Türkiye İçin Lübnan’ın Önemi

Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos Zirvesi’ndeki “One Minute” çıkışından beri Arap dünyasının bir kısmında, bilhassa Lübnan’daki halkın belirli bir bölümü tarafından Türkiye’nin görünürlüğü artmıştı. Lübnan’ın o dönemki Başbakanı Saad Hariri ile kurulan ilişkiler liderler bağlamında nikah şahidi olacak kadar yakınlaşmıştı.

 

Türkiye’nin ülkedeki ilişkileri Hariri’nin dışındaki aktörlerle de yoğunlaşırken, Lübnan’ın konumuna verilen önem iyice kavranır hale geldi. Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte Türkiye’nin Orta Doğu’daki keskin çizgisi de tıpkı diğer bölge ülkeleri gibi dışa yansımaya başladı. Bu süreçte şekillenen ittifaklar, Türkiye’nin Lübnan’daki varlığını zorunlu hale getirdi. Şam, Riyad, Kahire ve Ebu Dabi ile karşıt cephelerde yer alınması, Tel Aviv ile yaşanan sorunlar Türkiye’yi bölgedeki alternatif ülkelerle ilişkilere yönlendirdi. Tel Aviv de karşı bir hamleyle Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile askeri ve ekonomik ilişkilerini geliştirmeye başladı. Bu iki devlet öte yandan Mısır ile Akdeniz’de Türkiye’nin hareket alanını daraltmaya yönelik iş birliklerine hız verdi. Bu iş birliği girişimi aynı zamanda Suriye’de İran destekli güçlere karşı savaşan Türkiye’yi İran ile aynı cephede göstermeye çalışan bir propaganda sürecini de beraberinde getirdi.

 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Suriye İç Savaşı’na dahil olması, Ankara’nın Tahran ile karşı karşıya gelmesine sebep oldu. Bu aynı zamanda Lübnan’ın yegâne silahlı milis grubu olan Hizbullah ile de karşı karşıya gelmek demekti. Türkiye, Suriye’deki askeri varlığının dördüncü yılında Hizbullah ile Halep’in batısındaki karşı karşıya geldi. TSK’nın düzenlediği hava saldırısında 9 militanı öldü. Bu kayıplar arasında yer alan molla Ali ez-Zencani bugün hala Hizbullah yanlıları tarafından sıklıkla anılan isim. İran’daki Kum Medreseleri’nden Suriye’de Halep’e kadar Şii milislere dersler veren Zencani, normal bir militandan daha fazlasıydı. Lakin Arap Baharı öncesinde Türkiye’nin Hizbullah’a olan yaklaşımı daha farklıydı. İsrail ile 2006 yılında yaşanan savaşın ardından Hizbullah’ın silahsızlandırılması uluslararası gündemde tartışılmaya başlayınca Erdoğan’dan tepki geldi. BM’nin 1701 sayılı kararı neticesinde partinin silahsızlandırılması konusunda dönemin Başbakanı olan Erdoğan, “Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına yönelik talep gelmesi hususunda Lübnan’dan askerlerin çekileceğiniifade etti. 2008 yılında Beyrut’ta Hizbullah ile karşıt görüşteki partilerin yaşadığı çatışmalar, partinin hükümette veto hakkı kazanmasına sebep olan Doha Anlaşması ile bitmişti. Bu anlaşma devam ederek, ülkede istikrarın sağlanması amaçlanıyordu. 2011 yılında Suudi Arabistan bu görüşmelerden çekilince Türkiye, aracı olarak diplomaside yerini aldı.[af] Dingel, E. (2013). “Hezbollah’s Rise and Decline? How the Political Structure Seems to Harness the Power of Lebanon’s Non-State Armed Group.” Sicherheit Und Frieden (SF) / Security and Peace, Vol. 31, No. 2, s. 72 [/af] Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte Lübnanlı siyasiler ve uluslararası aktörlerin kampları belirgin olmaya başlayınca bu görüşmeler de başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye ile Hizbullah’ın ilişkisi de Suriye konusundan itibaren olumsuz bir seyir izlemeye başladı. Hizbullah’ın Beşar Esad’ın tarafında yer alması, Türkiye’nin devrimci güçleri olan desteği iki tarafın da karşıt cephelerde yer almasına sebep oldu. Türkiye’nin desteklediği Muhaliflerle Hizbullah, 2012 yılından itibaren Suriye’nin farklı cephelerinde yıllar içerisinde birçok defa karşı karşıya gelseler de 2020’nin Şubat ayına kadar parti ile Türkiye doğrudan karşılaşmadılar.

