ActaFabula
  • Anasayfa
  • Bülten
  • Haber
  • İletişim
ActaFabula
  • Anasayfa
  • Bülten
  • Haber
  • İletişim
Kategori:

Genel

Genel

Lübnan’da 13 Ay Sonra Hükümet Kuruldu

by Çağatay Cebe 10 Eylül 2021
written by Çağatay Cebe
Lübnan’da 13 Ay Sonra Hükümet Kuruldu
Çağatay Cebe

4 Ağustos 2020 tarihinde gerçekleşen Beyrut Liman patlaması sebebiyle Başbakan Hasan Diab ve kabinesi istifa etmişti. Lakin yeni hükümet kurulana kadar vekaleten görevlerinde kalacaklarını açıklamışlardı. Bu kararından ardından geçen on üç aylık sürenin sonunda Lübnan hükümet, Necib Mikati’nin başbakanlığında kuruldu. Bu kabinede 2022 yılında yapılacak seçimlere kadar görevini sürdürecek.

 

Lübnan’ın Almanya Büyükelçisi olarak görev yaparken Başbakan adaylığı yürüten Mustafa Edib ve sonra eski Başbakan Saad Hariri’nin onbir aylık sürede hükümet kuramamalarının ardından yeni hükümeti, milyarder iş insanı ve eski Başbakan Necib Mikati bugün kurduğunu ilan etti.

 

Lübnan’da bu süre zarfında Başbakan adaylarıyla mevcut siyasi liderler arasında hükümette partilerin dağılımı noktasında görüş ayrılıkları çıkmıştı. Siyasi bloklar ve partiler, kurulacak hükümette üçte ikilik karar çoğunluğunu kendi lehlerinde kullanabilecekleri şekilde kabine oranı konusunda isteklerde bulunmuşlardı. Lakin ülkedeki tarihi ekonomik kriz, yeni Başbakan adayı Necib Mikati ve diğer siyasilerin bir hükümetin kurulmasını gerekli kıldı. Bu noktada Mikati, oniki Hıristiyan ve oniki Müslüman bakandan oluşan yirmidört kişilik kabine kurdu. Kabineyi oluşturan bakanlar ekseriyetle Cumhurbaşkanı Mişel Aun ve Necib Mikati’ye isimler oldu. Hükümette sadece bir kadın bulunuyor. Bu karar eleştirilen diğer konulardan sadece bir tanesi.

 

Cumhurbaşkanı Aun’a yakın isimler Dışişleri, Savunma, Adalet ve Enerji bakanlıklarını aldı. Bu bakanlıklar genellikle Mişel Aun’a yakın kişilerden seçiliyordu. Necib Mikati ise kendisine yakın iki ismi Ekonomi ve Çevre bakanlıklarında görevlendirdi. Eski başbakan Saad Hariri’ye yakın iki isim ise İçişleri ve Sağlık bakanlıklarına geçti. İçişleri bakanlığı her zaman Hariri’ye yakın bir isim olurken, Sağlık bakanlığında ise önemli değişim yaşandı. Hizbullah’ın bakanı olan Hasan Hamad’ın yürüttüğü, bazı dönemlerde eleştiriler ve tartışmaların yaşandığı makam bu hükümet döneminde COVID süreciyle herkesin tanıdığı ve sempati kazanan bir isme devredildi. Lübnan’ın en büyük hastanesi olan Refik Hariri Hastanesi’nin Başhekimlik görevini yürüten Firas el-Abyad artık Sağlık Bakanı olarak Lübnan’ın bu alandaki krizlerine çözüm arayacak.

 

Lübnan’daki Şii çoğunluğun oy verdiği Hizbullah ve EMEL partileri beş bakanlık alabildi. EMEL lideri Nabih Berri’nin isteğiyle kendisine yakın bir isim Gençlik ve Spor Bakanı olarak göreve başladı. Hizbullah’ın elindeki en etkin ve yıllardır bırakmadığı makam ise Kültür Bakanlığı oldu. Maliye Bakanlığı’na EMEL’in kontenjanından gelen Yusuf Halil ise Merkez Bankası’nda üst düzey bir isimdi. Görev sürecinde başlattığı bazı ekonomi planlarının başarılı olmaması sebebiyle eleştirilerin hedefi oldu. Bu sebeple de kamuoyunda kendisine duyulan güven de oldukça tartışmalı. Beşar Esad ile yakın ve ailevi ilişkileri ile bilinen Süleyman Franciye’nin Marada partisi ise Enformasyon Bakanlığı’na eski gazeteci ve “Kim Milyoner Olmak İster?” programının sunucusu George Kordahi’yi yerleştirdi. Lübnan’ın önde gelen siyasi isimlerinden Velid Canbulat ise sadece Eğitim Bakanlığı’na sahip oldu.

 

Kabinedeki tek kadın olan Necla Riaşi es-Sakir ise Lübnan’ın Birleşmiş Milletler Temsilcisi görevini yürütüyordu. Necib Mikati’nin öne sürdüğü es-Sakir İdari Gelişim Bakanlığı görevini yürütecek.

 

Lübnan’da faaliyet gösteren üç Ermeni partisinden biri olan Taşnak partisi Sanayi Bakanlığı’nı almayı başardı. Falanjistleri temsil eden Kataib ve onlardan iç savaş sırasında ayrılan Lübnan Kuvvetleri ise hükümeti protesto ettiklerini önceden açıklayarak bu kabinede yer almadılar.

 

Bu kapsamda Mişel Aun ve desteklediği isimler 9 (1’i bağımsız) bakanlık alarak kabinedeki çoğunluk oldu. Hizbullah ve EMEL 6 (1’i bağımsız), Mikati 3 (1’i bağımsız), Hariri 2, Marada 2 ve Canbulat 1 bakanlığı kendi destekledikleri kişiler aracılığıyla elde etti.

 

Share on facebook
Facebook
Share on twitter
Twitter
Share on linkedin
LinkedIn
10 Eylül 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Kuşatma altındaki Dera’da ne oluyor?

by İsmail Çoktan 3 Eylül 2021
written by İsmail Çoktan
Kuşatma altındaki Dera’da ne oluyor?
İsmail Çoktan

Suriye’nin güneyindeki Dera kentinde yaklaşık iki aydır yaşananlar, 2011 yılından beri devam eden Suriye devriminin sembolü olan bu kenti yeniden gündeme getirdi. Esed rejimi, Rusya ve İran’a bağlı milis grupların Haziran-Temmuz 2018 döneminde kara ve hava saldırılarıyla muhalif gruplardan geri aldığı Dera kenti, bir kez daha rejimin kuşatma ve saldırıları altında.

 

Dera el-Beled olarak bilinen şehir merkezinin büyük kısmı muhaliflerin kontrolündeyken rejim ve Rusya’nın gerginliği azaltma anlaşmasını bozarak 2018 yılında başlattığı saldırıların ardından Dera el-Beled ve Dera’ya bağlı tüm beldeler, rejimin kontrolüne girmişti. Bu noktada ABD ve Rusya’nın ortak girişimleriyle ateşkes ilan edilse de rejim ve Rusya bu ateşkese de uymayarak saldırılarını sürdürmüş ve sonuçta bölgedeki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) savaşçıları ve rejim arasında imzalanan anlaşmayla kent rejimin kontrolüne bırakılmıştı.

 

Söz konusu anlaşma Dera’nın mevcut durumunu düzenleyen ve bütün tarafların kabul ettiği bir anlaşma olmuştur. Buna göre, kentten çıkmak isteyen ÖSO savaşçıları ve siviller, sahip oldukları hafif silahları yanlarına alarak Suriye’nin kuzeyindeki İdlib’e gidecekti. Dera’da kalmak isteyen ÖSO savaşçıları ise hafif silahlar dışındaki bütün silahlarını teslim ederek, Rusya’nın garantörlüğünde Dera’da yaşamını sürdürecekti. Bu anlaşmanın ardından çok sayıda sivil ve ÖSO savaşçısı Halep ve İdlib kırsalındaki kamplara yerleşse de ÖSO’ya bağlı 5. Tugay, Dera’da kalmış ve kentin bazı bölgelerinde fiili olarak kontrolünü sürdürmüştür.

 

Anlaşmanın üzerinden geçen 3 yıllık süreçte çok sayıda eski ÖSO savaşçısı ya suikasta kurban giderek yaşamını yitirdi ya da rejim tarafından çeşitli gerekçelerle tutuklanarak akıbeti meçhul tutukluların arasına karıştı. Özellikle 5. Tugay savaşçıları başta olmak üzere bölgedeki bazı eski ÖSO savaşçıları ise Dera’da örgütlülüğünü kısmen koruyabildi. Esed rejimine bağlı kuvvetlerin, geçtiğimiz Haziran ayı sonlarından itibaren Dera’ya yönelik düzenlediği kara saldırılarına karşı koyan unsurların da bu savaşçılar olduğu tahmin ediliyor.

 

Taraflar arasında yaşanan çatışmalarda rejim militanlarının başarısız olması Suriye’de rejimin gücünün ne kadar azaldığının çarpıcı bir göstergesi olarak değerlendiriliyor. Zira, Haziran ayındaki ilk saldırılarda Dera’daki hafif silahlı muhalifler, 70’i aşkın rejim unsurunu esir almış ve hazırladıkları tuzaklarla çok sayıda militanı da öldürmüştü. Rusya’nın ise rejimin bütün çağrılarına rağmen son olayların başından itibaren duruma askeri anlamda bir müdahalede bulunmaması ve yalnızca arabuluculukla yetinerek, 2018 yılındaki anlaşmaya benzer bir tehcir anlaşmasına ulaşılmasına çalışması rejim açısından beklenmedik bir gelişme olarak görülüyor.

 

Kuşatma ve saldırıların sebebi

Dera’ya yönelik kuşatma, Esed rejiminin 26 Mayıs’ta gerçekleştirdiği başkanlık seçimlerinden kısa süre sonra başladı. Suriye muhalefetinin “tiyatrodan ibaret” dediği seçimlere Dera halkı da karşı çıkmış ve Deralılar seçimlerde oy kullanmamıştı. Rejim ise yıllardır süren savaşın ardından bu seçimlere meşruiyetini ispat etme fırsatı olarak yaklaşıyordu. Muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde seçimlere katılımın olmaması rejim açısından açıklanabilir bir durumken kendi kontrolünde bulunan Dera’nın seçimlere katılmayı reddetmesi üstelik seçimlerin yapıldığı gün Suriye devriminin başladığı el-Ömeri camii önünde kalabalık bir protesto eylemi düzenlenmesi, rejime güçlü bir mesaj gönderdi.

 

Bu mesaj, Suriye halkının bundan sonra Esed rejimini asla meşru kabul etmeyeceğini açıkça gösterdi. Bu gelişmeler 2018 yılından beri Dera’daki yerel halkın zorla desteğini kazanarak seçimlerde bunun üzerinden meşruiyet oluşturmayı hedefleyen Esed rejiminin öfkesini artırdı. Rejim güçleri Mayıs sonu itibariyle Dera’ya giden bütün yolları kapatmaya ve ticari araçlar dahil bütün giriş çıkışları engellemeye başladı.

 

Bir ay devam eden bu durumun ardından rejim güçlerinin kente askeri operasyon düzenleme tehditleri altında Rusya’nın aracılığıyla kentteki Merkezi Müzakere Komitesi ile rejim arasında müzakereler yapılmaya başlandı. Rejim, daha önce yapılan anlaşmayla Dera’da kalmasını kabul ettiği eski ÖSO savaşçılarının kentten ayrılmasını ve hafif silahlarını teslim etmesini istiyordu. 24 Mayıs’ta tarafların anlaşmaya vardığı ve rejim güçlerinin kent merkezinde bir kontrol noktası kurmasına izin verildiği bildirildi. Ancak rejim militanları bu kontrol noktasına ağır silahlar ve tanklar konuşlandırmaya başlayınca anlaşma başarısız oldu.

 

Halep sonrası Rusya’nın da müdahalesiyle stratejisini tamamen Suriye’de demografik değişim oluşturmak üzerine kuran Esed rejimi, her ne kadar mültecilerin geri dönmesi çağrısı yapsa da Dera örneğinde olduğu gibi tehcir politikasını sürdürüyor. Rejim, meşruiyetini reddeden bütün grupları sindirmeye ve mümkünse Suriye’den sürmeye çalışmaktadır. Bu sebeple rejim militanlarının Dera’ya yönelik saldırılarının bir sebebinin de savaşın başından beri tarafsızlığını koruyan ve kendi güvenliğini sağlayan Suveyde’deki Dürzileri de kontrol altına almak olduğu söyleniyor. Bu kapsamda, Dera’daki saldırıların başlamasından bu yana güvenlik gerekçelerini öne süren rejim, Suveydeli Dürzilerin oluşturdukları yerel güvenlik komitalarını sık sık gündeme taşımaktadır.

 

Suveyde’deki Dürziler, her ne kadar tümüyle rejim karşıtı olmasa da kentteki ileri gelenler, rejim militanlarının Suveyde’ye yerleşmesini istememekte ve Dera’daki olaylara tepki göstermektedir. Suveyde’deki en büyük yerel silahlı güçlerden Rical’ul Kerame’nin kurucusunun oğlu Leys el-Bel’us, geçtiğimiz ay yaptığı açıklamada, Esed rejimini, İran’ın mezhepçi ajandası kapsamında Suriye’nin güneyini Şiileştirmeye çalışmak ve bu yüzden bölgenin demografisiyle oynamakla suçladı. Bel’us, Suveydeli Dürzilerin kendi güvenliklerini kendi sağladıklarını ve rejime ihtiyaçları olmadığını, Dera halkıyla da dayanışma halinde olduklarını ifade etti. Dürzi liderin dikkat çektiği bir başka önemli konu ise Esed rejiminin kontrolü altındaki bölgelerde halkın temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan aciz olduğu ve böyle bir devletin meşruiyetinin olamayacağı konusuydu. Bu sebeple “Toprağı eşeler yine karnımızı doyururuz, bu rejime ihtiyacımız yok” diyen Bel’us, Dera’da ortaya çıkan rejimin askeri açıdan çöküntü halinde olduğu gerçeğinin yanı sıra, ekonomik ve yönetimsel olarak da büyük bir çöküş halinde olduğunu ortaya koymuştur.

Rusya ve Rejim arasında “İsrail” faktörü

Yazının başında değindiğimiz gibi Rusya’nın Dera’daki gelişmelere askeri ağırlığını koymaması, rejim açısından beklenmedik bir gelişme olmakla birlikte, rejimin Dera’da askeri bir başarı kazanma şansını da azaltıyor. Moskova’nın bu tutumundaki en belirleyici faktörün ise İsrail olduğu söylenebilir. Zira, 2018 yılında rejimin Dera’yı ele geçirmesine destek veren Rusya, diğer yandan da İsrail’e İran’a bağlı mezhepçi milis grupların Golan sınırına ya da sınırın yakınına yerleşmeyeceğine dair garanti vermişti. Bu garanti İsrail ile Rusya arasında de facto bir anlaşma olarak görülmüş ve İsrail’in yıllardır Şam ve çevresinde konuşlu İran’a bağlı militanlara yönelik hava saldırılarını Rusya ile koordineli bir şekilde gerçekleştirdiği öne sürülmüştü.

 

Bu durum uzun zamandır rejim ve İran’ın tepkisini çekse de Rusya’nın Suriye’deki ağırlığı Esed rejiminin İran’dan yana olmasını engelliyor. Dera’daki gelişmeler ise İran açısından bölgeye iyice yerleşme ve tıpkı Suveydeli Dürzi lider Leys el-Bel’us’un da dile getirdiği gibi bölgeyi Şiileştirme fırsatı olarak görülüyor. İsrail Savunma Bakanı Benny Gantz, Dera’da bu gelişmeler yaşanırken 26 Ağustos’ta yaptığı açıklamada, Tahran’ın nükleer silah elde etmeye 2 aylık bir mesafede olduğunu söyleyerek, buna asla göz yummayacaklarını ve her an harekete geçmeye hazır olduklarını ifade etti. Şüphesiz İran, nükleer silah üretmeye uzun zamandır yakın ancak nükleer silaha sahip İran’ın İsrail sınırlarına bu kadar yakın bir mesafede Dera’da olması Tel Aviv açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor.

 

Bu noktada, ABD ile İran arasında Avusturya’nın başkenti Viyana’da süren nükleer anlaşmaya geri dönüş müzakerelerinin de Rusya’nın tavrında etkili olduğu düşünülebilir. Moskova, bir yandan Dera’ya askeri ağırlığını koymazken diğer yandan Viyana’daki müzakerelerde anlaşmaya ulaşılmasını veto eden İsrail’e bir mesaj göndermek istiyor olabilir. Bunun Viyana görüşmelerine nasıl yansıyacağını görmek için zamana ihtiyaç var. Zira ABD tarafı, Afganistan’dan çekilirken yaşadığı zorluklarla boğuşmakta ve şuanda bütün dikkatini buraya yoğunlaştırmaktadır.

 

Rusya, bütün bu hassas dengeler içinde hareket ederken rejim ise Dera’da İran’ın ajandasını uygulamakta ısrarlı davranıyor. Zira esasen bölgedeki karar alma mekanizmalarının Şam’daki başkanlık sarayında değil bölgede konuşlu İran’a bağlı milis gruplarda olduğu bir gerçek. 15 Ağustos’ta Rusya’nın arabuluculuğuyla süren müzakereler çerçevesinde Dera’daki Merkezi Müzakere Komitesi tarafından yapılan açıklamada, tarafların bölgedeki çatışma halini sonlandıracak bir yol haritası üzerinde uzlaştığı bildirildi. Bu yol haritasına göre, rejim ile uzlaşıyı istemeyen silahlı kişiler İdlib’e gidecek, uzlaşmayı kabul edenler ise silahlarını teslim etmek koşuluyla Dera’da kalabilecek. Buna karşılık ise rejimin silah bırakanların sivil hayata başlaması konusunda zorluk çıkarmaması ve kent merkezinde askeri kontrol noktalarıyla yetinmesi ön görülüyor.

 

Yol haritası kapsamında ilk tahliyeler, 25 Ağustos’ta başlasa da rejim güçlerinin Dera’daki sivil yerleşim alanlarına yönelik top ateşi ve havan topu saldırılarının devam ettiği görülüyor. Ayrıca, özellikle Tafs beldesi ve Dera şehir merkezi çevresinde rejim militanları ile Dera’daki silahlı gruplar arasında şiddetli çatışmalar da yaşandı. Bu çatışmalar, 29 Ağustos’ta anlaşmanın çökmesine sebep oldu. Zira rejim, Rusya’nın arabuluculuğuna rağmen bölgede istediği çapta bir tehcir yapamamış ve Dera halkına hedeflediği cezayı vermemiştir. Suriye İnsan Hakları Ağı’nın (SNHR) verilerine göre, onlarca aile bombardımanlardan kaçarak göç yoluna çıktı. Buna rağmen rejimin bu saldırıları sürdürmesi asıl hedefinin Dera’yı tamamen boşaltarak halkı cezalandırmak olduğu söylenebilir.

 

Esed rejiminin Dera’da yaşanan gerilimlerin ardından rejimin yeni bir kısmi tehcir uygulamakla birlikte İran’ın bölgeyi şiileştirme ajandasını uygulamak noktasında henüz tam bir başarı elde ettiğini söylemek ise güç. Rusya’nın arabuluculuğuyla 31 Ağustos’ta ilan edilen nihai anlaşmaya göre, Rus Askeri Polislerinin Dera’ya girmesine karşılık ateşkes ilan edilmesi ve rejimin daha önce alıkoyduğu tutukluları serbest bırakılmasının ön görülmesi de Esed rejiminin 2.5 ay süren kuşatma ve bombardımanlara rağmen sadece hafif silahları olan bir avuç direnişçiyi alt ederek Dera’ya girmeyi başaramaması rejimin hem başarısızlığını hem de Rusya olmadan ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Dera’daki gelişmelerin aynı zamanda Rusya ile İran arasında 2019 yılından beri Suriye’de devam eden çatlağı biraz daha gün yüzüne çıkardığı da söylenebilir.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
3 Eylül 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Kontrplak Ordusu

by Elliot Ackerman 18 Ağustos 2021
written by Elliot Ackerman
Kontrplak Ordusu

Bu yazı Irak ve Afganistan’da beş kez görev yapmış eski bir Deniz ve istihbarat subayı Elliot Ackerman tarafından The Atlantic sitesinde The Plywood Army adı altında 17 Ağustos tarihinde yayımlanmıştır. Acta Fabula tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

ABD kuvvetleri Afganistan’a gelmesinden on yıl sonra bile Birleştik Müşterek Özel Harekat Görev Gücü’nün karargahları kontrplaktan yapılmaya devam ediyordu. Amerikan askerlerinin barındığı çoğu diğer binalar gibi. Beton binalar yapmak için kaynaklar mevcutken neden yapmadık? 20 yıllık Afgan serüvenimizin herhangi bir aşamasında her zaman aklımızda bir iki sene içinde görev gücünün azaltılacağı ve ardından nihai bir çekilmenin olacağı vardı. Elbette Afganlar bunun farkındaydı. İran sınırı yakınında uzak bir karakolda görev yaptığım sırada, komutam altındaki özel operasyonlar birliği ile çalışan bir Afgan yüklenici, ne zaman kontrplak taşıyan uçak görse bizimle dalga geçerdi. “Savaşlar” derdi “kontrplakla kazanılmaz”.

 

Birçokları Afgan güvenlik güçlerinin dağılmasının, onların kağıttan bir ordu olduklarını kanıtladığını iddia etti. Bu tam olarak doğru değil. Bir kontrplak ordusu olduklarını kanıtladılar. İkisi arasındaki fark, bir zamanlar Taliban’la savaşabilen bir ordunun birkaç gün içinde nasıl çözüldüğünü açıklıyor.

 

8 Temmuz’da bir Beyaz Saray basın toplantısında Joe Biden’a Afganistan’ın Taliban tarafından ele geçirilmesinin kaçınılmaz olup olmadığı sorulduğunda, “Hayır, değil. Çünkü Afgan birliklerinin 300.000 iyi donanımlı askeri- dünyadaki herhangi bir ordu kadar iyi donanımlı- ve 75.000 Taliban gibi bir şeye karşı bir hava kuvveti var. Kaçınılmaz değil” demişti. Afgan güvenlik güçleri senelerdir Taliban’a karşı savaşıyor, kayıplar veriyor ve direniyorlardı. Hiçbir savaşma kapasitesi olmayan kâğıttan bir ordu bunu asla gerçekleştiremezdi. Sergiledikleri performans ABD ve koalisyon bünyesindeki diğer orduların on sene önce 150.000 olan mevcudiyetlerini bu sene 2.500’e düşürmelerine imkân tanıdı.

