“The editing of this article was done by Limwierde Taaldiensten. http://limwierde.nl“

PDF Download
28 Temmuz 2020 0 Yorum
1 FacebookTwitterWhatsappEmail
Yeni Gönderiler
Eski Gönderiler

Son Yazılar

  • İngiltere İşçi Partisi eski İsrail istihbarat yetkilisini işe almış
  • Trump yönetimi: Çin Uygurlara soykırım uyguladı
  • ABD askerleri Somali’den çekildi
  • Joe Biden CIA Başkan Yardımcısını açıkladı
  • ABD Afganistan’daki asker sayısını 2 bin 500’e düşürdü

Son Gönderiler

  • İngiltere İşçi Partisi eski İsrail istihbarat yetkilisini işe almış

    20 Ocak 2021
  • Trump yönetimi: Çin Uygurlara soykırım uyguladı

    19 Ocak 2021
  • ABD askerleri Somali’den çekildi

    18 Ocak 2021

Kategoriler

  • Genel (35)
  • Haber (155)
  • Twitter
Footer Logo

@2020 - All Right Reserved. actafabula.net