Türkiye’nin Lübnan’daki varlığını gerekli kılan gelişmelerin zaruriyeti bilhassa 2020 yılı içerisinden kendisini gösterdi. Akdeniz’in Türkiye, Batı ve Orta Doğu devletleri için çeşitli hususlarda artan önemi, Türkiye için Lübnan’ın konumunu güçlendirdi. Libya’da Birleşmiş Milletler (BM) destekli Trablus hükümetine askeri olarak verilen destek, ‘Mavi Vatan’ ve doğalgaz arama çalışmaları, Ege’deki gerilimlerin artması, İsrail’in ilhak girişimi ve nihayetinde Avrupa’nın da -Almanya haricinde- Türkiye karşıtı Akdeniz’de kurulan bu ittifaka olan desteği Türkiye’nin hamle yapması gerekliliğini zorunlu kılmaya başladı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınmaması Türkiye’nin Akdeniz politikası açısından bir sorun teşkil ediyordu, kısıtlı bir alan sağlıyordu. Bunun için en ideal konum elbette Beyrut’tu. Türkiye’nin eski Lübnan Büyükelçisi Çağatay Erciyes’in Yunanistan ve denizcilik dairesinde başlayan mesleki yolculuğunun, onu çok kritik bir dönemde yeniden Yunanistan-Kıbrıs ve denizcilik müdürü konumuna getirmesi bir rastlantı değildi. Yerine gelen mevcut Büyükelçi Hakan Çakıl da geçmiş senelerde meslek memurluğunu uzun süre Beyrut ve Lefkoşa’da yaptı.

 

Türkiye’nin Akdeniz politikasındaki iki önemli diplomatının yolu da Beyrut’tan geçiyor. Türk dış politikasının şu günlerdeki en önemli meselesi olan Akdeniz, bu sebeple Beyrut Büyükelçiliği ve Lübnan’ı da doğrudan ilgilendirmekte. Lübnan, Türkiye için politik adımların atılabileceği, Akdeniz’in yakından takip ve kontrolünün sağlanabileceği, siyasi aktörlerle temas kurulabilecek üçüncü bir ülke, ileri bir istasyon konumunda. Lübnan, 1943’te kurulduğu tarihinden beri önce Arap ve daha sonra dünya siyaset ve istihbarat kuruluşlarınca uğrak nokta oldu. Hem operasyonların hem de görüşmelerin yapıldığı, tarafların kendileri için çalışabileceği bir alan sağladı. Lübnan’ın 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra uygulamaya başladığı ‘tarafsızlık politikası’ ülkeyi konumu ile de alternatif bir nokta yaptı. Hizbullah her ne kadar Suriye İç Savaşı’nda dahil olsa da ülke bugün hala Lübnan bu çizgisini korumaya çalışıyor. Yerel politikacılar, Orta Doğu’da ve ülkede yaşanan her gelişmede tarafsızlığın önemine vurguda bulunuyorlar. Türkiye tam olarak bu tarafsızlığı bölge politikalarında atacağı adımlar için kullanıyor.

 

Türkiye ve Lübnan ilişkileri tipik ikili ilişkilerden bir nebze farklılık gösteriyor. Koalisyon hükümetlerindeki partilerin çeşitliliği ve Türkiye karşıtı diğer devletlerin Lübnan’daki varlığı ikili ilişkinin doğasını da zorunlu olarak değiştiriyor. Ankara’nın Lübnan konusundaki adımları oldukça taktiksel ve dengeleyici bir çizgide ilerliyor.