 

Ancak bu kuvvetler yine de görevi yerine getirme kabiliyetine sahip olmasına rağmen askere alma, yönetim ve liderlikte yapısal sorunları olan bir kontrplak ordusuydu. Afgan ordusu, tasarımı gereği, ulusal olarak toplamış bir güçtü; Afgan askerleri genellikle kendi vilayetlerinde savaşmıyorlardı. Başlangıçta, Afganistan’ın savaş ağalığı tarihi nedeniyle (bölgesel olarak toplanan bir ordunun aksine) ulusal olarak toplanan bir ordu oluşturma kararı, güçlü bölgesel aşiret bağlantılarına sahip bir Afgan ordusunun iktidarı tehdit edeceği fikriyle alınmıştı.

Ancak bu kararın dezavantajları da vardı. Afgan toplumunda sorumluluk duygusunun temelini oluşturan aşiret ve aile yapıları orduya aktarılamadı. Bu, askeri komuta zincirinde ciddi disiplin sorunlarına sebep oldu. Aynı zamanda bu durum, kontrgerilla operasyonları sırasında da problem yarattı. Mezar-ı Şerifli bir Tacik Afgan askeri Peştunların yoğun olarak yaşadığı Helmand’da savaşmak için görevlendirildiğinde kendisini bir Amerikan askeri kadar yabancı konumunda buldu. Aşirete ve bölgeye olan aidiyeti milli orduya entegre etmekte asla başarılı olamadık. Eğer bunu yapabilmiş olsaydık Afgan güvenlik güçleri çok daha güçlü bir temelin üstüne inşa edilmiş olurdu.

 

Afgan güvenlik güçlerinin ciddi biçimde zayıf olduğu yönetim ve liderlik alanlarında zafiyet birbiri ile yakından bağlantılıdır. Birçok Afgan birliğine danışmanlık yaptım ve yönetimdeki gevşekliklerinin (yanlış görev çizelgeleri ve eksik ekipman envanterleri gibi) ülkede yaygın olan yolsuzluğu nasıl beslediğini gördüm. Amerikalılar olarak çoğu zaman Afganistan’daki yolsuzluğu Afganların ahlaki çöküşüne bağlarken yolsuzluğu besleyen koşulları yaratmada kendi suç ortaklığımızı nadiren sorguladık. İşin en trajik yanı, Afganistan’dan çıkmak üzere olduğumuza dair sürekli olarak verdiğimiz mesajlar, güçlü konumlardaki Afganları hayatta kalmanın tek açık ve kesin yolu olarak yolsuzluğu (özellikle kişisel kazanç için kaynakların hortumlanmayı) benimsemeye teşvik etti. Yolsuzluk bir finansal acil durum planı haline gelmişti; makul bir Afgan’ın çocukları için güvenli bir gelecek sağlamak için yapacağı bir seçimdi bu.  Amerikalılar her yıl size Amerika’nın gelecek yıl çekileceğinin sözünü verse ve sonunda da ülkenin Taliban’a terk edileceğini bilseniz, hangi seçimi yapardınız?

 

Afgan güvenlik güçlerinin bozulması savaş alanından daha çok müzakere masalarında oldu. Herat’taki İsmail Han gibi önemli aşiret liderleri, daha kontrol ettikleri şehirlerde büyük savaşlar başlamadan Taliban’ın ilerleyişi karşısında ya savaşmadan teslim oldular ya da Taliban’la anlaşmaya vardılar. İyi eğitim ve iyi donanımlı Afgan ordusu oradaydı ancak siyasi liderlikten yoksun bir halde.

 

Afganistan’da bir deyiş var: Amerikalıların saatleri bizimse zamanımız var. Başkan George W. Bush’un 2003’te Afganistan’daki askerleri Irak’a yönlendirmeye karar verdiği günden bu yana, Amerika’nın bir ayağı hep kapıda oldu. Ne müttefiklerimizi ne de düşmanlarımızı saatlere ve zamana sahip olduğumuza ikna edebildik.  İşin tuhaf yanı, bu durum Afganistan’a kendimizi farklı bir şekilde konumlandırabilecekken daha fazla zaman harcamamıza sebep oldu. Keşke kontrplak yapmakta ısrar etmeseydik.

 

Başkan Biden’ın bu yılın başlarında ABD’nin Afganistan’dan tamamen çekileceğini açıklaması, Afganlar arasında güvenlik güçlerinin savaşmadan dağılmasına sebep olan manevi bir krize yol açtı. Sayısal ve maddi üstünlüğü ellerinde tutabilirlerdi ama biz gidince kendilerine olan inançları yok oldu.

 

Şu anda Afganistan’da gördüğümüz şey, yirmi yıl boyunca verilmiş olan yüzlerce kötü kararın birikimidir. Ancak bugün aklımdan çıkaramadığım şey ise kontrplak seçmiş olduğumuzdur.

 

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
18 Ağustos 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Afganistan ve Taliban’a dair 4 soru 4 cevap

by Levent Kemal 11 Ağustos 2021
written by Levent Kemal
Taliban Acta Fabula

Levent Kemal

Taliban’ın dayandığı etnik çoğunluk olan Peştunların Sünnilik ile olan ilişkisinin arka planı nedir? Peştunların milliyetçiliğinin ve Afganistan’ı yönetme hakkına sahip olduklarına düşünmelerine neden olan nedir?

Onsekizinci yüzyılın başında Peştun Gilci aşiretinin karizmatik lideri Mir Vais Hotak Safevilerin bugünkü Afganistan coğrafyasında Şiiliği zorla yaymasına karşı isyan başlattığında Sunni Peştunlar onu takip ettiler. Bu ayaklanma yüzyıllardır birlik kuramayan Peştunları büyük büyük ataları Kays’ın İslam’ı direk peygamberden aldığına inancı ve Mir Vais’in Mekke’den aldığı fetva ile Şiilik ve Safevilere karşı birleştirdi. Bu süreç Hazaralar ile Peştunlar arasındaki sorunların aşiretler arası rekabet dışında dini bağlamda da büyümesine neden oldu. Mir Vais’in Peştunları birleştirmesi ve ilan ettiği Hotak Hanedanlığı kendisinden sonra gelen Ahmed Şah Durrani dahil pek çok ismi etkiledi. Özellikle de Peştunları: ikisi de Peştun kökenli olan ve bağımsız Afganistan’ın temellerini atan bu isimler nedeniyle ülkenin yönetiminin kendilerinin doğal hakkı olduğuna inanmaktadırlar. Bu inanç halen kendisini korumaktadır. Taliban’ın kendisinde gördüğü yönetim hakkı aslen bu inanca dayanmaktadır. 2001 yılında iktidardan uzaklaştırılması sonrasında Taliban kendisini yerelleştirirken Peştunlar arasında bu inancı İslami argümanlarla güçlendirerek dillendirmişti.

 

Bağımsız Afganistan’ın temellerini attığı düşünülen Ahmed Şah’ın Durrani Hanedanlığı, Mir Vais’in Hotak hanedanlığından farklı idi. Ahmed Şah daha merkezi bir hanedanlık hedefliyordu. Afganistan’da çoğunluğu Peştun aşiretleri birleştirip merkezi bir otorite kurarak bağımsız bir idareye geçtiğinde ülkenin merkezi otoriteden bağımsız hareket eden ve genel olarak kendi aşiret özerkliğini korumaya çalışan Peştunları başkent Kandahar’a bağlamak için geleneksel töreyi, Peştunvali’yi, görece İslami bir çehre ile değiştirme yolunu seçti. İran merkezli Safevilere karşı isyanın güçlendirdiği dini duygular hâkim iken Ahmed Şah için bunu yapmak oldukça mantıklı görünüyordu.

 

Ahmed Şah Durrani bu tercihinde bölgenin Gaznelilerden bu yana gelen baskın İslam karakteri olan Sünniliğin Hanefilik ekolünü kullandı. Aşiretlerin merkezi otoriteye bağlanması için Peştun geleneksel sosyal yaşamında güçlü bir yeri olan jirga yani aşiret meclisleri mollalarca etki altına alınmaya başladı. Bu gayrete rağmen Peştunların çoğu Peştunvali, yani töre, ile şeriat arasında bir tercih yapmadı. Senzil Nawid’in betimlemesi ile söylersek “Peştun ahlak kuralları (Peştunvali) şeriat ile yan yana hüküm sürdü. Bu bağlamda Peştunlar, İslam’ı Peştunizm ile özdeşleştirdiler.” Peştunvali şeriatın bir iktidar aracı olarak dayatılmasına rağmen Peştunlar arasında varlığını güçlü şekilde sürdürdü. Töre Peştunların hayatını düzenlemeye, yönetmeye ve sorunları çözmeye devam etti. İslam yahut şeriat Peştunların hayatlarında törenin çözemediği yahut anlaşma sağlayamadığı konularda bir tarafsız karar verici olarak yer alıyordu. Bu süreç Afganistan coğrafyasında dini kişiliklerin de etkili figürler olarak yükselmesine, jirga’nın yanına onunla eş şura’nın doğmasına neden oldu. Merkezi otoriteyi din ile sağlamak isteyen Ahmed Şah Durrani tahmin etmediği bir miras bırakmış; ülke genelinde merkezi yönetimin mücadele etmesi gereken bir güç daha çıkmıştı: dini liderler ve kurumları.

Taliban’ın Pakistan topraklarındaki varlığı neye dayanıyor? Deobandiliğin hangi kolları Taliban’ın daha sert bir tutuma sahip olmasına neden oldu?

Bu durum daha sonra farklı veçheler geçirdi. Safevilere karşı ayaklanma, Babürler ile savaşlar, İngilizler ve Sovyet işgallerine karşı mücadeleler Afganistan coğrafyasındaki en büyük etnik grup olan Peştunları törelere ve İslama daha çok tutunmaya itti. ABD işgali de bu süreci perçinledi. Deobandi medreselerden beslendiği ifade edilen Taliban hareketi Pakistan’daki Peştun varlığı üzerinden Deobandiliğin Pakistan kolundan etkilenmiştir. Bunlar arasında Deobandi Cemiyet-i Ulema-i İslâm’ın parçalanması sonrasındaki Peştun milliyetçisi tutumu ile tanınan Fazl er-Rahman grubu vardır. Bu grup Deobandiler içinde Peştu milliyetçiliğinin şubesi olarak bilinmektedirler. Benzer şekilde yine Pakistan merkezli Cemaat İslami’den Peştu kökenli Kadı Hüseyin kolunun Afganistan sınır bölgelerinde Taliban üyelerine Suudi Arabistan destekli medreselerinde selefi anlayış doğrultusunda eğitim verdiği ifade edilmektedir. Taliban’ın Pakistan ile olan ilişki Peştu nüfusun Durand Hattı ile birbirinden ayrılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Durand Hattı Peştun milliyetçiliğinin temel tetikleyicileri arasındadır ve aynı zamanda Afganistan ile Pakistan arasında da sorunlara neden olmaktadır. Durand Hattı Afganistan’ın ulusal politikaları arasındadır. Öyle ki Eşref Gani, Taliban’ın Durand Hattı’nı Pakistan sınırı olarak tanımayacağına dair söz vermesi gerektiğini söyledi. Medreseler ve Peştun nüfus ilişkisi çok uzun süre Pakistan’ın Taliban’ı yönettiği düşüncesini besledi. Taliban’ın yükselişi ve ABD’nin Taliban ile görüşmelere başlamasını takiben Pakistan da Peştun milliyetçiliği ile mücadeleye başladı. Ahmed Şah Durrani’nin İslam ile aşiretleri merkezi otorite altına alma girişimi yüzyıllar sonra Peştunların Afganistan ve Pakistan’da cihadi yahut radikal olarak etiketlenmesine neden olmuştu.

Klasik aşiret yapısı ve töreye dayalı zor kullanma mekanizması, arbakiler nedir: Taliban’a karşı aşiret bloğu denemesi mi?

Ancak Peştunlar aşiret özerkliklerini her açıdan koruyorlardı. Töre, aşiretin kendi öz kuralları, hayatın gündelik ve geleneksel formlarını korumaya devam ederken İslam’a danışıyordu. Erken Afgan iktidarları döneminde bu merkezileştirme çalışmaları çeşitli küçük değişiklikler ile denenmeye devam etti. Ancak merkezi iktidarların aşiretler ile olan ilişkisi karşılıklı idi. Tarihsel olarak, Peştun aşiretler merkezi hükümetin otoritesini kabul ediyorlar, ancak rejimin hayatta kalması aşiret reislerinin, han adı verilen liderlerin ve dini liderlerin bağlılığına dayanıyordu.  Thomas Barfield’in Ahmed Şah Durrani dönemindeki ordu gücü ile ilgili verdiği bilgi bu bağımlılık konusunda fikir vericidir. Ahmed Şah’ın 120 binlik ordusunun üçte biri düzenlidir, gerisi ise aşiretlerden sağlanan savaşçılardan oluşmaktaydı. Aşiretlerin bu savaş gücü günümüze kadar devam etti.

 

Bu güç temelde klasik dönemde aşiretlerin töresel meclisinin hükümlerini uygulamak için özel bir milis (arobaki-arabaki-arbaki) yapılanmasına dayanıyordu. Arobaki ya da arbakiler, meclisin koyduğu cezayı ihlal edenlerin cezalandırılmasından sorumluydu. Ancak bu durum daha sonra genel olarak yerleşik ve kentli, zengin ve tanınmış kişilerin geleneksel meclisten (jirgadan) farklı örgütlenmelerinin askeri gücüne dönüştü. Afgan-İngiliz savaşları ile Sovyet işgali dönemi ‘mücahit’ örgütlenmelerin temelinde de bu güçler yatıyordu. Aynı şekilde ardı sıra gelen iç savaşlarda da aşiret savaşçılarının önemi çok büyüktü.

 

Tüm bu güçler Taliban’ın da bel kemiğini oluşturan Peştun aşiret sistemine bağlı sosyal, siyasal, askeri gelişmelerdi ve ABD Afganistan’ı işgalinden yaklaşık dokuz yıl sonra, 2010’da Peştun arbakileri Taliban’a karşı kullanmayı tercih etti. Bu girişim bir anlamda Peştun kökenli Taliban’a karşı aşiret hareketini tetiklemeyi hedefliyordu. Oldukça riskli bu planın arbakiler üzerinden uygulamaya konması ABD’nin beklediği sonuçları getirmedi. Arbaki milisleri yağma, tecavüz, işkence, hırsızlık, keyfi infazlar gibi pek çok suç işledi ve Taliban’a karşı hedeflenen yerel güvenlik sağlanamadığı gibi hiçbir kurumla resmi bağı bulunmayan arbakilerin liderleri konumundaki kişiler savaş ağaları olarak güçlendiler. Savaş ağalarına bağlı milis güçlerin kurumsallaştırma çalışmaları kapsamında Afgan Yerel Polis Gücü olarak tanımlandılar. Genel planda amaçlanan Peştunların, Peştunlara karşı olması idi. Ancak bu plan günün sonunda ABD desteğini yitirmesi ile güçlerinin büyük bir çöküş yaşadığı Kabil hükümetine bağlı çok sayıda Arbaki’nin görev aldıkları yerleşimlere yaklaşan Taliban karşısında dağılması ile sonuçlandı.

Taliban’a karşı aşiret bloğu girişimi ve Kuzey ittifakı komutanlarının savaş ağalarına dönüşümü Afganistan’da savaşı nasıl etkiliyor?

Raşid Dostum, Atta Muhammed Nur, Tadin Han, Cuma Han Hemderd, Gül Ağa Şerzai, Abdul Razık Aşagzai, Kerim Halili, Said Ekberi, Hac Muhammed Muhakik, Hac Ali, Mir Alam Han, Abdul Resul Seyyaf ve dahası ile çeşitli etnik ve dini kökenlerden gelen isimler bugün Kabil hükümetine resmi, yarı-resmi veya gayrı-resmi milis yapıları ile destek veriyor. Çoğunluğu Sovyet işgali döneminin ABD tarafından desteklenen “Afgan Mücahitleri” olarak bilinen ve sonrasında da Kuzey İttifakı altında Taliban ile savaşan bu kişilerin de çoğu aslında Taliban gibi geleneksel ve İslami motiflerle kendi kitlelerini domine ediyorlar. Ekseriyeti Tacik, Özbek ve Hazara kökenli olan bu isimlerin Taliban’a karşı muhalefetlerinde Afganistan coğrafyasındaki etnik çekişmenin de etkisi yok değil.

 

Bu isimler arasındaki Asıf Azimi ve Ahmed Faysal Beyzad gibi Cemaat İslami ve alt hiziplerinden gelen yaklaşık yirmi yerleşimin yetkilisi ya da savaş ağası Taliban ile uzlaşmayı seçtiler. Ya da Feyzabad’taki Albay Gül Han Kufi’nin başına gelen şey oldu ve tüm çağrıları Kabil tarafından cevapsız bırakılan askerler ve milisler güçlerini geri çekerek Taliban’ın ilerlemesine izin verdi.

 

Ekseriyeti ülkenin kuzeyindeki Tacik ve Özbek yoğun alanda kök salan savaş ağalarının çoğu dağınık kısıtlı ve kendi aralarında da rekabet eden bir yapıya sahip. Kuzeydeki Belh eyaletinde son dönemin yükselen ismi Ata Muhammed Nur ile Raşid Dostum arasındaki rekabet de, güneyde Kandahar’da Gül Ağa Şerzai ile General Razık arasındaki rekabet de, Aybak bölgesinde yerel güçler ile Cemaat İslami arasında rekabet de biliniyor, ama bu konuda herkes bir günahtan bahsetmekten korkar gibi korkuyordu. Ne var ki, çeşitli savaş suçları ile sık sık suçlanan bu savaş ağalarının yıllardır kurdukları askeri, siyasi ve ekonomik sistemin ABD ve Kabil tarafından vekillik, valilik, komutanlık gibi mevkilerle taçlandırılması günün sonunda yerel halkın da Taliban’ı tercih etmesine neden oldu. Eski Kuzey İttifakı’nın güçlü bölgesi bu nedenle hızla Taliban’ın kontrolüne geçti.

 

Karakteristik olarak etnik ya da aşiret yapılarının küçük bir kısmına dayanan Afganistan’daki savaş ağalığı sistemi ABD’nin Sovyet işgaline karşı bu odaklara destek vermesi ile açgözlülük ve çıkar üzerine kurulu bir ‘yerel güç’ projeksiyonuna neden oldu. Genellikle zayıf bir merkezin vahşi çevresini evcilleştirme mücadelesi olarak tanımlayabileceğimiz Afgan devlet projesi özellikle ABD işgali döneminde kırsal bölgelerde yönetici bir varlık oluşturmak için güvenlik birikimine ve nüfus yoğunlaşmasına önem verdi. “Nüfusa kapsamlı hizmetler sağlayabilecek bir devletin olmadığı bir ortamda” Sovyet ve ABD işgali ile güçlenen “Afgan savaş ağaları, güvenlik ihtiyacına yanıt olarak ve aynı zamanda yeni sosyal işlevler elde etmek için belirli bağlamsal kaynakları (kolayca erişilebilir silahlı adam arzını) kullandılar. Güven ve koruma için ortaya çıkan yüksek talep derin bir liderlik kriziyle şiddetlendi. Daha spesifik olarak, Afgan savaşlarının başlangıcından bu yana ve hatta 2001’den bu yana, savaş ağaları sık sık güçlerini daha önce geleneksel liderler tarafından gerçekleştirilen işlevleri devralmaya dönüştürdüler.”  Ancak bu ihtiyaçları karşılama işlevi merkezi yönetimin ortada olmaması nedeniyle genel olarak keyfi idi. Bu devlet inşa projesi Afganistan’ın yukarıda da bahsettiğimiz gibi kendisini merkezi otoriteye rakip gören çevresinin tipik davranışı nedeniyle akamete uğradı. Kentli ‘hanlar’ zamanla mücahide, ardından feodal tabanlı askeri-siyasi liderlere ve sonunda da savaş ağalarına dönüştüler. Bugün Afganistan’da aktif olarak yaklaşık yüz savaş ağası olduğu tahmin ediliyor.

 

Yaygın denilebilecek savaş ağaları ve milislerin silahlı gücüne rağmen bu durum ortak harekatın imkansız hale gelmesine, kurmay planlamanın yerelde denetlenememesine, lojistiğin sürekli şekilde yerelin taleplerine göre planlanmasına neden olduğu için Afgan hükümeti güçleri Taliban karşısında tutunamamaktadır.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
11 Ağustos 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Birinci Yılında Beyrut Patlaması: Lübnan Daha Kötüye Gidiyor

by Çağatay Cebe 4 Ağustos 2021
written by Çağatay Cebe
Birinci Yılında Beyrut Patlaması: Lübnan Daha Kötüye Gidiyor
Çağatay Cebe

Lübnan’daki siyasi liderlerin etnik-dini kimlikleri kullanarak ticari çıkar temelli kronik bürokratik tıkanıklıklar, ülke halkının 2019 yılından beri durdurak bilmeyen ve her defasında farklı sebeplerle lakin nihayetinde aynı sistemsel soruna dayanan protestoların başlamasına vesile oldu. Fransız Mandası döneminde temeli atılan ve yaşanılan her krizde biraz daha makyajlanarak lakin temeli aynı tutularak devam eden bu süreç 4 Ağustos 2020 tarihinde Beyrut’ta yaşanan patlamayla artık değişime muhtaç olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Yapılması gereken reformlar için bir yıldır uluslararası ve ülke içi tüm baskılara rağmen değişim henüz başlayabilmiş değil. Ve her geçen gün bunun aksatılması Lübnan’ı ve halkı iktisadi, psikolojik ve manevi anlamda sona getiriyor.

 

COVID-19 sebebiyle zor dönem geçiren Lübnan için Beyrut Limanı’nda yaşanan patlama, ülkenin en kötü günlerine doğru gidişinin başlangıcı oldu. 4 Ağustos tarihinde saat 18:15’de gerçekleşen amonyum nitrat kaynaklı ikinci patlama şehrin kuzey bölgesine önemli derecede hasar verip, limanı bir süreliğine kullanılmaz hale getirirken patlama hem çevre şehirler hem de ülkelerden rahatlıkla görülebilir şekilde cereyan etti. Patlamanın birinci senesi yaklaşırken, ülkedeki gidişat daha da kötüye, patlamanın akıbeti ise ülkenin bir kronik sorunu olan ‘çözümsüzlük’ halkasına yenisinin eklenmesine sebep oldu.