 

Şubat ayında Hizbullah’a TSK’nın düzenlediği hava ve kara saldırılarının ardından konuşan Hasan Nasrullah, bu cephede Türkiye’nin varlığından hiç söz etmedi. Lübnan’ı takip eden pek çok uzman ve gazeteci Nasrullah’ın bu konudaki sessizliğini Türkiye ile kurulan ilişkiyi korumak istemesi olarak yorumladı. Örgütün ikinci ismi olan Naim Kasım da Temmuz ayının sonunda verdiği bir mülakatta Türk Büyükelçisi Hakan Çakıl ile düzenli olarak görüştüklerini açıklayarak bu yorumları dolaylı olarak doğruladı.  Bu görüşmeler bu zamana kadar açık kaynaklara hiç yansımamıştı.

Türkiye’nin Lübnan’da ince ve narin işlediği politikası ülkenin iç siyasetinde de kendini gösteriyor. İktidar mücadelesi ve başarısız hükümetler ve çeşitli ülkelerin yerel aktörleri kullanarak neden oldukları siyasi çatışma Lübnan’daki istikrarsızlığın ana nedenleri arasında yer alıyor. Türkiye’nin şimdiye kadarki stratejisini göz önüne alındığında iktidar çatışmaları ve iç politik ayrılıkları körükleyen adımlar atmaktan sakındığı görülüyor. Lübnan’da siyasetinde yaşananlar yakından takip edilip, gözlemlenirken taraflarla da görüşmeler devam ediyor.

 

Ülkedeki siyasi istikrarsızlığın neden olduğu, Suriye üzerindeki yaptırımların Hizbullah aracılığı ile Lübnan ekonomisini de etkilediği ortamda Türkiye insani diplomasiyi de Lübnan’da aktif bir araç olarak kullanıyor. Beyrut Büyükelçiliği taraflarla eşit ilişki diplomasinin yanı sıra insani yardım faaliyetleri gerçekleştiriyor. Kızılay ile birlikte ülkenin kuzeyinde bu çalışmalar yapılıyor. Lübnan’ın kuzeyi hem ülkenin en fakir yeri hem de halkın Türkiye’yi en çok desteklediği bölge. Bu bölge Türkmenlerin yaşadığı ve Sünnilerin çoğunlukta olduğu yegâne bölge. II. Abdülhamid’in hediye ettiği saat kulesi ve diğer Osmanlı yapıları, Trablus şehri başta olmak üzere ülkenin kuzeyindeki Türkiye bilincini diri tutan olgular arasında yer alıyor. Lübnan’ın güneyindeki Seyda şehrine 10 yıl önce Türkiye’nin yaptığı hastane, belediye ve Sağlık Bakanlığı arasındaki arazi devir sorunu nedeniyle hizmete başlayamamıştı. Beyrut Limanı’ndaki patlamanın ardından ülkeyi ziyaret eden Türk yetkililer, hükümetle yaptıkları görüşmeler neticesinde hastanenin faaliyet başlayacağını duyurdular. Limandaki patlamanın ardından bölgeye giden Türk yardım ekipleri ve iş insanları hem devlet hem de toplum bazında ülkeye desteklerini gerçekleştiriyorlar. Bu noktada limanın yeniden inşa edilmesi için Ankara yardım talebinde bulundu. Ancak diğer aktörlerin duruşu, Türkiye’nin Beyrut’un inşasında yer alacağı rolü de belirleyecektir. Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesi Lübnanlı Hıristiyanlar tarafından hiç hoş karşılanmazken, Ankara ile iyi ilişkiler isteyen Beyrut, bu konuda ciddi bir karşı adım gerçekleşmedi. En azından kısa vadede Türkiye karşıtı bir hamlenin yapılmayacağı ortada. Bazı siyasiler Ayasofya kararına cevap vermek için kamuoyundan destek toplamak istemişlerdi ancak ülkedeki siyasi ve insani kriz buna engel oldu.