 

4 Ağustos günü Beyrut Limanı’ndaki 9 numaralı ambardaki yangın, 2.750 ton amonyum nitratın bulunduğu 12 numaralı ambara sıçrayarak şehri sarsacak, camlarla kaplanmış binaların tuzla buz olmasına sebebiyet verecek patlama yaşanmasına neden oldu. Sheffield Üniversitesi’ndeki araştırmacılar bu patlamanın tarihte nükleer olmayan en büyük patlamalardan bir tanesini olduğunu söylüyorlar. Böyle bir ortamın ışığında, çoktan kötüye giden ekonomik ve siyasi şartlar altında Beyrut’taki patlamanın mahiyeti araştırılmaya başlandı. Elbette göründüğü kadar kolay olmayan sürece girildi. Eleştirilen odağında kuşkusuz ülkenin yönetiminde yıllardır hakimiyet kuran, modern bir feodal sistem içerisinde siyasi faaliyetler yürüten odaklar vardı. İlk önce Beyrut Gümrük Müdür Bedri Zahir konuyla ilgili bir açıklama yaptı. Zira bu kadar patlayıcının limanda ne işi olduğunu açıklayabilecek ilk isim kendisiydi. Kendisinin yaptığı açıklama, Lübnan’ın en büyük kenti, başkenti ve kalbi olan Beyrut’un merkezinde bu kadar patlayıcının bulunmasına yönelik değildi. Altı defa hakime istekte bulunmalarına rağmen patlayıcı maddelerin limandan taşınmadığı yönündeydi. Patlamanın hemen ertesi gününde yapılan ilk incelemeler ve medyaya konuşan isimsiz yetkililerin ışığında tonlarca amonyum nitratın limandaki varlığının devlet kademelerince bilindiği oldu. Patlamadan sadece altı ay önce bir teftiş kurulunun amonyum nitratı incelemek üzere ambara geldiği ortaya çıktı. Peki 2.750 tonluk bu amonyum nitrat nasıl oldu da Beyrut’a ulaştı?

Beyrut Durağı

Moldova bayraklı ‘Rhosus’ gemisi 2013 yılında Gürcistan’daki ‘Rustavi Azot’ şirketinden Mozambik’teki ‘Fabrica de Explosivos’ fabrikasına 2.750 tonluk amonyum nitrat sevkiyatı yapıyordu. Son derece tehlikeli olan bu kimyasala ek olarak geminin sahibi İgor Grechushkin, fazladan kargo alması için kaptan Boris Prokoshev’e Beyrut’a uğramasını söyledi. Lübnan’dan alınacak yeni malzemeler, Ürdün’deki Akabe Limanı’na bırakılacaktı. Beyrut’ta ilave kargonun eklenememesi ve liman kira ücretinin ödenememesi sebebiyle Lübnanlı yetkililer gemiye el koyma kararı verdiler. Onbir ay boyunca kaptan ve üç mürettebat yasal zorunluluklar sebebiyle gemide kalmak zorunda kaldı. Kaptanın yakıtı satması ve avukatların, patlayıcı maddenin dört kişinin hayatını tehlikeye atmasını gerekçe göstermesi ile mahkeme kararı sonucunda çalışanlar Beyrut’u 2014 yılında terk edebildiler. Mürettebatın gitmesinin ardından amonyum nitrat güvenlik açısından limandaki ambara kapatıldı. Lübnan’ın yaptığı soruşturmada ise amonyum nitratın ambara kapatılmasından, saklanmasına kadar olan süreci ihmaller zinciri olarak ele aldı ve liman güvenliğinden sorumlu olanların ev hapsine alınması gerektiğine karar verdi.

 

Yerel makamların gerçeği söylemeyeceği ve yetersiz teknik altyapı nedeniyle kamuoyunda uluslararası bir soruşturmanın yapılması için istek artmaya başladı. Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Aun ise bunu ‘egemenliğin ihlali’ ve ‘zaman kaybı’ olarak nitelendirerek bu isteği reddetmekle yetindi. Bu noktada kuşkusuz hükümetin istifa etmesi, Batılı ülkelerin Lübnan’a artan yaklaşımı ve Hizbullah’ın müttefiki olmasının da etkisiyle ülkedeki en güçlü otorite olarak -doğal bir şekilde- kendini görmesi, iç sorun olarak görülen bu patlamayla kendisinin başa çıkabileceği, güçsüz olmadığı imajını çizmek için yapılan bir açıklama olduğu düşüncesini doğuruyor. Ancak buna rağmen Interpol, FBI ve Fransa’nın konuyla ilgilenen yetkilileri Lübnanlı meslektaşlarına hem yerel hem de dünya çapında destek olmak için çoktan Beyrut’ta yerlerini almışlardı.

Beyrut Liman Patlaması şehir etki alanı

Kahraman Olmayı İstemek: Lübnan’a Dönüş

Beyrut’taki patlamaya en büyük tepki veren ülke ise kuşkusuz Fransa oldu. Misyonerlik faaliyetlerinin yapıldığı, Mandacılık geçmişi olan ve bağımsızlığın ardından dahi kültürel, ticari ve siyasi alanlarda Lübnan ile ilişkilerini sıkı tutan Fransa, bu yaşananlara karşı hızla harekete geçmeye karar verdi. Fransız eski diplomat Michel Duclos, Beyrut Patlaması’ndan sonra Fransa’nın Lübnan’daki varlığına şu şekilde yaklaşıyor: “(Bu adım) İstikrarın sağlanması için devlet otoritesinin sağlanması gerektiğine inanan bölgedeki Fransız diplomasi geleneğine uyuyor.” Fransız sağı ve solundan isimler Macron’un Beyrut ziyaretini o dönem ‘sömürgeci zihniyet’ ve ‘fırsatçı davranış’ olarak niteledi. Bir diğer Fransız eski diplomat Philippe Moreau Defarges ise Macron’un ziyaretini değerlendirirken kendisi için “Bir şeyler yapmak istiyor… Yeni de Gaulle1 Charles de Gaulle son derece karşı olmasına rağmen Lübnan, 1943 yılında Britanya ve Amerika’nın baskıları sonucunda bağımsızlığına kavuştu olmak istiyor.” açıklamasında bulundu.  Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron daha Beyrut’a varmadan önce yaptığı açıklamalarla halk ile yönetici sınıf arasında arabulucu olarak kendini konumlandırmış, yöneticilerden hesap sorabilecek ve onlara görevler verebilecek yegane şahsiyet olarak kendisini görmüştü. Macron’un Lübnan’ı değiştirmek için girdiği bu süreç, sömürgecilik tarihinin bilincinde olan bir Fransız liderin “patronluk” refleksiyle birlikte kriz durumlarında Lübnanlı liderlerin Élysée Sarayı’na çözüm için gitmeleri de kendisini kural koyucu olarak görmesine sebep olan etkenlerden biri.  Macron’un Beyrut sokaklarında halkla buluşmasının pratikte olumlu etkisinin olmayacağı, sadece patlama sonrasında yardım bekleyen topluluğa umut olmak ve siyasi yapının kronik sorunun kaynağı olduğu Lübnan’da açık olarak -tekrar- kendini kısa sürede gösterecekti. Lübnan’daki siyasi liderlerin mevcut statükonun taraftarları oldukları, yaşanan değişimin kendilerinde güç kaybı oluşturabileceği çekincesi ve devamında yaşanan yolsuzlukların açığa çıkabileceği korkusu, çok uzun yıllardır Lübnan’da yönetimi elden ele değiştirenlerin reformu kabul etmemelerine sebep oluyordu. Macron her ne kadar gizli (Hizbulah) ve açık şekilde Lübnanlı liderlere “ülkenin yeniden inşası için reformların şart olduğu” telkinlerinde bulunsa da karmaşık siyasi denklem içerisindeki unsurlar bundan yana tavır almadılar. Emmanuel Macron’un Lübnan planı dört aşamalı ve kapsayıcı reform paketinden oluşuyor; COVID19 ve İnsani Durum, Beyrut’un Yeniden İnşası, Refomlar ve Seçimler. Bu başlıklar kendi içlerinde detaylara ayrılıyor. Herbiri, Lübnan’daki bir sorunu hedef alıyor. Genel olarak reform paketi şu alt başlıklardan oluşuyor;

 

Pandeminin kontrol altında tutulması ve insanlara sağlık hizmetlerinin ulaştırılması, BM koordinesinde uluslararası insani yardım, Beyrut Limanı’nın yeniden inşası ve patlamayla ilgili bağımsız soruşturma organının kurulması, Lübnan Hükümeti’nin sivil toplum ile düzenli görüş alışverişi, kamuya ait elektrik sektörüne yeni görevliler ile büyük bütçenin ayrılıp aşamalı düzenlenmesi, kamuda şeffaflık (tüm kamu kuruluşlarında işe alım, ihale, bütçe vb.) ve denetimin sağlanıp liyakata göre atama/alım yapılması, yolsuzlukla mücadele birimlerinin kurulup gerçek çalışmalar yapmaları için desteklenmeleri ile gümrüklerin sıkı takibi, bir yıllık süre içerisinde Meclis’in yeni seçim sürecini başlatması ve yeni seçim yasasıyla sivil toplumun daha çok Meclis’te temsiliyet bulması.

 

Bu reform paketinin hayata geçirilmesi için de yeni hükümetin kurulması gerekliydi. Macron’un yeni kabineyi kurmaları için yönetici sınıfı zorlaması, Berlin Büyükelçisi Mustafa Edib’in kendisini hükümeti kurmakla görevlendirilirken bulmasına sebep oldu. Lakin Macron’un ikinci ziyaretine, tüm taraflarla görüşmesine rağmen bu Lübnan ziyareti sadece Fransız varlığının ülkede resmi kanallarla kendini ortaya koymasından öteye gitmedi. Mustafa Edib’in hükümet kuramama süreci sancılı geçti. Lübnan’ın önde gelen isimlerinin verdikleri sözlere karşın bu yönde istekli adım atmamalarını Macron “müşterek ihanet” olarak niteledi. 2020 Eylül’ünün ikinci haftasına kadar kurulması için söz aldığı hükümete ek olarak COVID19 ile mücadele, patlamadan etkilenen bölgelerin onarımı, siyasi ve ekonomik reformlar neticesinde Batılı ülke ve kuruluşların maddi desteğinin sağlanmasını istiyordu. Lakin, Edib’in kuracağı hükümet teknokratlardan oluşacak olması ve her partiye istediği bakanlık makamını vermeyecek olması çatışmalarla geçen, kısa sürede son bulan bir girişim olarak kaldı. Geleneksel olarak hep aynı partilerin aldıkları önemli kurumlar olan Savunma, Dışişleri, İçişleri ve Maliye bakanlıklarını başkalarına vermek isteyen Mustafa Edib bu noktada EMEL ve Hizbullah ile çatışma yaşadı. Maliye Bakanlığı’nı her daim elinde bulunduran EMEL-Hizbullah ikilisine bu kurumu vermek istemeyen Edib, bunların hükümetin kurulma sürecinden çıkmalarını izlemek zorunda kaldı. Diğer siyasi partilerin de süreçten uzaklaşmasıyla hükümeti kuramayan Edib’in ardından Macron’un kullandığı niteleme, pek az konuda birleşen ve bunun da statükonun korunması olan, mezhebi ve etnik ayrışmadan uzak yönetici elitlerin ülkedeki rollerini en iyi sergileyen davranışlardan biri oldu. Lübnan’da reform için kararlılıkla çabalayan ve ülkeye birden fazla ziyarette bulunan Macron, uluslararası kamuoyunun ilgisini sürekli güncel tutarak, kendi ajandası dahilinde onların iç politikaya müdahalelerinin boyutunu ve desteğini arıyor. Fransa öncülüğündeki Batı grubunun Lübnanlı yöneticilere karşı yekpare duruş sergilemesindeki gücü korumaya çalışarak, Beyrut’taki değişikliklere doğrudan kendisi müdahale ederek, Amerika ve Avrupa’nın da gücünü çeşitli noktalarda baskı unsuru olarak kullanarak Lübnan krizini çözmeyi amaçlıyor.

Liman patlamasının etki dairesi
Liman patlamasının etki dairesi

CSI: Beyrut

Beyrut Liman Patlaması ile ilgili soruşturmayı ilk yürüten isim Hakim Fadi Savan oldu. Aylar boyunca yaptığı görüşmeler, yabancı ülkelerden istenen raporlar dahilinde başta Vekil Başbakan Hasan Diab ve üç eski bakanın yargılanmasını istediğinde önceki başbakanlar, Meclis Sözcüsü ve Hizbullah liderinin direnişiyle karşılaştı. Bunun neticesinde iki eski bakanın yüksek mahkemeye yaptığı başvurular neticesinde Hakim Savan görevinden Şubat ayında alındı. Yeni atanan Hakim Tarık Bitar ise aylarca yaptığı incelemelerinden ardından pratikte biraz daha ileri adımlar atabildi. Nisan ayında sorgulanmak üzere gözaltına alınan altı güvenlik yetkilisi, geçmişte yetkilileri Beyrut Limanı’nda bulunan patlayıcı maddelerle ilgili detaylı raporlar sunarak en üst noktadaki yetkilileri önceden uyardıklarını ifade ettiler. Bu altı kişiyle birlikte liman çalışanı olan alt kademe yedi kişi daha serbest bırakılırken gözaltındaki üst düzey liman personelleri parmaklıklar ardından kalmaya devam ediyorlar. Bu süreç dahilinde hem iç hem dış kamuoyunun baskıları Hakim Bitar’ın soruşturma yürütmesini daha elverişli hale getirdi. Zira Lübnan’ın işler hale gelebilmesi için yargıdaki işleyişin de siyasi ve ekonomik reformlara paralel yürüme gereği yönetici sınıfı gittikçe zorlayan olgu halini almaya başladı. Ama bu tabii ki o kadar da kolay olmayacaktır. Geçmişi aydınlanmamış ve hatta incelenme gereği dahi duyulmamış suikastler, yolsuzluklar ve suçlarla dolu Lübnan’ın iç savaş sonrası tarihine bakılınca bu denli büyük kapılara açılan Beyrut liman patlama soruşturmasının akıbetini devam ettirebilmek pek kolay durmuyor. Hakim Tarik Bitar’ın Haziran ayının başlarında gazetecilere yaptığı açıklamada Fransa’dan gelen raporun da değerlendirilmesi dahilinde patlamanın sebebinin öğrenilmesi için fazladan iki aya ihtiyaç olduğunu söyledi. Fransız raporunun gelmesiyle birlikte hakimin patlama ihtimallerinden biri %80 oranında geçersiz kılındığı belirtildi. Bitar’ın patlamanın sebebi olarak değerlendirdiği üç ihtimal ise hata kaynaklı yangının başlaması, kasti olarak ateşe verilmesi ve hava saldırısı. Lübnan Ordusu patlamanın olduğu gün yaptığı açıklamayla herhangi bir hava hareketliliğinin olmadığını açıklamıştı.

 

Temmuz ayının başında Hakim Tarık Bitar peşi sıra yaptığı isteklerle Lübnan kamuoyunu patlamayla ilgili soruşturmanın durmadığı ve daha ileriye atılacağını göstermeyi amaçladı. İlk önce milletvekillerinden eski üç bakan; İçişleri Bakanı Nahud Maşnuk, Maliye Bakanı Ali Hasan Halil ve Kamu İşleri Bakanı Gazi Zeayter’in dokunulmazlıklarının kaldırılmasını talep etti. Meclis’in oylama yapmadan önce kanıt istemesi ve hakimin bütün kanıtları çoktan kendilerine sunduğunu açıklamasına karşın herhangi bir ilerleme yaşanabilmiş değil. Söz konusu siyasilerin de soruşturmaya hazır olduklarını, lakin Meclis’in oylamasını beklediklerini de söylemeleri esasen hem Meclis hem de bakanların zaman kazanmak ve göz boyamak maksatlı açıklamalarda bulunduklarını ortaya koyuyor. Beyrut patlamasının hemen ardından Lübnan’da siyasi ve ekonomik reform yapmak için çeşitli sözler veren, ülkeyi iyileştirmek amacıyla her şeyi yapmaya hazır olduklarını ifade eden yönetici elitin benzer şekilde geçtiğimiz bir yılda herhangi olumlu faaliyette bulunmaması soruşturma konusunda da niyetli olmadıklarını gösteriyor. Öyle ki Hakim Bitar sadece bakanları değil eski güvenlik kurum yöneticilerini de sorgulamak istemiş lakin red cevabıyla karşılaşmıştı. Lübnan’ın iç istihbarat faaliyetlerinden sorumlu iki kurumun yöneticileri; Genel Güvenlik Müdürlüğü’nün Şefi Abbas İbrahim ve karşı-casusluk faaliyetlerinde de bulunan Devlet Güvenliği’nin Şefi Tony Saliba’nın da dokunulmazlıklarının kaldırılıp, soruşturulmak istenmesi büyük gündem olmuş, olayların çıkmasına sebebiyet vermiş lakin Vekil İçişleri Bakanı Muhammed Fehmi’nin bu isteği reddetmesi Lübnan gerçekliğini tekrar ortaya koydu. Mevcut vekil hükümetin artık olumlu ve olumsuz herhangi değişiklikten çeşitli sebeplerle uzak durup, bir sonraki hükümete soruşturmayla birlikte devretme istekleri gün yüzüne tekrar çıktı.

 

Lübnan iç siyaseti soruşturmaların uygun şekilde gitmesine pek izin vermezken, uluslararası kamuoyunda gelişmeler yaşanıyor. Beklenildiği ölçüde büyük adımlar atılmasa da bazı noktaların geliştirilmesi için çalışmalar sürüyor. Beyrut Liman Patlaması ile ilgili Interpol gemi kaptanı dahil olayla alakalı üç kişiyi kırmızı bültenle aramaya başladı. Beyrut’ta yaşananlarla ilgili gerçeklerin ortaya çıkması, iç politikada yaşanan tıkanıklar sebebiyle uluslararası kuruluşların müdahil olmasını gittikçe zorunlu kılıyor.

 

Beyrut Limanı’ndaki patlamayla ilgili FBI’ın 7 Ekim 2020 tarihli raporuna erişen Reuters, yaşananları farklı açıdan değerlendirmeyi gerekli kılacak detaylar paylaştı. FBI’ın ulaştığı bulgular neticesinde Rhosus gemisinden Beyrut Limanı’nda indirilen 2,754 ton amonyum nitratın sadece 552 tonunun patladığı, geriye kalan patlayıcı maddenin kayıp olduğu bilgisine erişildi. Lübnanlı yetkililer neden sadece 552 tonunun patladığı konusunda kesin sonuca varabilmiş değil. Ancak konuyla ilgili iki teori mevcut; patlayıcı maddenin çalındığı veyahut söz konusu büyük parçanın patlamayıp denize saçıldığı.

Adli kaynakların basına verdikleri bilgiler ışığında Hakim Bitar’ın Beyrut Liman Patlaması ile ilgili yürüttüğü soruşturmanın yüzde 75’inden fazlasını tamamladığını söylediler. Lakin amonyum nitratın kayıp kısmının bulunması konusunda bazı zorlukların yaşandığını eklediler. Amonyum nitratın kaçırılıp kaçırılmadığını araştırmacıların incelemesi için Tarık Bitar, ondan fazla ülkeden uydu fotoğraflarını göstermelerini talep etmesine karşın sadece Fransa yanıt vermiş ve patlama vaktinde Beyrut Limanı üzerinde uydularının olmadığını söylemekle yetindiğini yine yargı kaynakları medya mensupları ile paylaştı. Lübnan Devlet Güvenliği’nin raporuna ulaşan AFP, bir kimya uzmanın “Amonyum nitrat Beyrut Limanı’nı dümdüz edecek bir patlamaya sebep olabileceği” noktasında devleti uyardığını ve raporu hazırlayan Devlet Güvenliği kurumunun da yetkilileri uyardığını doğruladı.

 

İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 3 Ağustos 2021 tarihinde yayınladığı “They Killed Us from the Inside – An Investigation into the August 4 Beirut Blast”  raporunda detaylı ve titizle hazırlanmış çalışmanın sonucunda Lübnan’daki yetkililer ve kurumların patlayıcı madde ve sebep olabileceklerinden haberdar olduklarını lakin bunun için önlem almadıklarını ayrıntılı şekilde işliyor. Aynı kuruluşun paylaştığı interaktif çalışma “Lebanon: Evidence Implicates Officials in Beirut Blast – Targeted Sanctions, International Investigation Only Path to Justice” kapsamında ise zaman çizselgesi halinde Beyrut Limanı’ndaki amonyum nitrat ile ilgili bakanlıkların, güvenlik kurumlarının ve gümrüğün sahip oldukları belgeler ışığında 2 Nisan 2014 tarinden 20 Temmuz 2020’ye kadar olan süreçte Lübnan bürokrasisinin patlayıcı maddeyle ilgili bürokratik sürecini ortaya koyuyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü yaptığı bu çalışmalar neticesinde de Beyrut Liman Patlaması’ndan Lübnan’daki yetkilileri sorumlu tutarak, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nden bağımsız ve uluslararası mahiyette kapsamlı soruşturma başlatılmasını talep etti.

Beyrut Liman Patlaması’ndan en çok etkilenen binaların 2.5D çizimleri Kaynak
Beyrut Liman Patlaması’ndan en çok etkilenen binaların 2.5D çizimleri Kaynak

İsrail Faktörü

Bu resmi açıklama haricinde İsrail’in mevcut şartlar dahilinde Beyrut Limanı’nı vurması için sebep de bulunmuyor. Öyle ki, 2006 yılında Beyrut’un güneyini yerle bir eden, Lübnan’ın çeşitli bölgelerinde sivil kayıplara sebep olan İsrail, bu savaştan Hizbullah’ın daha güçlenerek çıktığını gördükten sonra örgüt ile olan mücadelesinde değişikliğe gitme amacı duyduğu açık. Öyle ki medya, düşünce kuruluşları ve sosyal medyayı kullanarak Hizbullah’a yönelik çeşitli kaynaklardan ülke içerisinde, bilhassa tabanında güvensizlik oluşturmayı amaçlarken, öte yandan ise dünya kamuoyunda Hizbullah’a karşı yasal bir karşıtlık oluşturmaya çalışıyor. Bu noktada eski Başbakan Binyamin Netanyahu’nun 2018 yılında da uydu fotoğraflarıyla Beyrut’ta iddia ettiği noktalardaki Hizbullah silah depolarına liman patlamasından sonra yine değinmesi bu sefer partiyi harekete geçirdi. Hasan Nasrullah’ın talimatıyla parti sözcüsü Muhammed Afifi mihmandarlığında işaret edilen binalara Batılı ve yerli gazetecilerle geziler gerçekleştiren Afifi, koordinatları paylaşılan yerlerin boş depolar olduğunu basın mensuplarına gösterdi. Hizbullah’ın mühimmat depoları kuşkusuz bir basın gezisiyle üstü kapanabilecek mesele değil. Lakin İsrail kendisini patlamadan oldukça uzakta tutmaya çalışırken, bir yandan da partinin üzerinde baskı noktası oluşturmaya çalışıyor. Hizbullah’ı kendisi değil, başkalarının veyahut kolektif şekilde silahsızlandırmanın/tüm faaliyetlerini sonlandırmanın Tel Aviv açısından daha rahat olacağı su götürmez bir gerçek. Arap ülkeleriyle barışçıl düzlemde kurmaya çalıştığı ilişkiler göz önüne alınınca, son dönemlerde İsrail’in Hizbullah’ı vurmak amacıyla bütün ülkeyi doğrudan olumsuz etkileyecek askeri saldırıda bulunmasının yarardan ziyade zarar getireceğinin farkında olacağı açık. Bu sebeple sınırda Hizbullah ve İsrail arasında yaşanan gerginliklere bakılınca sınırlı çatışmaların yaşandığı görülüyor. Bilhassa 2020 yılının Temmuz ayının son günlerinde yaşanan ufak çaplı karşılıklı gerginlikte de yıllardır karşı karşıya savaş noktasında gelmekten kaçınan tarafların sınırlı çatışmaları tekrar kendini gösterdi. İsrail için olduğu kadar Hizbullah da Lübnan’a İsrail’i sokturmaktan kaçınarak, ülkede oluşabilecek yıkımdan doğrudan sorumlu tutulmaktan kaçmaya çalışıyor. Zira, Hizbullah’ın 2006’daki siyasi konumu ile şu anki konumu birbirinden oldukça farklı. Parti artık hükümetin kuruluşundan, yerelde binlerce insana doğrudan temas eden belediyecilik ve STK yöneten çok etkin bir yapı. Bütün bu sebeplerle İsrail Faktörü en başında elenen bir şıktı.

Krizi Fırsata Çevirmeye Çalışmak: Hizbullah

Lübnan’daki her olayın parçası olabilen Hizbullah kuşkusuz Beyrut Patlaması ve sonrasındaki gelişmelerde rolünü korudu. Güçlü militan yapılanmaya sahip olması kuşkusuz partiyi parmakla gösterilenler arasında yer almasını sağladı. Beyrut’taki patlayıcı maddelerle ilişki kurulması haricinde siyasi süreci de tıkayan yapılanma olarak gösterilen yegane oluşum olarak yerini koruyor. Diğer siyasilerin patlayıcılardan haberleri olmasına rağmen önlem almamaları söylemlerinin aksine Hizbullah’ın doğrudan patlamanın kaynağıyla alakalı olduğu iddiaları belirli dönemlerde ortaya atılıyor. Hizbullah’ın bu iddiaları yalanlama açıklamaları haricinde Lübnan’daki krizi kendine farklı tabanlardan güç toplama adına meşru sürece çevirme programı mevcut. Lakin bu sefer ki medya çalışmaları 2006 ve öncesindeki vakaların aksine pek işe yaramıyor. Parti lideri Hasan Nasrullah’ın coşkulu ve etkileyici konuşmaları kendi parti tabanından başka yerde, hükümet ve devlet kadrolarında dahi etkisi bulunmuyor. Hasan Nasrullah, sonuncusu Haziran ayının sonunda olmak üzere çeşitli tarihlerde Lübnan’daki petrol krizine çözüm olmak için İran’dan ihracat yapılabileceği teklifini konuşmalarında dile getirdi. Bu teklif bilhassa ülkedeki benzin istasyonlarında yakıt kalmadığı dönemde yapılınca öncekilere göre daha da dikkat çekti. Önceki konuşmalarında bu teklif görmezden gelinir ya da hükümet tarafından olumsuz karşılanırken son seferde ise çeşitli siyasiler ve uzmanların uyarılarına maruz kaldı. En nihayetinde Amerika’nın halihazırda Lübnan’daki siyasiler ile Hizbullah’a ve İran’a uyguladığı yaptırımlar göz önüne alınınca Tahran ile yapılacak herhangi bir anlaşmanın Lübnan’ı giderek yalnızlaştırmasına ve Batı’dan gelecek yardımların da gerçekleşmeyeceği sonucuna çıkıyor. Bunu göz önünde bulunduran hükümet, Nasrullah’ın bu teklifini kesin olarak reddetmeyi sürdürdüler.

 

Hizbullah’ın bu süreçteki diğer adımı ise sağlık sektörüne yardımcı personel sağlamak oldu. Mevcut vekil Sağlık Bakanı Hamad Hasan zaten Hizbullah’ın destekleğiyle makamda bulunuyor. Ve COVID19 ile mücadele kapsamında parti, bin beşyüz doktor ve üç bin hemşireyi Lübnan’ın çeşitli yerlerinde görev yapması için Sağlık Bakanlığı’na destek olarak gönderdi. Bu hamlenin virüsle mücadele açısından kuşkusuz rolü olması bir yana Hizbullah’ın krizleri avantaja çevirme geleneği de barınıyor. Bunun başında o güne kadar hiç bulunmadıkları karşıt partilerin hakim olduğu bölgelerde halkla ilişkilerini ve karşıt tabanda kendilerine olan bakış açısında değişikliğe gidebilmek için çabalamaları gerçek olarak kendini muhafaza ediyor. Bu bölgelere, hastaneye gelen hastalara erişim şimdilik iletişim düzeyinde kalsa da partinin istihbari ve askeri maksatla bu kaçırılmaz fırsatı değerlendirmesi Hizbullah’ın bir şeyi çabuk kavrayan ve uygulayan reflekslerine oldukça uyuyor. Partinin kökenlerine inildiğinde Lübnan’ın ve Beyrut’un güneyinde devletin tüm sosyal ve kamu imkanlarından mahrum bırakılan Şii halka ücretsiz veyahut cüzi miktarda nakit karşılığında yaptıkları hizmetler hem partiye hem de Velayet-i Fakih makamına yöre halkının bağlılıklarını göstermesiyle vuku buldu. Yüksek disipline sahip ve hiyerarşik yapıya sahip olan Hizbullah, bunu resmi görevleri olmayan halka da zaman içerisinde benimsetmeyi başardı. Sadece maddiyata dayalı olmayan aynı zamanda idealize edilen fikirlerin gerekli tedrisat, vaazlar ve faaliyetlerle halka aşılamayı başaran Hizbullah, kendi kaynaklarını da aşan gönüllü insan ağı kurmayı başardı. Bu sebeple Hizbullah’ın Lübnan’daki farklı bölgelerde şartlara uygun olarak stratejik ve taktiksel insan temelli her türlü faaliyet için COVID19 tecrübelerini kullanması beklenebilir.

 

Amerika ise bu gelişmeleri göz önünde tutarak Hizbullah’a siyasi ve mali açıdan baskı uygulamaya devam ediyor. Dünyanın çeşitli yerlerindeki örgüt faaliyetlerini de yakından takip eden Amerika, Beyrut Liman Patlaması ile ilgili Hizbullah’ı işaret etti. 22 Aralık tarihinde Kongre yayınladığı kararda; son hükümetin kuruluşunda Hizbullah’ın aktif rolü sebebiyle 2019 yılından beri son iki yıl içerisinde Lübnan’daki krizin sebebi olarak yolsuzluk ve Hizbullah’ın kötü yönetimi olduğuna dikkat çekiliyor. Beyrut Limanı’ndaki patlamayla ilgili Hizbullah’ın rolünün ise liman üzerinde partinin etkisi ve kullanımının, ‘terör faaliyetleri için transit geçiş ile depo olarak tercihi’ olduğuna işaret ediliyor. FBI’ın 2.202 ton amonyum nitratın kaybolduğunu raporlamasının ardından uzun süre boyunca patlamayla yan yana getirilmeyen Hizbullah yeniden bu kaybolmaya soru işaretlerinin en başında yer alan yapılanma oldu. Sadece Hizbullah değil, bu seçeneğin yanına Şam Yönetimi de ekleniyor. Buradaki bağlantı ise Şam’ın çalıştığı Suriyeli iş insanı George Hasvani’ye dayanıyor. Hasvani, IŞİD’den petrol satın alarak Şam’a ulaştırdığı gerekçesiyle 2015 yılında Amerika’nın yaptırım listesine girmişti. The International Network on Explosive Weapons kuruluşu benzer yolun burada da izlendiğini düşünerek, Şam’ın kullanacağı varil bombalarının yapımı için gerekli amonyum nitratın Hasvani aracılığıyla alındığı iddiasında bulundu. Buna çıkış noktası da Londra’da bulunuyor. Mozambik’teki ‘Fabrica de Explosivos’ AFP’ye yaptığı açıklamada amonyum nitratın 2013 yılında ‘Savaro’ şirketinden yapıldığını belirtiyor. Savaro’nun kayıtlı olduğu adres ile Hasvani’nin işlettiği şirketin adresleri de Londra’daki aynı ikametgaha çıkıyor. Hasvani’nin Savaro ile bağlantısını reddederek, “Kıbrıslı şirketin aynı adrese daha fazla kaç şirketi kaydettiğini bilmediğini” söylerek bu davadan sıyrılmaya çalışıyor. Beyrut Barosu ve bazı mağdurlar patlamanın birinci yıl dönümünün arifesinde, doğrudan ve dolaylı yoldan sorumlu olan herkesi adaletin karşısına çıkaracaklarını belirterek bu kapsamda Savaro şirketine dava açtıklarını açıkladılar. Kayıp amonyum nitratın nereye gittiği hala belirsizliğini korurken, Şam Yönetimi’nin bomba yapımında kullandığı ihtimali güç kazanmış vaziyette.

Saad Hariri’nin Hükümet Kurma Bilmecesi

Hükümetin kurulamaması noktasında Başbakan adayı Saad Hariri ve Cumhurbaşkanı Mişel Aun arasındaki ayrılık, Aun’un isteklerine dayanıyordu. Aun ve damadı Cibran Basil, kabinede veto hakkını ellerinde tutmak için 24 kişilik bakanlık makamından 9 ya da 10 koltuğa sahip olmayı amaçladılar. Bu noktada ise diğer partilerin seçebileceği Dürzi ve Sünni bakanlıklara kendilerine yakın olan isimleri koymak istemeleri, bunu zorlamaları hükümetin kurulamaması için bütün şartları sağlıyordu. Cumhurbaşkanı, kabinenin üzerinde gücünü sağlama almak istiyor ve bunu da Hariri’ye hiç çekinmeden dile getiriyordu. Öyle ki Aun, Hariri’ye bir çerçeve sunarak kendisinden bunu doldurarak kabineyi doldurmasına istedi. Hariri ise hükümeti kurmanın Cumhurbaşkanı’nın değil, kendisinin görevi olduğunu söyleyerek Mart ayındaki bir başka toplantıdan daha sinirle ayrılarak başarısızlıklarla örülmüş ağa yenisinin eklenmesine vesile oldu.

 

Mart ayından itibaren yapılan görüşmeler de bir öncekilerinden farklı atmosferde ilerlemedi. Ülkedeki kriz her geçen gün daha da kötüye gidiyor, Lübnan lirası değer kaybediyor, enflasyon yükseliyor, yoksulluk ve açlık artıyor. Siyasilerin, kabinede daha çok hüküm hakkı ve veto şansı için hükümeti kurmaya direnmeleri Lübnan’ın değil istikbalinin önüne kendi çıkarlarını koyduklarını tabana daha da gösteriyordu. Beyrut Liman Patlaması’ndan sonra halk nezdinde siyasi partilere bakış açısı iyice olumsuz hal almaya, tepkiler çoğalmaya başladı.

 

Saad Hariri’nin mevcut hükümet yapısından farklı olarak oluşturmak istediği hükümete Mişel Aun’un karşı çıkması Lübnan’da hükümetin kurulamamasına sebep olan gerçeklerin en başında yer alıyor. Aun, kabinedeki veto gücü ile etkisini kendisine ve damadı Cibran Basil’e bağlamayı amaçlayan, bakanlık dağılımında kendi çıkarlarına uygun makamların olmaması ile bir sonraki Cumhurbaşkanı için Basil’e zemin hazırlama hususunda ülkenin içinde bulunduğu krizden çıkmak yerine siyasi otoritesini pekiştirmenin arayışında olması Hariri’nin 14 Temmuz günü istifa etmesine neden oldu. Kuşkusuz bu istifanın devamında gelecek zorluklar bulunuyor. Hariri’nin istifasının hemen ardından ülkenin çeşitli bölgelerinde insanlar sokağa çıkarak protestolarda bulundular. Zira Lübnan’ı kurtaracak dış yardımın en hızlı şekilde Hariri aracılığıyla geleceğini biliyorlardı. Her ne kadar Hariri, halkın gözünde diğer siyasilerden daha farklı konumda olmasa da ülkede en çok Sünni destekçesiye sahip isim. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile arası kötü olsa dahi Arap Dünyası’nın Sünni siyasi çevresiyle oldukça iyi ilişkilere sahip. Bu ilişkilere Amerika ve Fransa başta olmak üzere Batı devletlerini de ekleyince küresel piyasa ve hegemonyayı ellerinde bulunduran güçlerle yakın olması Lübnan’ın dış yatırım ve yardım ile hızlı toparlanabilmesini umuyorlardı.

 

Cumhurbaşkanı Mişel Aun ve damadı eski bakan Cibran Basil’in Lübnan’ın üzerindeki hakimiyetlerini kalıcı hale getirme çabaları nihayetinde halkı endişelendiren bir nokta. Lübnan’da mevcut cumhurbaşkanının ikinci dönem görevde kalmasına anayasal olarak izin verilmiyor. 2016 yılında göreve başlayan Mişel Aun, bir sonraki Cumhurbaşkanı olarak damadı Cibran Basil’i düşünüyor. Aun bu senaryonun aynısını teşkilatı olan Hür Yurtseverler Partisi’nin başına Basil’i geçirerek uygulamıştı. Şimdi ikisi de birlikte ülke siyasetinde daha etkin olarak hükümet meselesine doğrudan dahil olma yolunu seçiyorlar. Kendilerinin bu istekleri ne yazık ki halk bazında hoşnutlukla karşılanmıyor. Sosyal medyada sürekli olarak verilen tepkilerin sokaklara tezahürü de belirli dönemlerde yaşanıyor. Ancak insanlar bu yönetim altında Lübnan’ın durumunun daha kötüye gideceğini düşünüyorlar. Çünkü Mişel Aun’un 2005 yılından beri Hizbullah ile ittifak hali, başta Basil olmak üzere kendi müttefiklerine Amerikan yaptırımlarının uygulanmasını doğuruyor. Bu sebeple de ülkenin bir ekonomik krizden çıkması adına Batı’nın ekonomik yardımlarına ek olarak hesap verilebilirlik ve şeffaflık reformları noktasında yönetici elitlere uygulayacağı baskının da işe yaraması umuluyor.

 

Lübnan’ın eski Maliye Bakanı Ali Hasan Halil ile Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı Yusuf Fenyanus’a Amerikan Hazine Bakanlığı Eylül 2020 yılında “Hizbullah’a yardım ve yolsuzluk” suçlamalarıyla yaptırım uygulamaya başladı. Amerikan Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu İlişkileri Bürosu eski Müsteşarı David Schenker yaptırımların sadece bu iki ismle sınırlı kalmayacağını “Hizbullah’ın siyasi müttefikleri (partinin) terör ve yasadışı faaliyetlerine olanak sağlamaktan sorumlu tutulacaklarını bilmeliler” açıklamasıyla yıllardır hedef alınan Hizbullah’ın başta Refik Hariri suikastiyle ilgilinen Lübnan Özel Mahkemesi ile ilgili hassas dökümanlara ulaşması ve yaptırımları atlatarak nakit akışını sağlamaya devam edilmesinde ittifak kurduğu aktörlerin belirlendiği ve onların da engellemelere maruz kalacağını açıkça belirtti. Bu belirtmenin ardından Cibran Basil, Kasım ayında yaptırımdan payını aldı. Lübnan’ın Telekom, Enerji ve Su ile Dışişleri’nde bakanlık görevini yürüten Basil için Amerika “Birbiri ardına gelen hükümetlerin; borcu azaltma, başarısız altyapı ve elektrik kesintileri devam ederken devleti milyarlarca zarara uğratan enerji sektörünün yol açtığı yolsuzluğun ön safında Basil’in olduğunu” belirtmesi aslında Basil’in Hizbullah ile olan yakınlığı sebebiyle yaptırımların hedefinde olması için yeterli sebepleri oluşturuyor.

Lübnan’da ‘yolsuzluğun ön safındaki’ tek ismin Basil olmadığını kendisine muhalif olanlar da açıkça belirtiyorlar. 2019 yılındaki protestolarda sokağa çıkan halk, iktidardaki mezhebi ve dini bölünmeye rağmen “Killun ya’ani killun” (كلن يعني كلن), “Hepsi yani hepsi” diyerek Lübnan’ın içinde bulunduğu bu sorunlardan tüm siyasilerin sorumlu olduklarını çoktan dile getirmişlerdi. Lübnan siyasi hayatının önemli aktörlerinden ve 44 yıldır aktif şekilde İlerici Sosyalist Parti liderliğini yürüten Velid Canbulat verdiği röportajında ülkenin içinde bulunduğu bu çıkmazdan “Godfathers” olarak sıfatlandırdığı kendisi de dahil tüm siyasileri dahil etti. Hizbullah’ı ise sahadaki ana güç olarak gösterdi. Amerika’nın yaptırım silahını tek başına kullandığını söylemek doğru olmaz. Fransa’nın öncülüğünde Avrupa Birliği, Temmuz ayı sonuna kadar Beyrut’ta bir hükümet toparlanmaması halinde ülkedeki rejim ve yönetici elitin yaptırımların hedefinde olacağını AB Dış Politika Şefi Josep Borrell belirterek, tıpkı Paris’in aylardır Lübnanlı siyasilere yönelik sürdürdüğü yaptırım tehditlerine yenisi ekledi. Bu yaptırım kararlarının hedefini bulduğunu lakin siyasi ve ekonomik reform beklentilerinin ne ölçüde karşılayacağı hala belirsizliğini koruyor. Gün geçtikçe Lübnan’daki ekonomik kriz giderek artıyor ve bunun önüne geçebilmek adına Batı’nın yardımına ihtiyaç duyuluyor. IMF Orta Doğu ve Orta Asya Bölüm Direktörü Cihad Azur da tam bu noktaya değiniyor; “Lübnan kendisini bu ekonomik krizin dışına ülkede değişimi sağlayacak yeni hükümet olmadan ve uzun süreli reformlar uygulamadan çıkaramaz.”

 

Ekonomi, Enerji ve IMF

Lübnan ekonomisi, 1990 yılında iç savaşının bitmesinin hemen ardından toparlanmayı başaramadı. Kısa süreli ekonomik programlar, bankacılık sektöründeki dalgalanmalar, çevre ve uzak bölgelerdeki zengin ülkelerden yardım ile yatırım ihtiyacı, yolsuzluk, Suriye baskısı vb. koşullar ‘90lı yıllar Lübnanı’nda kısa istikrarların olduğu, Refik Hariri yönetiminin liberal politikalarıyla dışa açılmacı ve yatırım sağlayıcı lakin uzun vadeli ve temelden sorunu çözemeyen ekonomik planların oluşturulmasıyla geçti. Lübnan’ın o günkü şartları içerisinde daha köklü çözümler yapılabilir miydi, bu tartışmalı bir konu. Yeni ve hassas ekonomik yapılanma, belirli dönemlerde kendisini tekrar eden krizlere sebep oldu. Lübnan’ın herhangi bir zorluk yaşadığı dönemde ilk bankacılık ve ekonomi sektörü etkileniyor. Yıllar içerisinde önü alınamayan yolsuzluk, Arap Baharı ve Suriye İç Savaşı ile bölgedeki istikrarsız ortam ve nihayetinde ülkedeki protestolar ile COVID19 sürecinin birleşmesiyle Lübnan, Beyrut Liman Patlaması’nın hemen öncesinde ekonomik olarak batma eşiğine çoktan gelmişti. Beyrut’taki patlama ise ülkenin o güne kadar gördüğü en kötü zamanlarının başlamasına vesile oldu. Geçen bir yılın içerisinde ekonomik olarak Lübnan halkı daha da kötüye gitmeye devam ediyor.   

 

2019 yılının sonlarından itibaren Lübnan devletine kredi veren Lübnan bankalarında 89 milyon Dolarlık açık ortaya çıktı. Dünya Bankası’na bağlı Lübnan İktisadi İzleme Raporu’nda 2021 yılının bahar ayını da kapsayan sürecin sonucu olarak Lübnan’ın içinde bulunduğu ekonomik krizin, 1853’den beri görülen en şiddetli ilk krizlerden biri olduğu açıklandı. Bangladeş’ten daha kötü bir seyirde izleyen Lübnan’ın kamu borcu 100 milyar Dolar’a yaklaşmış durumda. 2020 yılının sonlarına gelindiğinde bu borç, ülke GSYİH’sinin yüzde 171’ne eşit olduğu IMF tarafından açıklandı. Bu gidişata ek olarak Lübnan’ın 2020 yılındaki reel GSYİH’sinin yüzde 20.3 daraldığı ve 2021 yılında da yüzde 9.5 daha azalacağı tahmin ediliyor. Yaklaşık yedi milyon nüfusa sahip olan Lübnan’da 841 bin kişinin fakirlik sınırının altında yaşadığı belirtiliyor. Ve bu sayı her geçen gün daha da artmaya devam ediyor. Nakit sıkıntısının getirdiği zorluğun yanında başta Beyrut olmak üzere Lübnan’ın çoğu yerinde kronikleşen ünlü elektrik sorununu tahammül edilemez noktaya eriştiriyor. Beyrut’ta yaşayan insanların aktardıklarına göre tüm gün boyunca şehirde sadece birkaç saatliğine elektriğin olduğunu, yakıt sıkıntısı sebebiyle de jenaröterlerin çalışmadığını ifade ediyorlar. Lübnan’daki elektrik sistemi tüm ülkeye yetecek kadar enerji üretme kapasitesine sahip değil.

 

Lübnan’ın 1,5 gigawatt’lık enerji açığı bulunuyor. Devletin sahip olduğu elektrik dağıtım kurumu Électricité du Liban (EdL), hazine borcunun yüzde 40’ını oluşturuyor. IMF, bu kurum ile enerji sektöründe reform yapılarak giderlerin azaltılması ve yeni elektrik tesislerinin kurulmasını talep etmesine karşın kurumla ilgili düzenlemeye hiç gidilmedi. 2002 yılında bakanlıkların önerileriyle 24 saat elektrik sağlama sözü verilerek çıkarılan enerji düzenleme kurum yasasına rağmen, bu yenilik hayata geçirilmedi.2 Natasha Hall, Will Todman, Jon B. Alterman. – “Sustainable States: Environment, Governance, and the Future of the Middle East.” (2021). CSIS, s. 24-25 Bunun yerine 2012 yılında yapılan anlaşmayla Türkiye merkezli enerji şirketi Karadeniz Holding’e ait alt şirket Karpowership’ten iki enerji gemisi kiralandı. Bu gemiler Lübnan’ın elektrik ihtiyacının çeyreğini karşılanması için Beyrut’un kuzeyindeki Zuk ve güneyindeki Ciye sahilinde demirli vaziyette 404 megawatt elektrik üretiyorlar. Lübnan’ın mali krizi bir süreliğine bu gemilerin enerji üretimini durdurmasına vesile olmuştu. Karpowership yaptığı açıklamada 18 aylık ödemesi geciken 100 milyon Doları aşan borcun olması sebebiyle elektrik tedariğine devam edemeyeceği söylenmişti. Bu süreçte Lübnanlı bir savcı da yolsuzluk ve rüşbet iddialarıyla gemilere el koymakla tehdit etmiş, şirket ise bu iddiaları tümden reddetmişti. Nihai olarak Lübnan hükümeti ile yapılan görüşmeler neticesinde altı hafta sonra “iyi niyet göstergesi” olarak nitelediği kararla elektrik üretimi tekrar başlamış, hatta tedariği günde dört saatten altı saate çıkarma kararı almıştı. Lübnan’daki enerji tesislerin yenilenmesi ya da yenilerinin yapılması yerine dışarıdan enerji sağlanması yıllardır ülkede elektrik üzerinden rant sağlandığı tartışmalarını da beraberinde getiriyor. Yapılan anlaşmalardan, sokaklara verilen özel elektriğe kadar geniş bir “enerji pazarı” kurulduğu görülüyor. Bunu yapan kişilerin yine söz konusu yönetici elitler olduğu, Lübnan’daki elektrik sorununu bilerek çözmeyerek hem yerel hem de ülkesel bazda enerji ihtiyacı üzerinden çeşitli yolları kullanarak kazanç elde ettikleri Lübnan’da yaşayanlar tarafından aktarılıyor.