Türkiye ve Lübnan arasında istihbarat ve güvenlik alanında da iş birliği söz konusu. Türk Silahlı Kuvvetleri, Suudi Arabistan’ın askeri yardımı durdurduğu için oldukça sıkıntıya giren Lübnan Ordusu’na 2018 yılında askeri yardımda bulundu. Öte yandan BM Lübnan Geçici Görev Gücü kapsamında Beyrut açıklarında Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait fırkateyn ve ülkenin güneyinde Türk Kara Kuvvetleri hem karargah personeli hem de barış gücü olarak askeri birlik bulunduruyor. İstihbarat alanındaki gelişmeler pek az açık kaynaklara yansımasına rağmen iyi ilişkilerin olduğu görülebiliyor. 2018 yılında Hamas’ın Lübnan’daki önemli isimlerinden ve Dış İlişkiler Sorumlusu Usame Hamdan’ın kardeşi Mustafa Hamdan’a gerçekleşen suikast girişiminin çözüme kavuşması için Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) da çalıştı. Lübnan Genel Güvenlik Direktörlüğü (iç istihbarat) saldırının failinin İstanbul’a kaçtığını MİT’e bildirerek iade edilmesini talep etti. Bunun sonucunda da yapılan operasyon çerçevesinde Mossad tarafından eğitilen Lübnanlı Türkiye’de tutuklanarak, Beyrut’a gönderildi. Lübnan istihbaratının ise aynı dönem içerisinde Beyrut’taki DHKP-C militanını Türkiye’ye iade etmesi de örgüt yanlısı haber sitelerinde tepkiyle karşılanmıştı.

 

Bu gelişmelerin ışığında Lübnanlı akademisyen ve araştırmacı Muhanned el-Hac Ali’nin son yazısında değindiği istihbarat noktası, geçmiş senelerdeki iş birliklerini de doğrular nitelikte. Ali, Lübnan Genel Güvenlik (iç istihbarat) Direktörü Abbas İbrahim ile MİT Başkanı Hakan Fidan’ın güçlü ilişkilere sahip olduğunu söylüyor. Buradaki önemli nokta ise Abbas İbrahim’in Lübnan siyasetindeki etkisi. İbrahim sadece görevini yerine getiren bir yönetici değil. Lübnan siyasi doğası nedeniyle ülke siyasetinde oldukça etkin bir isim. Kapalı kapılar ardında önemli görüşmeler gerçekleştiriyor, yurt dışı seyahatlerinde ülke liderleriyle görüşüyor.

 

İbrahim’in Şam’a gerçekleştirdiği ziyaretler, Lübnanlı Beşar Esad karşıtı politikacılar tarafından dahi eleştirilmiyor. Gücünü istihbarat başkanlığının yanı sıra Lübnan’daki farklı gruplarla olan ilişkilerinden alan İbrahim’in etkisini Beyrut’un güneyindeki Halde’de kısa süre önce başlayan karşıt grupların çatışmasını ordunun çaresizliğine karşın tarafları telefonla arayarak durdurması net bir şekilde ortaya koyuyor.

 

Türkiye’nin insani yardımdan istihbarata kadar geniş bir yelpazede Lübnan ile yürüttüğü ilişkiler, ülkenin sinir uçlarına dokunmadan hassas bir dış politika işçiliğine işaret ediyor. Bu hassasiyet aynı zamanda Türkiye’nin Beyrut’a biçtiği değer ile alakalı. Lübnan’ı Akdeniz için kilit bir nokta, kritik adımların atılması için ileri bir üs olarak gören Ankara, Akdeniz’in doğu kıyısındaki Lübnan konusunda elini güçlendirmek istiyor.

 

+ There are no comments

Add yours