 

Öte yandan Lübnan’daki 14 milyon litre mazotun piyasadan kaybolduğunu ve bunu Cumhurbaşkanı Mişel Aun’a ilettiklerini ifade eden Turizm Kuruluşları Jean Beiruti’nin açıklamasına  paralel olarak Petrol Tesisleri Başkanı Aurore Feğali ülkedeki mazotun yüzde 30-35’inin Suriye’ye kaçırıldığını bunun da haliyle fiyatları yükselttiğini söyledi. Halkın Lübnan’da bulmakta zorlandığı ve bulduğu zaman fahiş fiyatlar ödemek zorunda kaldığı mazot başta olmak üzere birçok ürünün yine Suriye’ye kaçırıldığı çeşitli kaynaklarca uzun zamandan beri aktarılıyor. Lübnan’ın akaryakıt ihtiyacını karşıladığı Cezayir’e ait Sonatrach şirketinin 2020 yılının ilk yarısında ülkede hakkında çıkan rüşvet suçlamalarına karşı Lübnan devletinin herhangi açıklama yapmaması sebebiyle Aralık 2020 tarihinde süresi dolan anlaşmayı yenilemeyeceğini açıklaması, 2021 yılının ilk yedi ayı boyunca ülkede yakıt krizinin çıkmasına sebep oldu. Şirketin anlaşmanın iptal edileceğini açıklamasının üzerinden 13 ay geçmesinin ardından Lübnan hükümeti, Irak ile 300-400 milyon Dolar değerinde 1 milyon ton yakıtlık anlaşma imzaladı. Sevkiyatı başlayacak bu yakıt şimdilik ülkenin sahip olduğu enerji santrallerinde kullanılamayacak. Lübnan’a düzenli elektrik sağlaması için tedariği yapılacak uygun akaryakıtın 2022 yılı itibariyle gelmesi bekleniyor. Bu anlaşmada Lübnan, Irak Maliye Bakanlığı’na ülke içerisinde Lübnan Lirası üzerinden hizmet sağlayacak ve ayrıca Bağdat’a da nakit değil mâl sağlayacak.

 

Lübnan’daki yakıt krizi, hastaneleri de doğrudan etkiliyor. İlk vakanın çıktığı 3 Ocak 2020 tarihinden, 31 Temmuz 2021 tarihine kadar Lübnan’daki kayıtlı COVID19 vakası ​​558.369 bine ulaşırken, 7.897 vatandaş hayatını kaybetti. 1,831,601 kişinin aşılanabildiği Lübnan’da vakalar her ne kadar aylar sonra 632 sayısına ulaşarak zirveye çıksa da ülkedeki ekonomik kriz, hastanelerin zor şartlarda çalışıyor olması ve yetersiz aşılanma sebebiyle hastalığın ağır geçmesi önümüzdeki dönem için Lübnan’da COVID19’un bir hayli zor geçeceğine işaret ediyor. Zira hastaneler de benzer şekilde jenaratörlerle ayakta kalıyor. Günde sadece birkaç saat altyapı elektriğine erişebiliyorlar. COVID19’un yeni dalgasına karşı ülkedeki tüm hastanelerin bu yılından başında oldukları yerden çok daha hazırlıksız olduklarını söyleyen Lübnan’ın en büyük hastanesinin başhekimi Firas Abiad, sürekli yakıt ve ilaç aramanın yarattığı zorluk sebebiyle hasta yakınlarını başka yerlerden ilaç bulmalarını istemek zorunda kaldıklarını belirtiyor. Lübnan’daki ilaç ithalatçılarının yurtdışındaki tedarikçilere olan borçları ve Bank of Lebanon’dan kredi çıkmaması sebebiyle bir aydan uzun süredir ülkede ilaç krizi yaşanıyor. Eczaneler çeşitli tarihlerde grevlerde bulunuyorlar. Eczanelerde ilaç bulunamaması sebebiyle yurtdışında yaşayan Lübnanlılar ülkeye boş valizler dolusu ilaçlarla gelmeye başladılar. Bazıları kendi yakınlarına özel ilaçlar getirirken, başkaları da doktorlara ve eczacılara danışarak ihtiyaca uygun ilaçları bavullarına da doldurarak Lübnan’a dönüyorlar. Ülkeye getirilen ilaçlar hem yakın çevreye hem de ihtiyacı olan tanımadıkları Lübnanlılara ihtiyaca uygun olarak dağıtılıyor.

 

Sivil toplum, devlet ve kurumsal oluşumlardan yardım beklemeden birbirleriyle sürekli iletişimde ve destek halinde olmaya çalışıyorlar. Lübnanlılar sosyal medya üzerinden ihtiyaç ve yardım gönderileri oluşturuyorlar. Zira ülkenin en güvenilir ve güçlü kurumu olan silahlı kuvvetler dahi çok zor zamanlar geçiriyor. Ülkenin çeşitli bölgelerindeki benzin istasyonlarında makineli tüfeklerle yaşanan çatışmalara müdahil olmakta dahi geç kalıyorlar. ‘Başarısız devlet’ kategorilendirmesi çoktan kendi halkı tarafından yapılan Lübnan, iç savaş döneminden bile daha kötü zamanlar yaşıyor. UNICEF, Temmuz ayı sonunda yaptığı açıklamada bir milyon mültecinin de dahil olduğu dört milyondan fazla insanın Lübnan’da suya erişim riskini kaybetmeyle yüz yüze olduğunu açıkladı. Lübnan nüfusunun yüzde 71’inden fazlasının risk altında olduğunu belirten kuruluş, 2020 yılından beri su hizmeti veren özel sektörün fiyatlarını yüzde 35 oranında artırdığı ve hizmet sağlamada sorun yaşandığının altını çizdi. Su sorununa ek olarak gıda fiyatlarında yükseliş ve alım gücünde de kayıplar her geçen gün artıyor.

 

Lübnan Lirası 2019 yılından beri yüzde 90 oranında değer kaybetti. Bugünlerde beş kişilik Lübnanlı bir aile sadece yemeğe 3,5 milyon Lübnan Lirası harcıyor. 3 Ağustos 2021 tarihli döviz kuruyla 170 Dolara3 Türk Lirası olarak 1.415 TL ulaştı. Ülkedeki asgari ücret ise 650 bin Lübnan Lirası, döviz bazında ise 31 Dolar[aaf] 258 Türk Lirası [/af] yapıyor. Son iki yılda Lübnan’daki gıda maliyeti yüzde 700 artarken sadece son bir ayda temel gıda ürünleri yüzde 50 oranında pahalılaştı. Save The Children kuruluşu yaptığı son açıklamasında Beyrut bölgesindeki 564 bin çocuğun temel ihtiyaçlarının karşılanması için yeterli maddi gelire sahip olmadıklarını belirtti. Aralık 2020-Şubat 2021 dönemleri arasında Lübnan’da enflasyon kaynaklı yüksek fiyat artışları birçok sektörde yaşandı; gıda ve alkolsüz içeceklerde %402, alkol ve tütünde %392; giyim ve ayakkabılarda, %560; restoranlar ve oteller, %609; ve mobilya, ev aletleri ve rutin bakım, %655. Binlerce kişinin istihdam edildiği ve ülkede en çok ticari akışın sağlandığı bu sektörlerden alımın zorlaşması, işsizliğin artmasını da beraberinde getiriyor. Vatandaşın yaşadığı bu zorluğun aynısını devletin kendisi de yaşıyor. Lübnan kurulduğu günden beri ilk defa 1.2 milyar Dolarlık Eurobond’un geri ödemesini gerçekleştiremedi. Lübnan iç savaşının, ülke ekonomisini en kötü etkilediği günlerde dahi devletin yükümlülüklerini yerine getirdiği belirtiliyor.

 

Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği, Lübnanlı bakanlar, kurumlar ve sivil toplum ile çalışarak Lübnan’ın yeniden yapılandırılması için bir teklif öne sürdüler; Reform, Islah ve Yeniden Yapılanma. Halk merkezli 3RF (Reform, Recovery and Reconstruction Framework) olarak bilinen bu program çerçevesinde Lübnanlı siyasilerin etkili, şeffaf ve hesapverilebilir yönetim için reformlar yapmaları neticesinde ülkeye milyar dolarlara varan yardımlar yapılacaktı. Bu program, Fransa’nın üç yıl önce Paris’te düzenlediği uluslararası CEDRE Konferansı’nın (Conférence économique pour le développement, par les réformes et avec les entreprises) parçası ve ona uyumlu şekilde hazırlandı. Lakin, her iki yardım paketinin de ön koşulu olan güven oluşturmak için reform adımlarının Beyrut’taki yönetimler tarafından atılmaması sebebiyle uluslararası düzeyde yüksek meblağlarda bağışların ve kredilerin toplandığı bu programlar hala faaliyete geçirilmedi.

 

Lübnan ekonomik zorluklardan sıyrılmak amacıyla IMF’den kredi almak için uzun süredir görüşmeler gerçekleştiriyor. Beyrut Liman Patlaması’ndan öncesine uzanan bu görüşmeler, ülkenin istikrarsız ekonomik sistemini düzene sokmak amacıyla bir “kurtarma planı” dahilinde yürüyordu. Maliye Bakanlığı’nda yirmi yıl boyunca görev yapan, genel müdür seviyesinde IMF görüşmelerine katılan Alain Bifani’nin Haziran 2020’de istifa etmesi ekonomik krizin siyasi boyuta dayandığının en belirgin göstergelerinden oldu. Finansal sistemdeki 61 milyar Dolarlık kayıp noktasında hükümet ve Merkez Bankası arasında süren çatışmanın nihai sonuca varamaması, tarafların sorumluluk kabul etmemesi ve çözüm sunmaması Bifani’yi istifaya sürükledi. Bu iki kurumun yaşadığı tartışma aynı zamanda IMF ile yapılan görüşmelerin de tıkanmasına yol açtı. “Çıkarları olanların” Lübnan Lirası’nın çöküşüne ve fiyatların yükselişine sebebiyet verdiğini söyleyen Bifani, tıpkı kendisinden birkaç hafta önce istifa eden Henri Şaul gibi politikacıları işaret etti. Maliye Bakanlığı’nın danışmanlığını yapan ve IMF görüşmelerinde alan Şaul, siyasilerin finansal boşluğun farkına varmak yerine popülist ajandaları takip etmesine karşı çıkarak hem danışmanlıktan hem de görüşmelerden ayrıldığını açıklamıştı.

 

Lübnan devletinin, Merkez Bankası’nı denetleyememesi sebebiyle hükümete mali danışmanlık hizmeti sunan Alvarez & Marsal şirketi sözleşmeden çekildiğini açıkladı. Bunun sebebi ise IMF ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un görüşmeler ile uluslararası mali yardımın sağlanması için  Merkez Bankası’na şeffaf olması yönünde yaptıkları isteğin yerine gelmemesi oldu. Bu koşulların yerine gelmemesi sebebiyle Lübnan ile IMF arasındaki görüşmeler duraksamış ve neticesinde Alvarez & Marsal danışmanlık hizmeti vermeyi devam ettirmeme kararı almıştı. Merkez Bankası Başkanı Riad Salame ise banka gizliliği yasası kapsamında verilerin sadece yüzde 43’ünü gösterebileceğini söylemesine karşın ekonomistler adli denetimcilerin kimlik ihlali yaşanmadan para akışlarını takip edebilme formülünün olduğunu belirttiler. Meclis’in yasayı değiştirmesiyle verilerin açıklanabileceğini söyleyen Salame’ye ek olarak bu çıkmazın temel sebebinin siyasilerin, bilhassa Saad Hariri’nin parçası olması kaynaklı olduğu belirtiliyor.

 

Haziran 2020’den itibaren geçen bir yıllık süre içerisinde IMF’den yardım alınabilmesi amacıyla Lübnan hükümetinin herhangi siyasi reformu bir yana, Beyrut Liman Patlaması ve getirileri Lübnan açısından her şeyi daha da kötü noktaya evrilmesine sebep oldu. IMF, Saad Hariri’nin kuracağı hükümetin reformları uygulaması ümidiyle beklerken geçen süre içerisinde herhangi değişiklik yaşanmadı. Para yardımı konusunda reform gerekliliğinin sürekli altını çizen IMF, Saad Hariri’nin 14 Temmuz 2021 tarihinde istifa etmesi sürecinde Lübnan’a 860 milyon Dolarlık yardım yapacağını açıkladı. Lübnan’a reformlar özelinde yapılacak geniş çaplı destek yerine bu maddi akış, IMF üyesi ülkelerin hepsine ayrılan kaynağın parçası. Bu süreçte yine de IMF’nin üst düzey isimleri Lübnan’da hükümet kurulmasını ve kapsamlı reform programının uygulanmasını istiyorlar. Bu gerçekleşmediği sürece de liman patlamasından beri duran görüşmelerin devam etmeyeceğini belirtiyorlar.

 

4 Ağustos 2020 ve 3 Ağustos 2021 tarihleri arasında Lübnan Lirası’nın Amerikan Doları karşısındaki seyri. Kaynak
4 Ağustos 2020 ve 3 Ağustos 2021 tarihleri arasında Lübnan Lirası’nın Amerikan Doları karşısındaki seyri. Kaynak

Necib Mikati Dosyası

Lübnan’da iki defa başbakanlık yapan Necib Mikati, bu süreçlerde iktidarda bulunmasında Hizbullah’ın desteğine sahip oldu. Geçtiğimiz günlerde verdiği röportajda da kendisini Hizbullah’ın aday gösterdiğini ve bunun hükümeti kurması için itici güç olduğunu söylemesi, Saad Hariri’den daha farklı yol izleyeceği ama başta Amerika olmak üzere Batılı ülkelerde şüphe uyandırdığı gerçeğini ortaya koyuyor. Lakin tüm bu şüphelere rağmen Lübnan’da bir an önce hükümetin kurulmasını isteyen ve bu hükümeti de yaptırımlarla reform uygulamaya çalıştıracak Avrupa şu aşamada Necib Mikati’nin sahip olduğu destekten ziyade istikrar sahibi yönetim kurmasını amaçlıyor.  Kendisi ve kardeşi sahip oldukları yatırım şirketi sebebiyle de karışık ilişkilere sahip.

 

Lübnanlı siyaset bilimci Joe Hammoura ile yaptığım görüşmede, Necib Mikati’nin Katar’a yakınlığı ve kardeşi Taha Mikati’nin Esad ailesi ile çok iyi ilişkilere sahip olduğunu belirtmesi bu zorlu şartlarda Başbakanlık makamı için adaylığını ve geçmişte iki defa görev almasını ışık tutan olgu oldu. Bu denli çeşitli ilişkiler ağı beraberinde belirli dezavantajları da getiriyor. Bunun başında ise Mikati ailesinin yönettiği M1 şirketinin Myanmar’daki darbeci yönetimin isteklerine uymadan ülkeyi terk eden Norveçli telekom şirketi yerine geçmesi, “insanları öldüren otoriter rejimle çalıştığı” yönündeki söylemlerin ortaya çıkmasına vesile oldu. Bununla birlikte M1 yatırımlarının bulunduğu ülkeler arasında Suriye, Liberya, Yemen ve Sudan’ın olması bu ülkelerdeki yönetimlerin sicillerinin kötü olması, insan hakları grupları ve Lübnanlıların tepkisine yol açtı.

 

Lübnan kamuoyunda genel olarak Necib Mikati ve kuracağı hükümetin herhangi reform gerçekleştireceğine dair inanç pek bulunmuyor. Öncelikle hükümetin ne zaman kurulacağı belirsizliği kendisini kuruyor. Belirli bir zaman aralığıyla kendini kısıtlamayacağını ama olabildiğince kısa sürede en iyi şekilde hükümeti kurmak istediğini söyleyen Mikati, Cumhurbaşkanı ile yaptığı görüşmenin ardından Beyrut Patlaması’nın yıl dönümü olan 4 Ağustos tarihi gelmeden “Diab hükümetinin (mevcut vekil) dağılım izinde gideceğini” belirterek Saad Hariri’nin bu sebeple istifa ettiği gerçeği göz önünde bulundurup, partilerin isteklerine uygun teknokrat yapıyı devam ettireceğini belirtti. Buna örnek ise Hizbullah’ın medya organlarından el-Ahbar yaptığı haberde partinin EMEL ile ortak Maliye Bakanı adayının Yusuf Halil olduğunu açıklaması Necib Mikati’nin son iki Başbakan adayının istifasına giden yolları tercih etmediğini gösteren açık kaynaklara yansıyan bir adım olarak görüldü.

 

Hizbullah araştırmacı Hanin Ğaddar ise Mikati’nin Mayıs 2022’deki seçimleri göz önünde bulundurarak Lübnan’da statükoyu koruyup, yerine yenisinin gelmesini beklemek olduğunu ve reformlardan kaçınacağını ifade ediyor. Avrupa Birliği Konseyi yayınladığı açıklamasında Lübnan’da hukukun üstünlüğü, demokrasinin yerine getirilmesi, şeffaflık ve hesap verilebilirlik, reformların gerçekleştirilmesi ile yolsuzluk konusunda geciktirme ve engellemede bulunacak kişi ve kuruluşların Avrupa’ya girişlerinin yasaklanacağı, varlıklarının dondurulacağı belirtildi. Avrupa’nın yeni kurulacak Lübnan hükümetinin gereklilikleri yerine getirmemesi veyahut belirli ölçeklerde karşılaması noktasında yaptırıma gitmesi tartışmalı bir husus. Mayıs 2022’deki seçimleri mi bekleyecek yoksa ne olursa olsun hükümetin kurulmasında rol oynayan ana aktörlerin üzerine mi gidecek, bu süreç içerisinde ortaya çıkabilecek nokta. 

Tabandaki Değişim

2019 yılının Ekim ayından beri ülkenin yaşadığı siyasi ve ekonomik hava, siyasi liderlerin gittikçe daha zorlu şartlarda yönetimde bulunmalarına sebep oldu. Siyasi parti destekli teknokrat hükümetlerin kurulması (ya da buna çabalanması), genellikle siyasilerin iktidar makamlarında yer almadaki isteksizlikleri halkın tepkisiyle paralel ilerliyor. Partilerin doğrudan rolünün etrafından dönülerek protestoların durdurulması, iktisadi gidişatın iyileştirilmeye çalışılması da kesintisiz süren sıkıntıların sebebi. Her ne kadar sosyal medyada ve meydanlarda siyasi partilere yönelik büyük tepkiler olsa da tabanların bundan vazgeçmeleri o kadar kolay olmuyor. Lübnan’da siyasi partiler, ailenin ve kültürün bir parçası haline gelmiş vaziyette. Aynı partiler ve kişiler uzun süre boyunca hem siyasi sahnede hemde aynı bölgelerde tarihi bağlantılarla güçlenmiş, bir dönemin toprak ağası şimdinin politikacısı olan kimseler. Zaim olarak adlandırılan bu kişilerin dahil oldukları partiler ile bölge halkı arasında bir alt üst ilişkisi bulunuyor. Bu ilişkinin bazı çeşitleri yüzyıllar öncesine dayanan rençber-toprak sahibi ilişkisine kadar giderken, bazıları ise Lübnan İç Savaşı dönemine rastlıyor. Zaimlerin adeta ailenin birer parçası olarak görüldüğü Dürzilerden, azınlık psikolojisi nedeniyle savunmacı süreçler atlatan, canlarını ve mallarını korumak için organize olan Hıristiyanlara, Lübnan’ın güneyinde unutulmuş bir halk olan Şiilerin son yarımyüzyılda büyük siyasi güç olarak evrilmesine kadar varan parti-taban ilişkisi halk açısından basit hizipleşmelerden daha fazlasını teşkil ediyor. Yönetici elitlerin kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları bu ilişki sarmalı, tabandakilerin zor şekilde vazgeçebileceği romantik bir bağlılık. Bazı siyasi parti tabanları kendi destekledikleri şahısların yolsuzluklardan uzak olduklarını, koalisyon hükümetinin parçası olması gerektiği konusunda görüş belirterek başkalarını tüm bu olanlardan suçlayabiliyor.

 

Lakin tüm taban unsurlar bu görüşte değil. İran ve Şam Yönetimi karşısında yer alan siyasi partinin tabanları, Hariri destekçileri, Falanjistler, demokratlar vb. toplulukların çoğunluğu liberal görüşlere ve Batı ülkeleriyle olan alakaları sebebiyle bütün siyasileri Lübnan’ın başına gelenlerden sorumlu tutarken, muhafazakar ve tutucu çizgideki karşıt grup, Hizbullah, EMEL, Mişel Aun’un tabanında ise küçük bir azınlık sadece kendi destekledikleri de dahil herkesi Lübnan’ın başına gelenlerin faili olarak gösteriyor. Hiyerarşik, dini ve siyasi öğretilerin çocukluktan beri yoğun şekilde yaşandığı bu kampın gençleri hala iç savaş ve 2006 savaşının ‘onur geçmişiyle’ yoğruluyor. Sürekli olarak siyasi ve askeri kadrolardan idol çıkarılan, mevcut yöneticilerin örnek alınması gereken karizmatik kişiler olduğu yaklaşımı İran ve Şam cephesi etrafındaki tabanın partlerine daha bağlı olduğunu gösteriyor. Öte yandan iç savaş ile Batı’ya göçen/ticari ilişki kuran ve geriye dönen, Lübnan’daki eğitim kurumların seçiminde parti çizgisine bakmayan ve liberal çizgiyi benimseyen partilerin tabanları ise yaşadıkları Batılı ülkelerin standartlarını Lübnan’da da görmek adına siyasi, tarihi ve dini/mezhebi bağlılığın öncesine refah düzeyi, hesap verilebilirlik ve adalet kriterlerini koyabiliyorlar.

 

Her iki partinin de genç tabannında Lübnan İç Savaşı’nda bulunulmaması ve güvenliklerin partiler tarafından sağlanmaması ile savaşın geride kalması, bir daha yaşanmaması ideali sebebiyle bağlı oldukları bu parti kültüründen seküler çizgiye veyahut inançları sabit lakin bağımsız politik duruş sergilemeye başladıkları bilhassa Beyrut Liman Patlaması sonucunda görülüyor. 2019 yılındaki protestoların bu değişime en büyük zemin olduğu kuşkusuz bir gerçek. 2019 yılından sonra Beyrut Barosu, Amerikan Beyrut Üniversite öğrenci konseyi  ve sendika seçimlerinde siyasi partilerin adaylarını yenmeleri, yönetimleri uzun süre doldurmuş köklemiş politik oluşumlara karşı tabandan başlayan kolektif hareketlenmenin başkentte görülen küçük ve insanları heyecanlandıran örnekleriydi.

 

Tüm bu yaşananlar Lübnanlı yönetici elitlerin Beyrut Patlaması ile ilgili gerçeğin ortaya çıkmaması için harcadıkları çabaya rağmen yargıdan ve sivil toplumdan yapılan baskının, Avrupa ve Amerika girişimli yaptırımlarla desteklenmesi ülkede değişime gidilebileceği sinyalini veriyor. Zira bu yönetici sınıfın yurtdışıyla olan bağlantıları, yaptırımlarla birlikte mâl varlıklarının da tehlikeye girmesi sonucunu doğuruyor. Buna karşın zaman kazanmak amaçlı Lübnan’da reform ve değişim sürecinin uzatılmasına paralel olarak Batılı ülkelerin harekete geçme noktasında benzer yavaşlığı göstermesi Lübnan’da değişim yaşanacağına dair pek umut barındırmıyor. Bu sebeple imkanı olan Lübnanlılar son bir yıl içerisinde ülkeyi terk etmek zorunda kalıyorlar. Dış müdahalelerle iç politikası şekillenen, tarihten beri birbirinden farklı devletin askeri, istihbari ve siyasi mücadele sahası olan Lübnan, yine aynı şekilde değişimi zorla ve dışarıdan gelecek müdahaleyle gerçekleştirmek zorunda kalacak.

 

Share on facebook
Facebook
Share on twitter
Twitter
Share on linkedin
LinkedIn
4 Ağustos 2021 0 Yorum
1 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Su Krizi ve Protestolar: Huzistan’da Neler Oluyor?

by Gizem Aslantepe 26 Temmuz 2021
written by Gizem Aslantepe
Su Krizi ve Protestolar: Huzistan’da Neler Oluyor?

Gizem Aslantepe

Protestolar Nasıl Başladı?

Amerikan yaptırımları ve Covid-19 salgınının İran ekonomisi üzerindeki şiddetli etkileri devam ederken ülkeyi kasıp kavuran kuraklık, yeni bir protesto dalgasını da beraberinde getirdi. Enerji Bakanı Rıza Erdekaniyan, son 50 yılın en kurak yazını geçirdiklerini belirterek yaşanan su krizini kabul etti. Bununla birlikte yıllardır sürdürülen yanlış su, tarım, kentleşme ve sanayileşme politikaları ülkenin güneybatısında gerginliğe sebep oldu. Bu gerginlik, hayatı felç eden elektrik kesintileriyle tırmanışa geçti. Kuraklık dışında, kripto para madenciliğinin de ülkedeki elektrik tüketimini hızla arttırdığı ortaya çıktı. Söylenenlere göre kripto para madenciliğiyle ilgilenen illegal şirketler bu alandaki devlet kontrolünü zorlaştırıyordu. Artan elektrik tüketimine karşı devletin aldığı önlemler halkın hoşnutsuzluğunu gideremedi. Mayıs ayından bu yana yaşanan kesintiler, İran’ın çeşitli eyaletlerinde kitlesel gösterileri tetikledi. Tahran, Fars, Mazenderan, Gülistan ve Elburz eyaletlerinde vatandaşlar sokağa döküldü. Bununla birlikte çok geçmeden protestolar zaten su sıkıntısı yaşayan Huzistan Eyaleti’ne de sıçradı. 15 Temmuz’dan itibaren Başkent Ahvaz, Hürremşehr ve Susengerd olmak üzere eyaletin birçok şehrinde vatandaşlar barışçıl gösterilere başladı ve protestolar kısa zamanda çevre illere yayıldı. 2017-2018 yıllarında hükümetin ekonomi politikalarına, 2019 yılında ise artan akaryakıt fiyatlarına karşı harekete geçen ve zaten Temmuz ayının başından itibaren petrol işçilerinin ve çiftçilerin düzenlediği iş bırakma eylemleriyle mobilize olan halk, bu kez de uzun süren ve etkileri her alanda hissedilen elektrik kesintileri ve su krizi nedeniyle ayaklandı.

Protestolar etnik çatışmalara mı dönüştü?

Ayaklanmaların Huzistan’ın Susangerd, Şuş Şadegan, Huveyze ve Ahvaz gibi şehirlerinde başlaması akıllara protestoların etnik temelli bir çatışmaya dönüşmesi ihtimalini getirdi. Zira Huzistan, İran’ın önemli etnik azınlıklarından biri olan Ahvazi Araplara ev sahipliği yapmaktadır. Araplar uzun yıllardır etnik ayrımcılığa maruz kaldıklarına ve devletin bilinçli bir şekilde yürüttüğü politikalarla Huzistan’daki demokratik tabloyu değiştirmek adına kendilerini göçe zorladıklarına inanmaktadır. Ancak gösterilerde ayrılıkçı bir tavır alınmaması bu ihtimali gölgeledi ve olaylar birkaç gün içinde Huzistan’ın Şuşhtar, Mescid-i Süleyman, Ize, Behbehan gibi Arap olmayan vilayetlerine de taştı. Ayrıca bölgede yaşayan iki büyük etnik gruptan biri olan Bahtiyarilerden de Araplara destek geldi. İran’daki Türk aktivistler de güçlü bir şekilde Arapların yanlarında olduklarını dile getirdiler. Tebriz’de büyük bir kalabalık “Birlik” ve “Azerbaycan seninle Ahvaz” sloganları eşliğinde yürüdü. Tahran’da, Meşhed’de ve İsfahan, Kermanşah, Luristan eyaletlerinde Huzistan’a destek gösterileri düzenlendi. Gösterilerde “Kahrolsun İslam Cumhuriyeti”, “Kahrolsun Hamaney” ve “Canımız Ahvaz’a feda olsun” gibi sloganlar atılırken üst düzey yetkililer istifaya çağırıldı.  İran içinden ve dışından birçok, gazeteci, aktivist ve bölge çalışanı Tahran yönetiminin politikalarını eleştirdi, gösterilerdeki orantısız güç kullanımını kınadı ve konuyla ilgili olarak uluslararası kamuoyuna seslendi. Buradan İran’da muhalefetin parçalı bir yapıya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu parçalı yapının İslam Cumhuriyeti’ne karşı “ortak bir öfke” ile hareket ettiği söylenebilir.

Ahvazi Araplar doğal kaynaklarına erişebiliyor mu?

Huzistan, İran’ın petrol sahalarının yaklaşık yüzde 80’ine ve ülkenin doğal gaz rezervlerinin yüzde 60’ına sahip bir bölge. Bunun yanında ülkenin en uzun olan ve üzerinde ticaret yapılabilen Karun Nehri de bu bölgede yer alıyor. Ancak halk petrol ve su zengini olmasına rağmen yıllardır altyapı faaliyetlerinin yetersizliğinden ve hükümetin yanlış politikalarından mustarip. Doğal kaynaklarını kullanamamakta birlikte bu kaynaklar çevredeki sanayi-maden kuruluşları tarafından kirletiliyor. Bölgedeki nehirler üzerine yapılan barajlar ile suyun akış yönü değiştirilerek suyun çevre vilayetlere transferi sağlanıyor. Halk geçmiş dönemde de Karun Nehri üzerine yapılan ve “Beheşt Abad” olarak bilinen bu transfer projesinin uygulanmasına şiddetle karşı çıkmıştı. Kontrolsüz transferler Huzistan’ı kuraklaştırdı ve kendi kaynaklarını kullanamayacak duruma getirdi. Ayrıca bölge, İran-Irak Savaşı sırasında binlerce insanın hayatını kaybettiği bir cephe hattına dönmüştü. Günümüzde hala mayından temizlenmemiş bölgeler mevcut. Bu durum bölgede tarım ve hayvancılığı birinci dereceden etkiliyor. Hükümet şimdiye kadar somut bir adım atabilmiş değil. Geçici projelere tepki gösteren halk, kalıcı bir çözüm bekliyor. Eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad da protestolara destek veren isimler arasında. (Ancak Huzistan’daki yanlış su politikalarından biri de Ahmedinejad dönemine aittir. Cumhurbaşkanlığı döneminde İran’ın en büyük barajı olan Gotvend Barajı’nın yerinin değiştirilmesiyle bölgeyi sulayan Karun Nehri tuzlanmış ve halk mağdur edilmişti. Bu nedenle Ahvaz ve Abadan şehirlerinde protestolar düzenlenmişti.) Ahmedinejad geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamalarda Huzistan’ın İran-Irak Savaşı’nda büyük yaralar aldığını ve bu tarihten itibaren altyapı sorunlarıyla boğuştuğunu ifade etti, bölgeye 16 yıl boyunca herhangi bir yatırım yapılmaması noktasında alınan Milli Güvenlik Yüksek Konseyi kararını kamuoyuyla paylaştı. Bilindiği üzere konsey kararlarının yürürlüğe girmesi için Devrim Rehberi Ayetullah Ali Hamaney’in onayı gerekiyor. 21 Temmuz itibariyle sessizliğini bozan Hamaney, Ahvaz halkına seslenerek sekiz yıllık “Kutsal Müdafaa” (İran-Irak Savaşı) süresince gösterdikleri bağlılık ve çabadan dolayı övgülerde bulundu ve öfkelerini anladığını belirtti. Halkın sesine kulak verilmesi gerektiğini söyledi ve bunun hükümetin bir sorumluluğu olduğu dile getirdi. Hatalı politikaları mevcut hükümete mâl eden Hamaney konuyla ilgili herhangi bir sorumluluk almaktan kaçındı.

Protestoculara Karşı Orantısız Güç Kullanımı

24 Temmuz itibariyle protestolarda onuncu güne girilirken bazı vatandaşlar hayatını kaybetti ve çok sayıda kişi de yaralandı. Halk olaylardan hükümeti sorumlu tuttu ancak yetkililer protestocuların aşırılık yanlısı grupların açtığı ateş sonucu vurulduğunu iddia etti. Ölü sayısı kesin olarak bilinmemekle beraber Mohammad Kroshat, Hadi Bahmani, Mohammad Abdollahi, Farzad Farisavi, Mohammad Abbas Alkanani, Ghasem Kheziri, Mostafa Naeimavi, Meysam Echresh ve Issa Baledi adında yaşları 15-25 arasında değişen sekiz genç yaşamını yitirdi. Uluslararası Af Örgütü dolaşıma giren videolardaki otomatik silah seslerine dikkat çekerek güvenlik güçlerinin sivillere yönelik öldürücü silahlar kullandığını açıkladı. Bu arada bölgeye sevk edilen tankların görüntüleri de sosyal medyada yankı buldu. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet, protestoları bastırmak adına aşırı güç kullanımına veya tutuklamalara başvurmak yerine, yetkilileri Huzistan Eyaleti’ndeki kronik su kıtlığını gidermek için acilen harekete geçmeye çağırdı.

 

İran’da mevcut hükümet yaşanılanları iklim krizi olarak lanse etse de bu kriz şimdiye kadar yürütülen yanlış politikaların bir sonucudur. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin geçtiğimiz günlerde yaptığı talihsiz açıklamalar maalesef konunun ciddiyetle ele alınmadığını gösteriyor. Ruhani Huzistanlılar’ın uyarılara rağmen pirinç yetiştirdiğini ileri sürerek sorumluluğu halka mâl etmeyi tercih etti. Şu an için Cumhurbaşkanı Birinci Başkan Yardımcısı İshak Cihangiri’yi Huzistan Eyaleti’ne göndermekten başka kayda değer bir hamlede bulunmadığı biliniyor. Huzistan’da yaşanılan sıkıntıların kökleri çok derin olduğundan ve buradaki gösteriler yıllardır periyotlar halinde devam ettiğinden, mevcut hükümetler zaman zaman (özellikle seçim kampanyaları veya protesto gösterileri sırasında) eyalete ılımlı ya da bölgeyi tanıyan/bilen birilerini göndererek olayları yatıştırmaya çalıştı ancak Huzistan’daki su sorununa henüz kalıcı bir çözüm bulamadı. Protestolar şiddetlenerek devam ediyor. Bu durumda Ağustos ayında görevi devralacak yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin bölgeye yönelik politikaları da belirleyici olacak. Zira göreve seçildiği günden (hatta aday olduğu tarihten) itibaren ilişkilendirildiği insan hakları ihlalleriyle gündeme gelen Reisi’nin meseleye yaklaşımı, Huzistan’ın geleceği açısından büyük önem arz ediyor.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
26 Temmuz 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

“Akıllı Yöneticiler, Aptallarla Dolu Bir Millet…” Baas Partisi Sloganları

by Milad Jeblawi Jeblawi 16 Temmuz 2021
written by Milad Jeblawi Jeblawi
“Akıllı Yöneticiler, Aptallarla Dolu Bir Millet…” Baas Partisi Sloganları
Milad Jeblawi

Sabahları okuduğumuz marşlar ve sloganlar haricinde Suriye’deki ilkokul hatıralarımdan hiçbir şey anımsamıyorum. Ne ben ne de diğer arkadaşlarım sözleri anlıyorduk. Ancak milli marştan önce söylediğimiz bu sloganlar Baas Partisi’nin bize uygun gördüğü endoktrinasyon istihkakımızın okul bahçesindeki kısımlarındandı.

 

Suriye’deki çocuklar birinci sınıftan itibaren, sözlerin içeriğinden hiçbir haberi olmadan, bir yandan Nazi selamı verirken her gün “Birleşmiş sosyalist Arap ulusunu inşa etmek ve müdafaa etmek için daima hazır ol!” diye tekrarlamak zorundaydı. Mecburi sabah radyo yayınları da günlük rutinin bir parçasıydı. Radyolar “Dikkaaat! Rahat! İstirahat et” gibi askeri talimatlarla başlar, diğer yayınlar da Baas Partisi’nin sloganlarının tekrar edildiği öğretici içeriklerle devam ederdi. Sunucu “Birleşik Arap Ulusu” der, öğrenciler “Ebedi bir vazifeyle beraber!” diye tekrarlardı. Sonra “Hedeflerimiz” derdi sunucu, öğrenciler “Birlik, özgürlük, sosyalizm” diye tamamlardı.

 

Bu yayınlar öncü gençliğin kılık kıyafet kurallarına tamamen uymayanlar için yasaktı. Kılık kıyafet kuralları da askeri renklerde bir ceketten, bir “sedara” şapkasından ve boyna sarılmış, Baas Öncüleri Örgütü’nün sloganlarının yazdığı atkıdan oluşurdu. Bu kılık kıyafet yönetmeliğine göre eksiği bulunanlar, avuçlarına sopayla vurulmasının da olduğu birçok şekilde cezalandırılırdı.

 

Bu örgüt, Kuzey Kore deneyiminin bir yeniden üretimi olarak, Arap Sosyalist Baas Partisi Bölgesel Komutanlığı’nın Suriye Bölgesi kararıyla 1974 yılında Suriye’de kuruldu. Kendi kuruluş ifadesine göre, “Suriye Arap bölgesinde ilkokul seviyesindeki öğrencileri kapsayan, onları ulusal, sosyalist bir eğitimle yetiştirmek için çalışan; entelektüel ve ideolojik bileşenlerini Baas Partisi ideolojisinden ve bunun yanında Baas Partisi’nin ulusal ve bölgesel konferanslarının kararlarından alan bir siyasi eğitim örgütü” olarak biliniyordu.

 

Öfkeyle Parti Üyeliği

Dördüncü sınıftayken bir kadının sınıfa girip “Ailelerinize hepinizin yarın 45 Suriye Pound’u getirmesi gerektiğini, getirmeyenlerin eğitimini tamamlayamayacağını söyleyin” dedi.

 

O zamanlar, her sömestrin başında gelip bizden bir dolar kadar para isteyen bu kadının aslında bizden o şarkıları ve sloganları ezberlemeye bizleri mecbur bırakan Baas Öncüleri’ne katılmamız için para topladığını tam olarak bilmiyorduk. O günlerden beri milyonlarca Suriyeli hiçbir haberleri olmadan Baas Partisi üyesi olmaya devam ediyor. Hatta bu yüzden Suriyeliler hiçbir şekilde fark etmeden veya ne zaman katıldıklarını bilmeden, iktidardaki partiye üye olan tek millet olabilir.

 

Okuldaki derslerin tamamın katılmak bu parti sembolleri kadar mühim değildi. Ana kapıdan kaçabiliyor, müdüre hakaret edebiliyor hatta çayına bile tükürebiliyorduk. Ama kılık kıyafette ve sembollerde laçkalık asla tolore edilmiyordu. Özellikle de ilköğretim ve lise aşamalarındayken. Bu da Baas Gençliği aşamasıydı aslında, Baas Öncüleri aşamasından sonra geliyordu.

 

Sınıflarda, Baas Partisi’nin ezberlemesi neredeyse imkânsız olan sayısız alandaki başarılarını işliyorduk. Duvarları griye boyalı, pencereleri hapishanedekiler gibi demir parmaklıklarla kaplı sınıflarda Baas Partisi’nin öncü projelerini ve ücra köylere elektrik götüren azametini ezberlerdik. Sonra köylerimize döner ve orada hayatın gerekliliklerinden hiçbirini bulamazdık. Suriyelilerin çok büyük bir kısmı aşırı yoksulluk sınırı altında yaşarken, partinin son derece parlak toplumsal, siyasi ve ekonomik düşüncelerini öğrenirdik.

 

Bu dersler, üniversite çağında öğrencilerin çoğunun Baas Partisi teorisyenlerinin düşünce yapısını anladıkları takdirde çaba sarf etmeden kolayca başarı gösterdiği hale dönüşene kadar devam etti. Baas Partisi’ni, liderini ve bunların başarılarını övmek, bunlara tapmak ve sık sık bunlardan cümleler alıntılamak, bu başarılar gerçekleşmiş olsa da olmasa da yeterliydi belli öğrencilerin dersleri geçmeleri için. Bu bilgileri sürekli ezberlemeye çalışan ancak parti ve lideri hakkında çok övgülü konuşamayan öğrenciler de vardı. Böylece peş peşe yıllarca derslerden kalırlar, Baas kültürlerindeki eksiklikler mezuniyetlerini geciktirirdi.

Geçmişin İzlerini Silmek

Baas’ın ders programı, her bir derste antik Suriye medeniyetlerinden ancak on satır kadar bahsederdi. Sonra öyle veya böyle bu medeniyetleri Arapçılığa veya İslamiyet’e bağlardı. Sürekli Finikelilerin ve Kenanlıların Arap olduklarından bahseder, Kudüs’ü bunların kurduğunu ve böylece Kudüs’ün bir Arap şehri olduğunu söylerdi. Bu esnada, milliyetçi ders kitabı “Suriye’nin tarihi” konusunda uzun ve detaylı bir izahat sunmayı kendine vazife edinir, sanki Baas kendinden önceki binlerce yıla uzanan tarihi siliyormuşçasına bir önceki yüzyılın 70’lerinden başlayıp bugüne varana dek anlatırdı. Bu kitabın müfredatı, Suriye’nin tüm başarılarını Arapçılıkla, partinin ve liderinin vizyonuyla eşleştiriyordu.

 

Baas ve siyasal İslam arasındaki kanlı çekişmeye rağmen, Baas müfredatı Sünni anlayışı merkeze alarak İslamiyet’i yoğun bir şekilde öğretiyordu. Bu propagandaya rağmen var olan mezhepçi inançları mağlup edemiyordu müfredat. Bir gün, Cebele şehrindeki “sosyalist” okulumuzun altıncı sınıfında, parti grubunun bir üyesi de olan din öğretmeni “Hepiniz Nusayri misiniz? Öyleyse din kitabınızdaki her şeyin doğru olmadığını söyleyeceğim size. Bu inanç yanlış…” demişti bize. Çoğumuz genç Nusayrilerdik. Diğer mezheplerden olan öğrenciler bu esnada hayretle kendisini dinler fakat tartışmaya cüret edemezdi.

 

İkinci dönemki din öğretmenimizse, başörtülü ve peçeli bir Baasçı kadındı. Bize “Eğer ailenizle birlikte porno filmler izleseydiniz ne yaparlardı?” diye sormuştu. O gün kendisine ailemizle böyle filmler izlemeyeceğimizi söyledim. Kahkaha attı ve “Allah’a şükür, görünüşe göre içinizde iyiler de var” dedi. Nusayri öğrencileri kastediyordu.

 

Daha sonraları beni kenara çekerek namaz kılmayı öğreten bir kitap verip “eğer bu kitapta yazan şeyleri uygulamazsan, kıyamet gününde beynin kaynayana kadar kızgın kömürlerin üstünde duracaksın” dedi. Bu olayın ardından namaz kılmaya, oruç tutmaya hatta evde kapılardan girip çıkarken durup dualar okumaya başladım. Bu duaları odamın kapısındayken bir kere, banyo kapısının önündeyken üç kere okurdum babam bunları fark edene dek. Sonrasında babam kitabı bulana kadar beni haftalarca takip etti. Kitabı yırtarak “Evimde Müslüman Kardeşler istemiyorum” demişti bana. Benim için büyük bir şanstı babamın ateist olması. O gün çok nefret ettim babamdan. Onu bir şeytan olarak gördüm. Kıyamet gününde beyninin kaynadığını bile hayal ettim.

 

Parti toplantısı için okula ve derslere ara verildiği bir güne kadar sürdü bu. O gün toplantının ardından öğretmenler odasına girmiştim. Bana o kitabı veren öğretmeni, bize okuduğumuz dini bilgilerin yanlış olduğunu söyleyen diğer Nusayri öğretmenin kucağında başörtüsü ve peçesi olmadan otururken buldum o an. Ona nasıl sarıldığını ve ellerinin yanağını nasıl okşadığını gördüm. Ben de hepsinin riyakâr olduğunu fark edip babama teşekkür ettim.

“Akıllı Yöneticiler, Aptal Millet”

Lisede, milliyetçilik dersi veren bir öğretmene denk geldim. Bizim aile dostumuzdu ve konuşkan biriydi. Meseleleri abartmaya meyilliydi. Hayalinin bürokrat olmak olduğunu, siyaset bilimi diplomasının siyasete girmeye yetmediğini, yapabildiğinin ancak milliyetçilik öğretmeni olarak atanmak olduğunu söylerdi sürekli.

 

Bir seferinde bize Suriye-Mısır birleşmesinin karşısında duranların hainler ve gizli ajanlar olduklarını söylemişti. Ben de bir sonraki derse daha sonra Suriye’nin devlet başkanı olacak Hafız Esad’ın söz konusu darbeyi yapanlardan biri olduğunu söyleyen tarihi bir belge getirmeye cüret etmiş, kendisine nasıl hain diyebildiğini sormuştum. O an yüzü kıpkırmızı oldu. Bağırmaya ve “ebedi liderin” başarılarını teker teker saymaya başladı. Sonrasında öğrenciler, çıkardığım bu “kışkırtmayla” sıkıcı derse biraz heyecan kattığım için bana teşekkür ettiler. Eve varır varmaz davranışlarımla kendime zarar verdiğimi, beni bu yüzden dövdüğünü aileme söylemeye geldiğini gördüm. Bana “holigan” demiş, “sorunumun çok erken ergenliğe girmek olduğunu ancak şimdi lisede tamamen büyüyüp olgunlaştığımı” söylemişti. Babam sadece güldü. Bu asla unutmayacağım bir gurur kahkahasıydı.

 

Nesiller boyu süren bu skolastik endoktrinasyonun ve sloganların ardından on yıllık savaşa katlanarak büyüdükten sonra Suriye gençliğine egemen hale gelmiş ümitsizliği bulduk. Suriye gençliğini bastırmış yenilgi hissinden, özgüven eksikliğinden, üretkenlik yoksunluğundan, resmi olarak sadece tepedekilerin veya kurucuların başarılarını tanıyan bu ülkede kişisel bir şey başarmanın imkansızlığını hissetmekten daha sinir bozucu değil hiçbir şey. Hele ki iktidarı destekleyen ancak kendi durumlarını ya da şartlarını değiştiremeyen kişiler için. “Akıllı yöneticiler, aptal millet” sözünü yöneticilerin önünde sürekli tekrarlamanın haricinde otoriteyi eleştirmenin fikri bile lügatlarında yok.

 

Bu tip deyimlerin tüm şehirlerde birdenbire belli insanlar tarafından tekrarlandığını ve nasıl bir trend haline geldiğini hep fark ederdik. Tabii bu sosyal medyanın Suriye’ye girişinden önceydi. İlkokuldan başlayarak siyasi özgürlüklerin olmadığı bu ülkede bu tip sloganlar siyasi ve toplumsal meselelerin etrafından dolaşırdı. Sanki tüm Suriye toplumu çocukluğundan beri bu sözler ezberletilmişçesine aynı anda bu sözleri tekrar ederdi. “Allah Suriye’nin koruyucusudur” sözü de Amerika’nın Irak işgalinin ardından tekrar edilmeye başlamıştı diğerleriyle birlikte.

 

Ama bu sözlerin içine en popüleri ve en kötüsü “aptal millet, akıllı yöneticiler” sözüydü. Bu söz, savaştan önce birçok Suriyelinin mantığına hâkim bir anlayışa dönüştü. Yetkililerin çocukları ve destekçileri bu sözü bugün bile hala kullanıyor. Herhangi bir Suriye destekçisi veya Baasçı memleketin içinden geçtiği krizler hakkında tartışırken uygun bir argüman bulamadığında bu sözü “yüzünüze fırlatabilir.”

 

Sorun şu ki, Suriye gençliğinin mağlubiyet hissinden dolayı intihar etmeye başladığı zor günlerde birçok Suriyeli için bu söz bir inanç haline geldi.

 

Baasçı propagandanın televizyonlarda, seminerlerde, konferanslarda, liselerde, üniversitelerde devam ettiği, tüm sivil toplum girişimleri yöneticiler tarafından askıya alındığı ve yöneticilerin başarısızlıklarıyla dalga geçmek de yasaklandığı için bu sözler öyle ya da böyle güçsüzlük hissinin galip geldiği Suriye gençliğinin bilinçaltında bir yer işgal etmeye başladı.

 

Ben şimdilerde, Suriye Baası’nın ve onun siyasi sisteminin Suriyelilerle ilişki kurma biçiminin sömürgeciliğin benimsediği yöntemle aynı olduğuna inanıyorum. Sömürgeciler bizim kendi işlerimizi yönetecek, kendi kaderimizi tayin edecek bir halk olmadığımızı, onların bizim kaderimizi kontrol etmesi gerektiğini düşünür, bizim için bizden korkarlardı. Baas sürekli bu sömürgeci fikirlerle alay etse, kendi müfredatında insanları kendi kaderini tayin etmeye davet etse de burada “insanlardan” kastı bölgesel ve alt seviye idareciler, bunlarla beraber yönetici elitler olmalı. “Akıllı yöneticiler” de bunlar olsa gerek.

 

Şu an dönüştürücü bir siyasi bilinç ummak zor. Beğenin ya da beğenmeyin, Suriye gençliğinin büyük bir kısmı dini, siyasi ve toplumsal olarak Baas Öncüleri’nin bütün müfredatını ve ideolojilerini endoktrinasyonla yuttuğu için hala Baas Öncüleri aşamasında. Bu yüzen öncüler ruhunu onlardan çabucak ayırıp onları eleştirel, siyasi ve toplumsal düşüncelere itmek zor. Bunun için bir kişinin eleştirel düşünceden birlikte yaşamaya, hoşgörüden merhamete kadar tüm değerleri ve ilkeleri yeniden öğrenmesi gerekiyor.

 

Baas’ın otoriter yöntemlerini eleştirmek sanki kendi kişiliklerini ya da sadece onlara ait bir şeyi eleştiriyormuş gibi birçoklarını kişisel olarak etkiliyor. Bu sloganları tekrarladılar ve onlarla birlikte var oldular. Kendi kişiliklerinin bir parçası ya da ailelerinin bir üyesi olana kadar onlarla birlikte büyüdüler.

 

Bir meslektaşım, bir keresinde “İnsan babasına sövebilir mi? Lidere sövülmesini, hakaret edilmesini nasıl kabul edebilirsin?” diye sitem etmişti. Tam ben ona birilerinin babalarına sövdüğünü ve yine de haklı olduklarını söyleyecekken “Eğer istiyorsan anneme söv, ama devlete sövme” deyiverdi.

Bilgilendirme: Bu yazı 2 Haziran 2021 tarihinde Raseef22 websitesinde yayımlanmış, Acta Fabula tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
16 Temmuz 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

ISRAEL’S DIPLOMATIC EFFORTS WITH LEBANON: THE UNFORGETTABLE PAST AND THE BEIRUT EXPLOSION

by Çağatay Cebe 15 Temmuz 2021
written by Çağatay Cebe
Israel's Diplomatic Efforts with Lebanon: The Unforgettable Past and the Beirut Explosion

Israel has offered humanitarian aid to Lebanon twice in a year following the Beirut Port Blast. Of course, this option was refused by the Lebanese Government, and people reacted against it. Because many Lebanese are still remembering what Israel has done in Lebanon in various years with military operations and their acts in Palestine territory. Lebanon is just one of few Arab countries, which would not have any normalization with Israel in the short term, even some people/parties cooperated with Tel Aviv in the past. This public opinion is apart from Hezbollah’s perspective to Israel and its power in Lebanon.

Israel Military Operations in Lebanon

Israel has always been in a struggle in its existence in the Middle East region. In recent historical context, Israel faced the Arabs in three wars. These wars took place at different levels, including conventional warfare, political and intelligence struggles, counter-insurgency operations, guerrilla and unconventional warfare throughout the region. It’s all about existence of Israel and Palestinian case. This confrontation has changed year by year. People from different Arab countries were mobilized and went to Damascus for war against Israel in 1948. But after the 1948 defeat, Arab states preferred warfare with regular armies instead of military volunteers because of their undiscipline. They tried to tackle Israel on the conventional battlefield by using their quantitative advantage. In the twenty years period, even they ran joint operations on various ground fronts, none had succeeded against Israel.

 

Palestinian activists have been brought together under the armed doctrines as factions. It was an effectuated hope to Arab populations after many failures both in diplomacy and military. Israel has used new rhetoric against the Palestinian factions; “terrorism.” It was a more ‘legal’ ground for Israelis’ activities around the world and embraced by the Western world immediately. Everything had changed at that moment. Israel faced a new approach.

 

Tel Aviv began to tackle with a popular without borders, formalities, and international responsibilities. “Operation Wrath of God” was Mossad assassinations campaign against the Palestinian armed factions, both in Middle East and Europe in unconventional way, like Palestinians did.1 For more information; A. Dawson B., (2013) “Manhunts: A Policy Maker’s Guide to High-Value Targeting”. Naval Postgraduate School Israelis quickly adopted the new ways in military and intelligence methods. They studied their enemies in many perspectives for victory. Because of that, they immediately took actions against multiple threats towards themselves. So, they have changed their responses regularly, which parallel the Palestinians unstable military methods, in the nature of guerrilla warfare. Israel and Palestinian factions fought each others in many landscapes, which were far away from their headquarters after Six Days War.

 

In 1982, Israel determined that Palestinians should be removed from Beirut during the Lebanese Civil War. This was the large IDF operation, which is called “Operation Peace for Galilee”, against Palestinian guerillas. Israeli forces headed toward Beirut on multiple fronts from the coastal road to the near of Bekaa Valley’s border with Syria. The main goal achieved by the Israelis to expel the PLO from Beirut on 30 August with the agreement. 2 For more information; Arantz, Christopher A., (2002) “‘Just War’ Case Study: Israeli Invasion Of Lebanon”. Marine Corps Command and Staff College Although its HQ moved to Tunisia, some Palestinian factions remained in Lebanon. It was an important act for functions of diplomatic and humanitarian institutions during Israel’s Middle East existence crises after agreements with Egypt and the disengagement agreement with Syria. Tel Aviv communicated with Palestinian factions via international institutions. Another maneuver between Israel and Lebanon was made thanks to Lebanese right-wing Phalangist President Amin Gemayel, who was not recognized by at least half of Lebanon. Israel and the Phalangist government signed the “May 17” agreement which protected Israel’s security along the Lebanese border and aimed to prevent attacks on the country. At the same time, it tried to stabilize Lebanon by disarming political groups, to prove that they worked to create a peaceful atmosphere and strengthen the government. These were early steps of Israel’s diplomatic intentions in the region to stabilize its future. Tel Aviv wanted peace deals and diplomatic ties with all actors in the Middle East while continuing illegal expansions in Palestine and tried to isolate the Palestinian armed factions around the Arab world so Israel would make push the danger away from its border.

After Civil War

Israel remained in Lebanese south to protect itself from Hezbollah and other groups attacks with help of the South Lebanon Army (SLA), which included many different sects and religion in its ranks. Israeli occupation in southern Lebanon was maintained between 1982 and 2000. There were many exchanges of fire in the south, like launching rockets, infiltration operations etc. between Israeli and backed SLA forces and Hezbollah in the nineties. These were heavily affected civilians with injuries, deaths and displaced them to north Lebanon. Both Israel occupation and operations have made Lebanese aggressive against Tel Aviv and perceive it as the biggest enemy of Lebanon. In the summer of 1993, Israel conducted a military attack, called “Operation Accountability” and also known as “Seven Day War,” on Hezbollah positions in Lebanon. In a week of military operation, Israel killed 130 people, mainly civilians, hundreds of thousands of villagers left their homes while nearly one hundred thousand Israeli citizens were stuck in bomb shelters. America’s shutter diplomacy in some Arab countries had worked and announced a truce between Israel, Lebanon and Syria. But this was one of the first battlefields in Lebanon with two enemy forces. Next years, their conflicts occurred in Israel’s buffer zone in Lebanon while Hezbollah used its rockets and infiltration for attacks. However, Lebanese public and society were directly affected by the conflict. Every use of heavy armament pushed on people to move to other areas. Another and unforgettable warfare happened in 1996. “Operation Grapes of Wrath” took seventeen days by Israeli forces from ground, air and even in the navy. Israeli forces fired 25,132 shelled artillery and 2,350 sorties over Lebanon to hit the targets.3 Israel/Lebanon – Unlawful Killings During Operation Grapes of Wrath. (July 1996), Amnesty International, p. 4-5 One of the attacks by Israeli artillery is still rembembered today: the Qana Massacre. During the Operation Grapes of Wrath, over a hundred people, who took refuge in a UN compound, were killed by Israeli forces. These events supported Hezbollah’s rise in the country while Israel’s aggressive acts against the Arabs were seen by the public. Israel’s policy on Palestinians had changed with the Oslo Accords. Before that Tel Aviv administrations did not meet with the Palestinians’ factions in other countries for secret talks but only to get green light for military options. Added to the ending of the Cold War, international pressure because of disproportionate use of force, Arafat’s looking at other options in the table etc. pushed both sides to diplomacy channels via other countries. However, it was a crucial step for both sides. Israel recognized the non-state armed group as a limited government in Western Bank and Gaza with the PLO admitting Israel’s existence. Israel definitely saw one more time that diplomacy was easier to reach to aim instead of conflict.

Israel MFA’s official map of the buffer zone in south Lebanon

Under the administration of Ehud Barak, who was former Chief of Staff of Israel Armed Forces, ended the Israeli occupation in south Lebanon and withdrew the remaining forces to the country. There were two reasons for the withdrawal; one was diplomatic and other was military. Ehud Barak negotiated with Syria and Palestinians in early 2000’s and for the achievements, he decided to act unilaterally. However, his diplomatic efforts failed both in Camp David and Geneva.4 Freilich, Charles D., (2012) “Israel in Lebanon—Getting It Wrong: The 1982 Invasion, 2000 Withdrawal, and 2006 War”. Israel Journal of Foreign Affairs, Vol. VI. No. 3. p. 44-45 Other was about Hezbollah’s rockets and missiles capacity. Buffer zone was established in 1985 to prevent attacks on Israel from Lebanese side. But, Hezbollah had Iranian made Fajr-3 and Fajr-4 rockets which had range from 20 kilometers to 70 kilometers, and could reach even Tel Aviv. So, Ehud Barak did not see any necessity for Israeli military presence in southern Lebanon.

2006 War: Destruction of Lebanon

Israel has to face a bigger difficulty than any other armed group on its southern border: Hezbollah. They are back by Iran and Syria, but more important thing is their socio-political strength. Instead of Palestinians, most of the southern Lebanese people fully supported Hezbollah because of relatively mixed relations with sectarian issues. Hezbollah fought in their natural-born areas. Lebanese villagers did not always support the Palestinians in the south because they directly affected the violence, they saw the Palestinians as an occasion of unrest in their daily life for bringing Israel to Lebanon.

 

Until the 2006 July War, Second Intifada took five years while Hezbollah attacked the Israel time to time, but not at large. With the rocket capabilities of Hezbollah, Israeli politicians and military administrations were concerned about it. However, the withdrawal of Syrian forces from Lebanon after three decades triggered the Cedar Revolution against the Resistance of the Axis and their backers. The US prevented Israel’s attack on Hezbollah because it would have overturned the rising political mood in Lebanon against Hezbollah. After small scale conflicts in years by two sides on the border, Hezbollah captured two Israeli soldiers during patrol. Hezbollah General Secretary Hasan Nasrallah stated that he did not think that operation would lead to war with Israel. As in previous cases, this war directly affected the Lebanese people. Human Rights Watch’s report about the 2006 July War declared the losses of civilians as the responsibility of both sides responsibilities. Hezbollah stocked their military positions, shelters, ammunition stores etc. in civilian neighborhoods. However, Israeli attacks too on those areas were massive and indiscriminate as disproportionate.5 Human Rights Watch, “Why They Died – Civilian Casualties in Lebanon during the 2006 War”. (September 2007), Volume 19, No. 5 Also, not just south Lebanon and Beirut targeted by Israel, Sunni-dominated areas like Tripoli stricken by Air Force’s salvo bombings. Israel punished the whole country because they did not stand against Hezbollah in all ways. Their strikes not only on military positions, but also destroy the infrastructure. Tel Aviv wanted to give a lesson to Lebanese about Hezbollah’s existence with led to destruction of their regular life, which was the same done by Hezbollah’s rockets to Israel. In the wake of the July 2006 War, 1,140 Lebanese died and more than four thousand were wounded. Nearly one million people displaced and around fifteen thousand homes destroyed. The cost of the attacks was between seven and ten billion Dollars. Hezbollah and Israel lost their soldiers just under two hundred each sides. International community collected the donations to help Lebanon to repair whole damages, which was mentioned before. However, only near two billion Dollars could be gathered, led by Gulf countries but mostly European countries.6 Lebanon: The Israel-Hamas-Hezbollah Conflict”. (September 2006), CRS Report for Congress, p.15 Another diplomatic act displayed itself between a state and armed group. However, this time, negotiations only included Hezbollah without Syria or/and Lebanon. Hezbollah and Israel were communicating through Italy for ceasefire conditions, like releasing two soldiers and pulling back Israeli forces from Lebanon. United Nations brokered ceasefire declared on August 11 with declaration of Resolution 1701, which has focused on immediately ceasefire by whole sides, UNIFIL and Lebanese Army deployment to along border, called Blue Line, ban of a delivering weapons to Lebanon except country’s army, also disarmament of all Lebanese groups. This war seen Israel unprepared for Hezbollah’s military capacities, like armament, tactics, special forces etc. Party had used geography and settlements (asymmetric warfare) for its military tactics during ground battlefields. Israel evolved their skills, like previous, for new situations because July 2006 had many lessons for Tel Aviv.

Behind Curtains: Diplomatic Ways

Hezbollah again climbed the top of the Arab and Muslim communities. While Tel Aviv was focusing on improving their military skills, on the other hand they have started to use diplomatic channels to press Hezbollah for disarmament, which was prepared by the United Nations. These channels has many categories like normalization other Muslim-dominated various countries, Arab nations and ban of Hezbollah in Western countries. Also, Tel Aviv has chosen the public and humanitarian diplomacy channels to Lebanon for alienation of Hezbollah. It has been started in 2008; Tel Aviv offered to Lebanon via the US, by then-Foreign Minister Condoleezza Rice to directly discuss the peace deal and disputed land area with Lebanon. Beirut said that, first of all Israel must give disputed land, prisoners and maps of cluster, mines from the July 2006 War to Lebanon unconditionally. This attempt remained inconclusive, however, if Syria-Israel talks had been successful, the result might be different today. Hezbollah’s duty in Syria had shifting focus away from Israel. But this is not enough for Tel Aviv, as Israel Air Force regularly targeted Hezbollah’s positions and convoys in Syria, also run a assassination campaign against the Hezbollah figures, like Jihad Mughniyah, who was son of Imad, founder of Hezbollah’s military wing and Samir Kuntar, who was seen as hero by Resistance Axis. Mustafa Badraddine’s situation is still unclear how he was killed, by Israel, Syrian Opposition or infighting with Hezbollah. Those civil war continuum and Hezbollah and Israel’s avoidance from the bring conflict in their lands, just occurred small scale change of fire on Blue Line border area with artillery, TOWs etc. for a while, like in 2015, 2019, and 2020. These military actions are usual acts by two sides having violence history. Maybe they are not trying to confront each other in the field, but challenge each other in cyber, intelligence, asymmetric and especially diplomatic ways. Especially Israel doing this in diplomacy for the easiest option. Israel is using post-Arab Spring atmosphere for political movements in the region. Tel Aviv is working on legalized relations with Gulf countries, establishing ties with Maghreb countries and pushing on Iran with Hezbollah. Israel’s cooperation with UAE and Bahrain in the region is based on one point; Iran. Iran is a natural rival for Gulf countries on the whole Basra with geopolitical and economic. Tehran has an expansion strategy through the Middle East including Gulf countries and operates in areas with armed groups from 1979. Like the same in Lebanon, Gulf countries have Hezbollahi groups but they are illegal. In addition to this, Israel and Gulf countries had wanted to trade bridges with each other for profit. Israel has been using these methods across the Muslim and Arab countries for obliterate to Iranian influence in the region. From Morocco, Sudan to Malaysia and Indonesia, Tel Aviv wants the acquiescence of Muslim/Arab countries for its existence of expansion in Palestine and struggling with Iran. The Abraham Accords was the biggest act for this plan so far. Abu Dhabi-Tel Aviv relations also are based on economy, besides security issues. But this economic cooperation is being used for geopolitical and security purposes. Israel is offering help to some Arab and Muslim countries, which did not recognized the Tel Aviv, in the economy, technology, etc. United Arab Emirates (UAE) is a secret part of these negotiations in using its wealth for additional aid to those countries.7 Morocco’s partial normalization with Israel comes with risks and gains, and Employing digital diplomacy in foreign policy: Israel as a model

Conflict Even in Sea: Maritime Disputes

Source: Alma Research & Education Center, 24 November 2020

Lebanon and Israel have started maritime meetings for arranging the demarcation between two countries in Eastern Mediterranean to find energy sources. These negotiations have been mediated by the US and UN. However, the situation is far from an agreement. Lebanon and Israel maritime dispute goes back to the 1949 Armistice Demarcation Line, which exactly lines up with the 1923 international boundary agreement by France and Britain’s mandate period in Lebanon and Palestine. Lebanon has started discovering gas and oil fields in Block 9, which overlap with Israel’s 72 and breach the Israeli claimed maritime border line. Disputed area contains 860 square kilometers. Maritime dispute talks started in October 2020, indirect talks and meditation with the US in the headquarters of UNIFIL in Naqoura which is located in the Lebanon-Israel border coastal town. Delegations consist of technical (energy and military) individuals not politicians, except Israel Energy Minister Yuval Steinitz. Although Yuval’s statement about talks are “pragmatic and realistic based on economy,” Netanyahu wanted it to reach to the political ends and make a peace deal with Lebanon. In many and limited reports, talks were going positive while nothing changed in practice, Lebanon offered an objective of adding around 1,400 square kilometers into its maritime economic zone. The US mediator told the Lebanese side that talks should be going on the basis of UN registration. However, Lebanese President Michel Aoun ordered to delegation that negotiations are not tied to preconditions and should rely on international law for a fair solution. There were many reports about the talks which would lead to the peace deal between Lebanon and Israel. However both sides and the realistic assumptions rejected that idea in short term. Especially, Hezbollah and AMAL duo cannot allow any kind of normalization with Israel. In fact, Lebanon’s offer is economic, not headed for normalization like. Lebanese Government and President push the negotiations for more energy searching areas to the country’s economic solution. 

After Port Explosion: “From the heart of Tel Aviv, Shalom to Beirut”

Towards evening of August 4, Beirut has been shaken with a blast. Explosion occurred in the city’s port. For seven years, ammonium nitrate was stored in one of the warehouses in the center of the north side of Beirut. That explosion cost more than 190 deaths, 6,500 injured. It left 300,000 people homeless. 50,000 houses, 9 major hospitals and 178 schools have been damaged. When Beirut Port Blast destroy the city, Israel’s former policy makers, like Prime Minister Benjamin Netanyahu, Foreign Minister Gabi Ashkenazi and Defense Minister Benny Gantz, declared a joint statement: “Israel approached Lebanon through international defense and diplomatic channels to offer the Lebanese government medical humanitarian aid,” while Israeli officials denial the any relevant with the blast.

Israel expressed their offers to Lebanon via third parties that they were ready to wait for Lebanese injured people in Galilee Medical Center in Nahariya, which is six kilometers away to Lebanon border, and Ziv Medical Center in Safed, where they treated Syrian civilians between 2013 and 2018. Many high level Israeli officials, who were from local to national leaders, offered aids to Lebanon but as t it was expected, Lebanon rejected the offers. Israel’s former Military Intelligence Chief Amir Yadlin has argued Iran is meddling to Lebanon’s domestics through the use of Hezbollah, so the country’s government cannot accept such offers from Tel Aviv. However, all the Lebanese parties and groups, even liberals and living in abroad, have distance to Israel. Lebanese pubic is highly politicized. The public closely keeps track of what happens in Palestine and try to be vocal for the developments in occupied territories. When Israeli government officials offer humanitarian aid, they remember what they did to Palestinians and also their part in Lebanese history. In following new aid offer from Benny Gantz, who is Israel Defense Minister, through United Nations, Lebanese spread the news about the polemical military background of Israel’s new Prime Minister Naftali Bennett. In 1996 during the Operation Grapes of Wrath, Bennett was responsible for one of the units from Maglan, which performed special forces’ reconnaissance branch duty in behind the enemy lines, Bennett spotted one of the Hezbollah mortar fire locations and contacted headquarters. IDF’s artillery strikes hit the UN compound, where more than a hundred people were killed. Also, he wrote a piece in 2017 about Hezbollah and Lebanon. This discourse is generally used by pro-Israelis that “Hezbollah is not only an Iranian-trained army stationed in Lebanon. It is part and parcel of the Lebanese government, boasting 12 seats in Parliament and two ministers in Cabinet.” This approach is using them for trying to legalize their acts against Lebanon. However, this reductive interpretation is not totally fitted with Lebanon’s fragmented structure. Under the new period, Lebanese-Israeli relations will not change much as before.

 

Israel is playing on Lebanese people’s minds, trying to change Lebanese acts against Hezbollah in the country. Tel Aviv wants a grassroots stand against the party to weaken them permanently without interference from foreigners. While Israel offers aid to Lebanon, it also uses social media, especially Twitter, for its PR campaign against Hezbollah. Israel’s aim is to show Lebanese (also world opinion and official institutions) that Hezbollah’s armed wings activities in Lebanon and party’s threats to stability in the region and Israel, yet Israel’s public and humanitarian diplomacy channels towards Lebanon are seen as hypocritical by Lebanese.

Share on facebook
Facebook
Share on twitter
Twitter
Share on linkedin
LinkedIn
15 Temmuz 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

THE INTERVIEW WITH SYRIAN KURDISH POLITICIAN ABDOLAZIZ TAMMO – PART 2

by Rena Netjes 12 Temmuz 2021
written by Rena Netjes
'Disputes between the US and Turkey and the EU and Turkey reflect badly on Syrians.'

This is part 2 of the interview with Syrian Kurdish politician Abdolaziz Tammo, chairman of the Association of Independent Syrian Kurds. I visited their office in Afrin in March this year. In part one, we talked about the aid to different areas in Northern Syria, and how disputes between the US and Turkey and the EU and Turkey reflect badly on Syrians in opposition-held areas of Northern Syria. We continue here about the situation of Syrian Kurdish IDPs in YPG camps in Northern Syria..and start with the negotiations about the cross border aid extension in to northwest Syria…Quite unexpectedly, Russia did not veto this last Friday.

Tammo: When Trump gave a license to an American company and gave it a waiver from the Caesar law, the Delta company, there is a point; 40% from the oil production revenues goes to the Syrian regime.

Q: They say because of humanitarian reasons?

 

Tammo: It is going to the regime. And the rest should go to the people of the area. So, when the oil comes from Shadadi, the oil is taken from my home every day and I have to pay three dollar for a litre? Why? It’s my oil. Why don’t you give it to me for a symbolic price? Where does this money go? This is the main point of the American presence behind everything. They’re helping the idea that the PKK is stealing the oil.

 

Q: And the Americans now changed it all?

 

Tammo: Biden cancelled the waiver for Delta, but now there are negotiations with the Russians. Those two Russian companies that used to be here  will return to the area. So Russia won’t use a veto in July in the UNSC and maybe the border crossing of Azaz and Ya’roubia will be opened, and Bab al-Hawa extended.

 

Q: Oil versus..

 

Tammo: Versus food. Versus allowing food distribution.

 

Q: Will this happen?

 

Tammo: Russia will, I think, use the veto. Russia has only one goal: everything has to go via Bashar al-Assad. They aim for surrender, while using everything to put the whole control of Syria in the hands of the Assad regime.

 

Q: About recruitment of minors..

 

People in the camps in Debersiya, Hasaka en Shahba (between Aleppo and Azaz) can give you information about how they take their children for training in military camps from 12 years, young children, that is the terrorist project of the future.

 

Meanwhile Jolani in Idlib is pushing the jihadi case in the schools. As opposition we said before about the disputes between Turkey and the EU1 See part 1 of the interview that was published earlier., organisations were angry at us, but there is a system to learn about human rights. Religion belongs to God, the state is for all, Sunni, Druze, Yazidi: all of them are in Syria. Teach them human rights, give them workshops, let them meet with people teaching them this.

 

Now, with the Jolani curriculum of schools, children are taught about the Islamic Caliphate and hate is sown inside the children, that they are different from the others. From the Kurds even, hate not only concerning the religion ya’ni.

 

Likewise, the PKK is teaching that Abdulla Öcalan is this, or that. There is a strange curriculum now. Everyone exploits his own agenda and radical thinking. This is now a total responsibility of those to we now discuss. We consider them a part of the problem.

 

But we consider the Americans and the Europeans allies. They believe in human rights, and so do we. But now minors are kidnapped from the camps and exploited only by the PKK to fight Daesh. The Americans and Europeans haven’t interfered in this child kidnapping in this area. It’s a total disaster. Then they claim they’re fighting terrorism. And we are against terrorism: against Daesh, al-Qaida, the PKK and the militias from Hezbollah and Iran, and Fatemiyyoun (Afghans), Zeynabiyyoun (Pakistanis): They are all jihadists.

Q: Shiites.

 

Tammo: Shiites. But they’re diehard jihadists. And we are fighting against terrorism. Especially the EU was offering us bread, humanitarian aid and education in the area. How do you win a whole generation after you, which believes in democracy and freedom of expression? They carry the responsibility. Now, the humanitarian goods are going to Idlib only as food. Any education curriculum to be used in the schools is not going in. Instead, the al-Qaida ideology is being pumped into these children’s hearts and minds.

 

The EU stopped all aid in our Syrian opposition area only.. But it is present in other areas. Aren’t they wondering when they offer aid to the PKK, what curriculum is being taught in the schools? They don’t tell Mazloum Abdi: What are you teaching, the ideology of Abdulla Öcalan and placing toxic PKK ideology in their minds? Do schools in Europe teach this? There aren’t! My children live in Europe, they follow a curriculum about norms – how to respect and help the elderly and how to respect family members unlike in the East Euphrates. There’s only the worship of Öcalan. There is none like him.

 

The one who pays the piper, is also responsibility for the tune. So, the Europeans and Americans are responsible for the way education money in East Euphrates is spent on Öcalan worship. So, you are paying for the education without asking what is the curriculum? In the opposition-held area, we still have the former Syrian State curriculum acknowledged and approved of by Unicef. While they teach their own and does Jolani with his.

 

Q: Is the regime curriculum current in Azaz?

 

Tammo: It is, apart from one subject called nationalism, provided by the Baath party. We could remove that one.  But the materials, mathematics and so, everything is Unicef. The world education foundation. So how can they have curriculum of their own in the Republic of Öcalan and Jolani on their own?

 

Q: You call it the Republic of Öcalan…

 

Tammo: The Republic of Öcalan is a big problem. So, with the Europeans and the Americans knowing what is happening in Idlib and Qamishli, with this ongoing education, there will be future terrorist projects there.

 

In the opposition area, we have schools within the current possibilities. We don’t have real possibilities, but stick to the Unicef curriculum. The only addition to it was Kurdish. In Afrin, and elsewhere, Kurdish was added alongside Arabic. So were English and French. The education offered is not on top level; but 60% is okay. And nothing here calls for extremism, terrorism, or extremist thinking. Arabic or Kurdish nationalism are both absent. There is material concerning religion for the small minority of Christian brothers present in Afrin or in Ra’s al-Ayn. Taught to their students in Afrin and Ra’s al-Ayn.

 

Q: Are there Christians in the Afrin region?

 

Tammo: Yes. There is also a pastor, a priest and a church. And there are Yazidis.

 

Q: I was aware of the presence of Yazidis.

 

Tammo: True. In the beginning there were violations, but they have ended. Turkey is helping them a lot in this matter of minorities.

 

Q: Turkey is helping?

 

Tammo: Turkey is helping a lot with the matter.

 

Q: There are people who say Turkey entered in order to ethnically cleanse the area, it wants to remove all the Kurds (Afrin).

Tammo:  Not at all. Turkey entered to remove the PKK, and not the Kurds! The Kurds that stayed in Afrin get their rights. We mean there are religious rights to keep the worship places for the Christians, and for the Yazidis, and even Turkey spends money in Afrin to restore those war-damaged places, and the clergy.

 

Q: And where are the Christians in the Afrin region?

 

In the city of Afrin. Even in the town of Ma’batli there are Kurdish Alewites. The Alewites in Ma’batli have their full rights. We do not say they are Alewites like Bashar al-Assad, no.  

 

Q: I thought before my trip, there were hardly any Kurds in Afrin, nor any Kurdish political party office open. I didn’t know that the Association of Independent Kurds was present there. And how Arabs and Kurds are cooperating to fix matters.

 

Tammo: In 2016, I told the American congress they were pimping the PKK and the general American opinion by telling them they are heroes, because they fight Daesh. But this picture fails when you leave out to the American public that they kidnap girls and 12-year-olds are conscribed into military service? This is no freedom for women. Sorry, but the freedom of a woman is when she voluntarily wants to go to the army. That is not a problem. But a 12- or 13-year-old child needs to go to school. And to university. Maybe she can become a teacher, a doctor, or a lawyer, or anything. But don’t force her to go fighting with you. That is not a woman’s freedom. How are the Kurdish female fighters conscripted? Do their fathers have influence? They have been kidnapped. They go to military camps in Qandil for six months, a year..and then, there is their ideology. A girl’s education girl should first be with respect of her family, her parents, and environment.

 

Q: The despair of the family after a kidnapping…

 

Tammo:  That is a big problem. The Americans go by the media, the public opinion, and the Europeans too. The public opinion is pimped via the Washington Post and The New York Times or Der Spiegel. Now, over a year ago they started to tell the truth. Because the PKK causes problems inside Germany by terrorist attacks.There is a basic thing the general public in Europe should know. where did the ISIS fighters that were captured by the International Coalition when ISIS finished in Raqqa or in Baghouz or in Deir al-Zour?

 

Q: In prisons.

 

Tammo: Partly, there are also who work with the SDF.

 

Q: Really?

 

Tammo: How can one change from jihadi terrorist to a Marxist fighter? I want to understand. There are photos I will send you of an emir of Daesh who has become a part of SDF. The general public in Europe should both know this and that we have 115,000 Kurds from Afrin in camps who were taken hostage by the PYD when they left from Afrin.

 

Q: Can’t they return from their side?

 

Tammo: The PYD/PKK don’t allow them to return. In the beginning, we helped them a lot with their return. When the PKK was expelled from Afrin, there was exchange: our Afrin office was helping every day 60, 70 families to return. This was in April 2018. During the whole of 2018 people were returning. The ones who intervened there in 2019 made a large camp, called Shahba. They put the people in a camp with always guards around it, like al-Hol. They don’t allow anyone to go out to their house in Afrin. The people say that enduring the insult of staying in our houses for one month (in Afrin) is better than ten years in a camp. Because we don’t want the Palestinian camps experience to repeat. They stayed in camps in Syria, in Lebanon, in Jordan for decades. From this perspective we supported and facilitated everyone who wanted to return to his house

 

Q: Who exactly did this?

 

Tammo: We did as the Association of Independent Syrian Kurds. We helped many and now about 60% of the people of Afrin returned to their lands, to their homes. They invest, they plant, they do their work, and they live their lives in a normal way. But we want the other 40% to return, the ones now in Aleppo and Shahba.

 

Q: In Aleppo, the regime prevents them….

 

Tammo: So, does the PKK. In PKK controlled Ashrafiyya, Sheikh Maqsoud it does. Even until now. In full coordination with the regime of course. They don’t allow them to return. Now, the returns happen in individual cases, by paying bribes to PKK members. The costs for the return of one person to Afrin is 2,000 dollars. They need to pay a bribe to the PKK and a bribe to the smuggler, so it costs ,000 dollar for one person to return to his house. It is a big problem. We demand from the Americans or from the EU to put pressure on Mazloum Abdi to allow the people to return to their homes.

 

Q: What do the Americans say? And the Europeans…?

 

Tammo (frustrated): The Americans claim they have nothing to do with the matter. But the aid they offer is money to the PYD and the PKK and humanitarian aid to these camps. But we want the people to return to their homes. All the aid for the camps in Shahba is from the Americans and the EU. But, for example, there is no aid at all for the people of Tel Rif’at who are staying in a camp near Bab al-Salama.

 

Q: Not at all?

 

Tammo: Not at all. We also are willing to accept a deal… Of course, the inhabitants of Afrin should return without a deal. We also demand the return of the people of Afrin to Afrin from the Americans, and the return of the people of Tel Rif’at to Tel Rif-at, from the Azaz camps. I’m sorry, but don’t the Americans and the Europeans say it is a Turkish occupation of Afrin? And of Tel Rif’at? Who occupies the Tel Rif’at area and its neighbouring 59 villages? is it the PKK or someone else?

 

People should know this: we Syrians decide who is the occupier and who are the occupied. I don’t view the International Coalition occupying our land. I don’t view the Americans and the International Coalition occupying Raqqa and Deir al-Zour. What I am saying is there is an agreement between Russia and the Assad regime. And Russia is considered an occupying state; Hezbollah is considered an occupier. But Turkey and America aren’t. America intervened to fight against terrorism, it helped the Syrians to fight terrorism. This is not an occupation. And the Americans said so. They don’t consider the Iraqi and the Turkish forces occupiers, only the Russians… That is an American statement. They consider Russia an occupying state. Russia is responsible for the citizens, the food, and the humanitarian aid. They explained to them the Turkish intervention is not an occupation. The only occupiers are…. even Iran and Hezbollah need to leave. Russia is occupying Syrian lands and it needs to take care of the Syrian people. So, the Americans expressed it is not an occupation but an intervention to fight terrorism. The Americans came with about 3,000, and the Europeans with about 1,500 aiming to fight terrorism, and Turkey came to fight PKK and Daesh terrorism 100 meter or less away from its border.  In Jarabulus and in al-Bab, in al-Ra’y.

 

Q: At that time, in March 2016, people were arriving in Turkey at the Bab al-Salama border crossing because of the YPG-fighters who took their houses…

 

Tammo: Yes, YPG and PKK occupy 59 Arab villages in Shahba and Tel Rif’at.  

 

Q: By the way, from the Azaz – Afrin Road one could see a YPG outpost.

 

Tammo:  Yes, there is YPG presence, at Jebel Ahlam for instance.

 

Q: And every night there was shelling, from the Kafr Khaashir or Ma’ranaz frontlines, only 3 km away each.

 

Tammo: I am not with Turkey, but I am with the truth. Now, I need to respect Turkey, we have 4 million Syrians in Turkey, of which 400,000 are Syrian Kurds. It’s the biggest country in receiving Syrian refugees. That’s one. Secondly, Turkey has a 910 km long border with Syria. It is in my interest when Turkey is a befriended country, not an enemy. The PKK says Turkey is an enemy, but I don’t. Turkey is a befriended country and this it is self-interest…

 

Q: The border crossings and…

 

Tammo: Of course. My problem as a Syrian Kurd is in Damascus, not in Ankara.  Neither with Baghdad nor with Amman. I don’t have another border but the Turkish one. What concerns me is that Turkey is the only lifeline, border of 910 km. If Turkey closes the border, I can’t live nor continue. Turkey offers aid to the Syrians. Refugees from Kobani for instance.

 

I met with former US Syria envoy James Jeffrey in Gaziantep, and we had taken families from Kobani with us… And we asked him. Of course, Mr. Jeffrey was talking about the accomplishments of the International Coalition; they had expelled Daesh from Kobani and from Raqqa, from Manbij, from Deir al-Zour. He spoke a lot. We asked him a question: ‘Okay, you International Coalition are basically the US, a country supporting democracy and freedom and respecting human rights. You don’t wonder why the people of Kobani don’t return from Turkey to Kobani? You expelled Daesh from Kobani and the families fled to Turkey. About 25 – 30% returned to Kobani. They reconciled with the PKK. But the rest, why don’t they want to return? They are present in Suruç, present in Şanlıurfa, in Nizip.’ He said: ‘I don’t know.’ I told him: ‘You expelled the terrorist Daesh, and the solution was to replace them with PKK terrorists?’ Those people can’t return because there are terrorists who expel them.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin

With friendly editorial support by Limwierde Taaldiensten.

Find us on Twitter: @LMWRDBusiness@twitter.com

12 Temmuz 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Genel

Faıthful Jew Who Was a Spy ın Hezbollah

by Çağatay Cebe 1 Temmuz 2021
written by Çağatay Cebe
Faithful Jew Who Was a Spy in Hezbollah

Safed is located in northern Israel and just 12 kilometers away from the border with Lebanon. This city has been hosting the one strange Lebanese men, who has been called Avraham Sinai for the last twenty-four years. His original name in Arabic was Ibrahim Yassin, once an ordinary Muslim, nowadays living as a Jew. His story goes back to the Israel’s occupation of Lebanon in 1982. In his words, he and his family were Shiite but non-religious people who lived in one of the small villages in Lebanon.

 

In the atmosphere of Lebanese Civil War and Israeli Occupation, Lebanon has been gradually dragged into a more chaotic situation. The difficulties of war were spreading all across Lebanon: internal and external interventions, bombings, clashes all days and nights.  But while all this was going on, some inconspicuous suspicious events were occurring in Southern Lebanon.

First contact with the spy

Ibrahim was a cattle farmer in southern Lebanon. In 1983, one sunny day, his wife gave birth. The couple were only nineteen when they had their first child. During the birth, Ibrahim was busy with work.  Therefore, his family asked the Israeli forces for medical help because their region was under the occupation of the IDF. The intelligence officer from IDF, Tzachi Bareket, arranged all the procedures for the medical operation in Israel. After the successful operation, Ibrahim’s brother, who was a member of the South Lebanese Army, brought back Ibrahim’s wife and the child to the home.  

 

Perspective of his narratives, tells the first touch with him and the Israeli forces. IDF officers tried to look for the people who helped themselves for information flow in the region. It was around the time of the birth of Ibrahim’s child that the IDF had begun looking for people in the area to help with the flow of information. What Ibrahim and his family went through with the IDF could have been a good start between locals and intelligence soldiers. Later, Ibrahim confirmed in one of his interviews that the Mossad came to him after the birth of his child and asked them to spy for them within the PLO which Israeli forces struggled with those days. Because of that, they had to reach Beirut, from multiple fronts to destroy the PLO as Yasser Arafat had chosen Beirut and Lebanon as a main camp for the resistance after the Black September.

 

Ibrahim’s relations with Israelis caused him to had a bloody experience with Hezbollah, which resulted in the death of one of his family members. He had felt depressed, however determined to work for Mossad in rage and revenge. He was in touch with both Mossad and an IDF intelligence units, and his handler was usually military personnel. For example, retired major general Yoav Mordechai, who was the spokesman for the IDF from 2011-13, was responsible for Ibrahim’s espionage activities in Hezbollah. This relationship was more than a relationship that is between an intelligence officer and spy. Such that, Mordechai involved Ibrahim’s family issues with medical supplements for the birth of a new child after the death of one of his kids.

 

Operation of Galilee was aimed PLO’s removal from the Lebanon to prevent the resistance attacks to Israel from the border area and direct threats to the northern part of the country, and began in June 1982. Today, still, PLO camps in Southern Lebanon host the many various armed groups or individuals.

 

After PLO’s withdrawn from Lebanon, there was a power vacuum. And other armed elements quickly demonstrated their intention for fullfil it. Hezbollah was one of these group was which had its support base (with AMAL Movement) within the Lebanese Shiites, one of the largest communities in country. In this era, Hezbollah had started to raise from the substratum with help of Iran. The organization had united many different Lebanese Shiite groups for one aim and served the Velayat-e Faqih Ayatollah Ruhollah Khomeini. This action aimed struggle against the Israel in southern Lebanon.

From Hezbollah to Judaism

His spy career in Hezbollah began after his Israeli handlers convinced him to join the party ranks. They were successful even it was difficult to convince İbrahim to embark on such a dangerous journey within his adversaries. After acceptance, Hezbollah’s first duty for Ibrahim was to convey the information, obtained from the AMAL Movements passed to the party, as a member of Hezbollah’s intelligence unit. However, he was held in the Syrian prison because of suspicious activities for a year in 1989. After his release, he continued to spy on Hezbollah for Israel. He claimed that he had a role in the assassination of the Hezbollah’s first leader Abbas Mousavi in 1992. He admitted that he not only had access to information preventing attacks and infiltrations into Israel but was also involved in other assassinations of Hezbollah figures. One day, Mossad warned Ibrahim Yassin for he had become known by the Syrians for his connection with IDF and Mossad. He considered moving to Southern Lebanon when the area was under Israeli occupation and many collaborators lived there. Instead, Mossad offered him to move to Israel for security reasons. He ran away from Lebanon to the Israeli border while Hezbollah spread the information and pictures belonging to him to their checkpoints for his capture in 1997. After 14 years of difficulties and danger, his career in Hezbollah ended. İbrahim decided to start a new life in Israel and retire from spying business.

 

He was relocated in Safed with his family. After thinking period, he explained to his family that he decided to convert to Judaism. One of Israeli officials went to Orthodox Chief Rabbi of Safed Shmuel Eliyahu, with Ibrahim Yassin. He told the situation and background of Ibrahim to Rabbi Eliyahu. After that moment, Ibrahim Yassin converted to Avraham Sinai, from Muslim to the Jew. Once a times’ Hezbollah member, now living in Safed, which is 12 kilometers from Lebanon. His entire family converted to Orthodox Judaism, the younger child does not know Arabic and other members served in IDF ranks in of the Lebanon and Syria border fronts.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
1 Temmuz 2021 0 Yorum
0 FacebookTwitterWhatsappEmail
Yeni Gönderiler
Eski Gönderiler

Son Yazılar

  • Rusya-Ukrayna Savaşı: İşgal nasıl sadece yabancı gönülleri değil, paralı askerleri de çekti
  • Lübnan’ın İsrail’e Karşı İstihbarat Mücadelesi
  • Belarus’taki göçmen krizi THY’yi etkileyebilir
  • 27 Şubat saldırısının iç yüzü: Askerler Rusya’yı suçluyor
  • Bizden nefret eden ajanlar: Casusluk ve devlet sırları üzerine habercilik

Son Gönderiler

  • Rusya-Ukrayna Savaşı: İşgal nasıl sadece yabancı gönülleri değil, paralı askerleri de çekti

    5 Mart 2022
  • Lübnan’ın İsrail’e Karşı İstihbarat Mücadelesi

    4 Şubat 2022
  • Belarus’taki göçmen krizi THY’yi etkileyebilir

    10 Kasım 2021

Kategoriler

  • Genel (61)
  • Haber (171)
  • Twitter
Footer Logo

@2021 - All Right Reserved. actafabula.net